‘Yeni Ülke’nin vefası

Türkiye’ye baktığımızda, gerçek anlamda kamuculuk uygulaması hemen hemen hiçbir dönem olmamıştır. 1930’lar devletçilik döneminde KİT’ler kurulmuştur. Fakat emekçiler ne yönetimde söz sahibi yapılmış, ne de katma değer üzerinde tam tasarruf edebilir konum kazanabilmişlerdir.

Yeni Ülke dergisi yönetici dostlarımız bundan üç dört ay kadar önce beni bir toplantıya çağırdığında yine ne görevler verilecek diye düşünmüştüm. Toplantıda, arkadaşlar benim üniversite mezuniyetimin üzerinden 60 yıl geçmiş olduğunu belirtip, bu konuda bir program hazırlamak istediklerini ve bu konuda yardım edebileceklerin isimlerini istediler. Tabii, bu habere çok mutlu oldum ve 13 kişilik bir liste verdim dostlara. Adını verdiğim insanlarla temasa geçen dostlarımız hem benimle ilgili gerekli bilgileri toplamış, hem de kısa anlatım videoları talep ederek programda bizlere dinlettiler. Hazırlanan programın sunumu, Neoliberalizme Karşı Alternatif Arayışları ve Kamuculuk başlığı ile 25 Mart Cumartesi günü Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Program paneller ve bana ait anılar olmak üzere iki bölümden oluşturulmuştu.

Programın birinci bölümünde biri “Neoliberalizm Neden Tıkandı” başlıkla, ikincisi “Kapitalizm Neoliberalizmi Aşabilecek mi” başlıklı iki panel yer alıyordu. Panellerden önce, görüntülü yayınla Ankara’dan programa katılan Prof. Dr. Bilsay Kuruç hocamız genel başlık üzerinde bir sunum yaparak, programın genel çerçevesini oluşturdu. Anlatımına oldukça gerilerden başlayan Kuruç Hoca, Avrupa’da İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde tarih sahnesine çıkmış olan Altın Çağ’da Keynes politikaları ile bir tür kamuculuğun uygulamaya koyulduğu belirti. Keynes’in kamuculuğunu yatırımlarla iş hacminin yükseleceği ve böylece istihdamda yüksek düzeylere ulaşıldığını belirterek, Keynes kamuculuğunun daha çok yatırım ve istihdam üzerinden kurulduğunu açıkladı. Gerçekten dönemin iktisat politikalarının amacına bakıldığında, yerkürenin büyük bölümünün komünizmin kapladığı bir dönemde işsizlik büyük bir sorun olarak ortaya çıkmıştı. Ondan dolayıdır ki, dönemin temel ekonomi politikalarının ana hedefi istihdam idi. İstihdamı sağlamak için ulusal gelir düzeyinin yükseltilmesi, bunun için de toplam talebin yükseltilmesi gerektiği savunuluyordu. Marx’ın arzın devamlı yükseldiği tezine karşın Keynes’in talebin yükseltilmesi gerektiği tezinin tersten okunuşla anlamı, Marx’ın tezinin kabul edilmesi ve önlenemeyen bu çaresizliğin karşısında tek kontrol edilebilir fonksiyonun talep olarak devreye sokulduğudur. Kamuculuk söylem ve anlamının Türkiye’de uygulanışını, 1930’lar devletçilik dönemi ve 1961 Anayasası ve Plan uygulamalarında bulduğunu belirten hoca, 1982 Anayasası ve Özal dönemi ile başlayarak, planlama devam ettirilmiş olmasına rağmen, kamuculuk görüşü uygulamadan kaldırılmış ve bu görüntü ile bugünlere gelinmiş olduğunu ifade etti.

Konuşmacıların neoliberalizm anlatımı tarihsel ve işleyiş modeli olarak fevkalade aydınlatıcı ve zihin açıcı oldu. Neoliberalizmin kapitalizmin tarihi bir aşaması ve bir durağı olduğu görüşü, neoliberalizmin kapitalizmle aşılması meselesinin kapitalizmin aşılması ile olası olduğu görüşüne dönüştürüldü. Panel tartışmalarında Türkiye’de yaşanan son gelişmeler de dikkate alınarak, kapitalizmin bir aşamasının değil, tüm sistemin dikkate alınması gerektiği görüşü işlendi.

Programın ikinci kısmı, benim 60 yıllık meslek yaşamıma bir pencere açmak ya da benim davranışlarım ve meslek yaşamımla ilgili bana bir görüntü sunmak olarak, bana çok derin görüntüler sundu ve bizzat kendimi anlamama ışık tutmuş oldu. Burada konuşmacılar lise yaşamımdan başlayarak asistanlık ve öğretim üyeliği dönemlerime dek hemen her alanda beni tanımladılar, beni bana tanıttılar. Belki de yaşamımda gördüğüm en büyük ve en anlamlı gerçek konulu bir tiyatro yaşadım. Tiyatronun başoyuncusunu bu kez bir seyirci olarak dışarıdan huzurla ve mutlulukla izledim. Yeni Ülke dergisinin bu yönüyle bana salt mutluluk değil, aynı zamanda da büyük ders vermiş olduğunu düşünerek, dostlara yoldaşlara teşekkür ediyorum. Kendi kişiliğimle ilgili konuşmalara bir son verelim ve şu ünlü kamuculuk meselesine girerek, kamuculuğu neoliberal dönemde neden bu denli öne çıkmaya layık olduğunu kısaca tartışalım.

Liberalizm kavramı, 1600’lerin sonunda yaşamış, 1704 yılında vefat etmiş olan John Locke’a kadar uzanır. Locke’un liberalizm tanımı emek-değer teorisinin de tarih sahnesine çıkışının tarihidir. Locke’a göre, üretimin yegâne sahibi emektir, çünkü sermaye yoktur ve üretimi yapan emektir. Bu sebeple Locke’u Marksist olarak kabul etmek anlamlı değildir, fakat öğreti nettir: genel çizgileriyle üretim faktörü ürettiğinin sahibidir. Bu anlatımla liberalizm fevkalade tutarlı ve adil bir görüştür.

Sermaye devreye girdiğinde işler değişirken, liberalizm kavramı değişmeden sermayenin liberalliğini anlatmaya soyundu. Çünkü üretimi yapan ve üretimi mülkiyetine geçiren sermayedir. İşte, neoliberalizm ya da genel ifadesiyle kapitalizm ile kamuculuğun tartışılması gereken eksen bu hat üzerindedir. Çünkü Lock’un emek değer teorisi ile kapitalizm bağlamında tartışılan emek-değer teorisi arasında şu çok önemli farklılıklara vardır:

– Locke teorisinde sömürü yoktur, kapitalizmde sömürü başattır;

– Locke teorisinde gelir dağılımı sorunu yoktur, kapitalizmde gelir dağılımı bozulma eğilimindedir;

– Lock’da krizler yoktur, kapitalizmde her alanda sürgit devam eden krizler vardır;

– Locke’da israf ve doğanın vahşi sömürüsü yoktur, kapitalizmde kararı kâr dürtüsü ile sermaye verdiği için israf ve doğanın sömürüsü vardır.

Kapitalizmin tanımında her alanda sömürü ve vahşet olduğundan ve bu durum kapitalizmin yaşamsal gereksinimi olduğundan, kapitalizmin çok çeşitli alanlarda oluşturduğu gelir dağılımı bozukluğu, doğanın tahribatı, insanın psikolojik yıpratılması ya da yoksulluk gibi alanları ve daha birçoğunu tartışmak anlamsızdır. Anlamsızdır, çünkü her bir alan ayrı ayrı tartışıldığında o alanlar tanınmakta, hatta zımnî olarak kabul edilmekte onlara kimlik verilerek, salt bu alanlarla ilgili çözümler üretilebilecekmiş gibi derin tartışmalara(!) girilmektedir.

Bu durumda, neoliberalizm kavramı da pek geçerli bir kavram değildir. Çünkü neoliberalizm, geçmişin sosyal demokrat vb gibi hormonlu ya da takviyeli kapitalizme(!)  karşın kapitalizmin en saf halidir. Kapitalizm en saf hali ile tarih sahnesine çıkmışken, tabii ki, insan da dâhil her şeyi her dokuyu sömürecektir.

Peki, bunun karşısında kamuculukla ne kastediliyor ya da kamuculuğun nasıl anlaşılması gerek? Birincisi, kamuculuğun geçerli alanlarında sömürünün olmaması ve katma değer üzerinde emeğin mutlak tasarruf hakkının olması demektir. Bu durum günümüz kapitalizmde adacıklar halinde oluşabileceğinden dolayı, tüm sistemde gelir dağılımının düzeleceğini, sömürünün ortadan kalkacağını ve tüm kapitalist patolojilerin yok olacağını düşünmek hayal olur, ancak böyle bir uygulama tüm sisteme örnek oluşturur.

Bu düşüncelerle kapitalist sistemde kamuculuk nedir? Kamuculuk üretimde kamu kesiminin bulunması kamuculuğun ilk zayıf halkasıdır. Kamu mülkiyetindeki işletmelerde de sömürü olmakla beraber, bir avantajı, kamu işletmelerinin kârları bütçeye kaydedilerek, kamu hizmetlerinde kullanılabilir. Ne var ki, sınıfsal kökenli kapitalist devlet kamu harcamalarını da sermaye lehine yaptığından dolayı sistem içinde kamuculuğun fazla bir önemi yoktur.

İşin daha başka bir boyutu da bu tür iğreti kamuculuğun reddedilmesini dahi gerektir. Bilindiği üzere, “görev zararı” olarak bilinen KİT zararları, kamu kuruluşlarından girdi alan özel kuruluşlara devletin sübvansiyon desteği gerekçesi ile fiyatlara müdahale eder ve oluşacak zararı kamu bütçesinden karşılar. Diğer bir deyişle, kamu kuruluşları özel sermayeye destek olma durumunda kamuculuğun tartışılacak bir yanı yoktur.

Türkiye’ye baktığımızda, gerçek anlamda kamuculuk uygulaması hemen hemen hiçbir dönem olmamıştır. 1930’lar devletçilik döneminde KİT’ler kurulmuştur. Fakat emekçiler ne yönetimde söz sahibi yapılmış, ne de katma değer üzerinde tam tasarruf edebilir konum kazanabilmişlerdir. Aynı şekilde, 1971 Anayasası ile de kamuculuk değil, bir tür devlet kapitalizmi uygulaması gerçekleştirilmiştir. Başka bir yazıda daha detaylı ele alınması gereken kamuculuk kapitalist sistemde iğreti kuruluşlar olup, çoğu halde özel sermaye birikimine katkı yapan sistem olarak görülebilir. Bu tür iğreti kamuculuğun belki tek olumlu yanı, ücret politikalarında ve bazı sektörlerde fiyat politikalarında devletin toplumsal yarar adına düzenleyici işlev görebilmesine olanak sağlayabilir olmasıdır. Bu konuların kalıpsal düşünceler şeklinde ele alınmayıp, devlet-sermaye-toplum bağlamında, çeşitli açılardan tartışılması ve kapitalizm içinde kamuculuk görüşüne karşın kapitalizme alternatif sistemler bağlamında kamuculuk konusunun tartışılması gerekir.