Postmodernizm felaketi ve deprem

Bu edebiyatçılar tabii ki neyin pazarlığı, neyin çabası içerisinde olduklarının farkındalar. Yaşanan felaketler tamamen kendi sınıfları yüzünden olduğu için sınıflarını kurtarma çabası içerisindeler. Kendilerini ideolojisiz göstermeye çalışan bu liberal aydınlar yaşanan felaketlerin sorumluluğunu halka yüklüyorlar.

Postmodernizm felaketi ve deprem

Hasan Çelebi

Kahramanmaraş depreminin ardından postmodernizmin maskaralığını bir kez daha gördük. Acı güzellemeleri, “melek oldu”lar, “güzel günlerde tutar gibi tut elimi baba”lar… Twitter’da şöyle bir eleştiri okudum: “Edebiyat acı üzerine hüzünlü cümleler kurmak değildir.” Kesinlikle öyle. Edebiyat, acı üzerine hüzünlü cümleler kurmak; hüzün üzerine acılı cümleler kurmak; cümleler üzerine cümleler kurmak; sadece cümleler kurmak değildir. Ama burjuva edebiyatçıların yaptıkları bunlardan ibaret. Yaşanan deprem felaketiyle ilgili bir şeyler yazmaya çalışan birkaç edebiyatçı var. Okuduklarımın içi bomboştu. Bu kadar büyük bir yıkımın nedenleriyle ilgili tek bir cümle bile yoktu. Sadece ‘edebiyat’ yapmışlar. Betimlemeler, hüzünlü cümleler, umut aşılıyor gibi görünen umutsuz ağıtlar…

New York Times’a yazan Orhan Pamuk, devletin yardım götürme ve müdahale etme konusunda yetersiz kaldığından bahsetmiş biraz. Videolarda gördüklerinden yola çıkarak dizdiği karlı, yağmurlu, betonlu, enkaz altında kalan çocuklu betimlemelerden öte pek de elle tutulur bir şey yok. Ne yıkımın sebebi var, ne en ufak bir politik eleştiri… Politiği geçtim, eleştiri bile yok. Gerçekleri neredeyse olduğu gibi anlatmış. Bunu gazeteciler de yapıyor. Pamuk sadece biraz estetik betimlemeler katmış. Edebî bir esermiş gibi yazmış. İdeolojisiz görünme çabasında kaleme alınmış bir yazıydı. Bu çabanın üstünü de “Kıyametten çıkma deprem sahnelerinin, insanlarda hem göz yaşartıcı bir dayanışma ve yardımlaşma duygusunu ortaya çıkardığını hem de paylaşma, başka tanık arama, iz bırakma, duyurma içgüdülerini canlandırdığını gördüm.” gibi dayanışma ve yardımlaşma mesajlarıyla örtmeye çalışmış.

Edebiyat dediğimiz şey sadece detaylı tasvirler yapmak, olanı dümdüz anlatmak, hislerini yansıtmak değildir. Edebiyatçı, tüm bunları yaptığı gibi yaşanan felaketin nedenlerine de inip bunlara ciddi bir eleştiri yöneltmelidir. Yoksa elinden yazı yığınından öte bir şey çıkmaz. Herkes edebiyat yapar, ama herkes edebiyatçı olamaz. “Okumuş insan emekçi halkına karşı sorumludur.” der Harun Karadeniz. Orhan Pamuk gibi yazarların halka karşı tek bir sorumluluğunu yerine getirdiğini söyleyemeyiz. Lüks evlerinde -belki de depreme son derece dayanıklı olan lüks evlerinde- sokağa tek bir adım atıp topluma inmeyen postmodernist yazarlar, “Halkın bu kadar öfkeli olduğunu daha önce görmemiştim.” diyor. Kendilerinin daha önce halkı gördüğünü sanmıyorum. Postmodernist edebiyatçılar topluma tepeden bakarak süslü cümlelerle onları anlatmaya çalışırlar. Sonra da “Halkın bu kadar öfkeli olduğunu daha önce görmediklerini” söylerler. Edebiyatçı, halktan uzak olamaz. Edebiyatçı, halkın acılarından kendilerine içerik üretiyorsa bu acıların nedenlerine eleştiri yöneltmek zorundadır. “Yazayım geçeyim. İnadına edebiyat yapayım.” düşüncesinde olamaz.

Düzgün bir politik (veya apolitik!) zeminde tek bir eleştiri sunmayan edebiyatçılarımız, sadece acının edebiyatını ve umudun umutsuz betimlemelerini yapan edebiyatçılarımız, halk hakkında tek fikirleri olmayan edebiyatçılarımız, kendilerini eleştirenleri hiç çekinmeden ‘estetik düşmanı’ ilan edebiliyor. Sanat, edebiyat, estetik; halktan kopuk bir şekilde halkı anlatma çabası içerisine girip vasat, gereksiz, para ve popülarite hırsıyla üst üste cümleler kurmaksa sanat düşmanı olmak normal karşılansa gerek… Acılar tazeyken, insanların psikolojisi yerle bir olmuşken, daha on binlerce insan -ölü ya da diri- enkaz altındayken, yaşanan felaketin ‘sadece edebiyatını’ yapmak doğru değildir. ‘Sadece edebiyattan kastım şu: “Başka tarafa bak, o tarafa bakma baba./Herkes görüyor acını. Üzgünsün, kahroldun.” “Gece ve sabah ara ara yağan kar üç beş saniyede yıkılan on beş on altı katlı binaları ve iki üç katlı binaların molozlarını, depremin bütün acısını, ölenlerle ölmekte olanları yavaş yavaş örtüyor.”

Şebnem İşigüzel’in Gazete Oksijen’de yayımlanan dizelerinde de ne bir eleştiri var ne bir anlayış. Sadece hüzünlü cümleler. Sadece umutsuzluk. Umutsuz cümleler şiirin tamamına yayılmış durumda. Herhalde en elle tutulur dizeler de şunlar: “Çünkü bizi bu mezar evlere mahkum edenlerin üzerine yürüyeceğiz daha.” … “Bu beton yıkıntıyı kaldırmaya gücün yetmiyor ama hak aramaya yetmeli.” … “Meğer bizi diri diri mezarımıza gömmüş birileri./Biraz daha para, rüşvet, görevi kötüye kullanma, ne ararsanız var.”

***

Postmodernist edebiyatçıların bu süreçte yaptıkları düpedüz insanların acılarından, devlet tarafından sahipsiz bırakılmasından, her şeylerini kaybetmelerinden faydalanmaktır. Dayanışma vurgusu tabii ki önemlidir. Ama neden sadece halk birbiriyle dayanışıyor? Devlet neden ortalıkta yoktu? Bu binalar neden yıkıldı? Neden insanlar böyle bir felaketi yaşamak zorunda kaldı? Tek bir cümle yok. Şunu tekrar gördük ki burjuva edebiyatçıları; devletin önlemsizliği ve organizasyonsuzluğu yüzünden, kentleri beton yığınlarına çeviren sermaye düzeni yüzünden her şeylerini kaybetmiş insanları, ailesini kaybetmiş insanları sadece içerik üretmek için kullandıkları birer araç olarak görür. Edebiyat bu değildir.

Bu edebiyatçılar tabii ki neyin pazarlığı, neyin çabası içerisinde olduklarının farkındalar. Yaşanan felaketler tamamen kendi sınıfları yüzünden olduğu için sınıflarını kurtarma çabası içerisindeler. Kendilerini ideolojisiz göstermeye çalışan bu liberal aydınlar yaşanan felaketlerin sorumluluğunu halka yüklüyorlar. İnsanları çürük binalarda oturdukları için suçluyorlar. Yaşananlardan kendi sınıflarının sorumlu olduğunun farkında olmayan edebiyatçılar varsa, farkındalık yaratmaya davet ediyorum. Zira kendileri ‘farkındalıklardan’ büyük bir zevk duyarlar: Acı pazarlama, anı satma, toplumdan kopuk bir şekilde yalılarında oturarak gettoları anlatma ‘farkındalıklarından..!’

POSTMODERNİZME NEDEN KARŞI ÇIKMALIYIZ?

Postmodernizm sadece bir edebiyat akımı değildir. Postmodernizm bir ideolojidir. İnsanlardan kopuk bir ideolojidir. İnsanları aşağılayan, akşam karnına ne girdiğini bilmediği, okullarda neler öğrendiğini bilmediği halka realiteden kopuk pembe dünyalar yaratma ve yaşananlardan dolayı kendini suçlu hissettirme çabasında olan bir ideolojidir. İnsanları kimliklere bölüp kutuplaştıran, halka cehâleti reva gören, insanların önlemsizlikten ölmesine ‘kader’ diyen bir ideolojidir. Kapitalizmin en yeni ve en ölümcül ideolojilerinden biridir. Ellen Meiksins Wood, postmodernizmi şöyle tanımlar: “Postmodernizm dünyayı esas itibarıyla parçalanmış ve belirsiz olarak görür; bütünsel kavramlarla kurulan savları, bütün ‘üst anlatıları’, dünyaya ve tarihe dair tüm kapsayıcı evrensel teorileri reddeder. Tüm evrensel siyasi projeleri, hatta evrensel kurtuluş projelerini de reddeder. Başka bir deyişle, çeşitli somut zulümlere karşı çok özgül mücadelelerin ötesine geçen insanlığın genel kurtuluşunu amaçlayan projeleri reddeder.” (Ellen Meiksins Wood, Kapitalizmin Geniş Kökeni, sf. 213-214  Yordam, Mart 2021)

Edebiyatta postmodernizmin çıkmazı, bireyi toplumdan bağımsız ele almakla başlar. Daha sonra toplumsallığı öldürüp bireyciliği körüklemekle devam eder. Bireyi toplumdan koparıp bireyciliği toplum üzerinde hakim kıldıktan sonra da acı pazarlamaya başlar. Tıpkı bugün gördüğümüz gibi. Yazarlar kendilerinin yaşamadığı ve belki de hiçbir zaman yaşamayacakları acıları, görmedikleri halkın acılarını anlatma çabası içerisinde gereksiz bir efor sarf ederek bir cümle enkazı oluştururlar. Üretim ilişkilerini, toplumsal ilişkileri, ekonomik krizi, halkın yaşamak zorunda bırakıldığı evleri, yiyemedikleri ekmeği hiçe sayarlar. Alamadıkları eğitimi, ulaşamadıkları bilgiyi görmezler ya da görmezden gelirler. Kendilerinin çok zeki olduğunu iddia eden bu ‘aydın’ güruh, -Nobel ödülleri vs. alan güruh- insanlara “cahil, geri zekâlı, üşengeç, bencil, ahlaksız” gibi ithamlarda bulunup öğütler vermeye başlarlar. Oysa bu durumların suçluları kendileridir.

Postmodern edebiyatta topluma dair pek bir şey bulamazsınız. Örneğin yazar seçkin bir burjuva karakter yaratır. Ona acılar yükler. Yolculuğa çıkarır. Tanıdığı kimsenin olmadığı bir yerde küçük bir daire tutup hiç dışarıyı görmeden dışarı hakkında garip düşüncelerini yazdırır. İnsanlardan bıktırır; ya terk-i diyâr eyletir ya da intihar ettirir. Hakaret ettiği topluma öğütler verdirip onları ‘yola sokmaya’ çalışır. Çünkü her şeyin en iyisini insanlardan soğuyanlar bilir!

Orhan Veli’den şu alıntıyı paylaşmak isterim: “Küçük burjuvanın hayatını anlatan, onun zaaflarını, onun adiliklerini dünyanın en büyük kahramanlıkları, en asil heyecanları gibi gösteren hikâyelerden illallah dedik artık. Bütün ıstıraplar aşktan doğuyor. Oysaki öte yandan milyonların, milyarların ıstırabı var. Ama ne yazık ki biz o insanı tanımıyoruz. Girmişiz küçük burjuvanın içine, yuvarlanıp gidiyoruz. Başka cemiyetlerin, başka sınıfların adamı olduğumuzu bile bile. Bizim dertlerimiz, içinde yaşadığımız adamların dertlerine benzemiyor. Ne parada gözümüz var, ne pulda. Geçenlerde bir kadın, ‘Benim için şiir,’ diyordu ‘beyaz bir otomobildir.’ Biz, en küçük menfaatlerini bile korumaktan âciz zavallılar, nasıl onlarla bir oluruz.” (Orhan Veli Kanık, “Hoşgör Köftecisi”, YKY, 2022)

Postmodern edebiyat genellikle sadece acı ve umutsuzluk üzerine kuruludur. Postmodernist edebiyatçılar, her şeyi tüm gerçekliğiyle anlattıklarını iddia ederler. Genellikle dünyanın sadece acıdan ve hüzünlerden meydana geldiğini düşünürler. Gerçeklik konusuyla ilgili sözü yine Orhan Veli’ye bırakıyorum: “Réalisme’i artık başka türlü anlamalı. Bir eser, içine dünyanın en çirkin realitelerini doldurmakla réaliste olmaz. Sefaletleri, ıstırapları, sınıf tezatlarını en keskin hatlarıyla canlandırmak isteyen çok kere mübalağaya düşer. Dünyayı hep kara gözlükle görmek, pertavsızı sadece pisliklerin üzerinde dolaştırmak bence romantisme’in ta kendisidir. Yirminci yüzyıl adamınınsa romantique olmaya hakkı yok artık. Cemiyete faydalı olabilmek, insanları, söylediklerimize inandırmakla mümkün.” (Orhan Veli Kanık, “Hoşgör Köftecisi”, YKY, 2022)

Postmodern edebiyat, bardağa boş tarafından bakmayı ya da hiç bakmamayı tercih eder. Üretim ilişkilerini; üretim ilişkilerinin sonucu olan ekonomik krizi, eğitimsizliği, ‘ahlaksızlığı’, felaketleri, ölümleri, katliamları görmeyen postmodernizme bu yüzden karşı çıkmalıyız. İnsanlık hakkında tek bir düşüncesi olmayan postmodernistler, tanımadıkları halka üstten bakarak insanlığı aşağıladıkları, onurlarını kırdıkları, hakaretler savurdukları için postmodernizme karşı çıkmalıyız. Yarının emekçi sınıfın elleriyle kurulmasını hazmedemeyen liberallerin halka düşmanca bir savunuculuğunu yaptığı, kapitalizmin gününü kurtarma çabası içerisinde olduğu için postmodernizme karşı çıkmalıyız. En önemlisi de bireyi ve toplumu kendi gerçeklerinden koparmaya çalıştığı için postmodernizme karşı çıkmalıyız.

Yazıya Orhan Kemal’in şu sözleriyle son vermek isterim: “Toplumcu bir yazarım. Bireyin gerçek mutsuzluk ya da mutluluğunun, içinde yaşadığı toplum düzeninden gelebileceğine inanıyorum. Hikâye, roman, tiyatro oyunlarımın da bu inançtan hız alacağı doğal. Çağımızın pek çok toplumları gibi, içinde yaşadığımız kendi toplum düzenimizin de insanlarımızı mutlu kılmaktan uzak olduğu su götürmez. Ben hikâye, roman, tiyatro oyunlarımla bozuk düzenimizin nedenlerini insanlarımıza göstermek, onları uyarmak, gösterip uyarmakla da kalmayıp bu bozuk düzeni düzeltmeye çaba göstermelerini, bu çabayı elbirliğiyle göstermemiz gerekliliğini yanıtlarım; yanıtlamaya çalışırım.” (Varlık, 15 Ocak 1966)