Gençlerle dertleşme: Bir dokun bin ah işit (I)

Piyasacı ve laikliğin sulandırıldığı, fırsat eşitsizliğinin yaygınlaştığı koşullarda, eğitim sisteminden zaten öğrencilerde farkındalık yaratması zayıf bir olasılıktır.

Tülin Tankut

Son günlerde değişim kavramı dünya genelinde dillerden hiç düşmüyor. Küresel medya sayesinde en çok gençlerin değişim istediklerini öğreniyoruz; hem de öyle böyle değil, özellikle neoliberal politikalardan zarar görmüş olanlar pek öfkeli; özgürlük diyorlar, başka bir şey demiyorlar. Bu durum tabii gençlik tanımlarını da değiştirdi. Örneğin tarım toplumunda genç olmak, kentte çalışan gençlik, okuyan gençlik gibisine sınıflamalar yapılmıyor. Günümüzde bir Z kuşağı (internet genci) tanımıdır gidiyor. Öte yandan varolan toplumun genel yapısının çözüntüye uğrama olasılığı belirirken insani ilişkilerinin yerine ne konulacağı sorunu çıkıyor ortaya.

Kuşak tanımı modasına uyarak gençlerle dertleşmeye K kuşağıyla başlayalım. İngiliz bilim insanı ve araştırmacı Noreena Hertz, 1995- 2002 yılları arasında doğan, yaşları 13- 22 arasında değişen gençleri K kuşağı olarak adlandırıyor. Teknolojinin çok geliştiği bir ortamda doğan bu kuşak için ezcümle, ‘dünyayı değiştirecek kuşak’, deniyor. Bu nasıl gerçekleşecek, henüz gündemde değil. Bazı çevrelerin K, karamsarlar kuşağı saptamasıysa bizim gençlerimize de yabancı olmadığından üzerinde durulmasında yarar var. Örneklerine her gün TV gündüz programlarında rastladığımız ekran yüzleri, sanıldığı gibi yalnızca bize özgü sorunları değil, dijital iletişim sayesinde haşır neşir olduğumuz küresel kültürün etkilerini de yansıtıyor.

Bu gençlerin çoğu, yaşam gerçekliğinden uzakta, bulutların üzerinde geziniyorlar. Yaptıkları rastgele tercihleri sorgulamadan doğru yolda oldukları sanısıyla, bağımsızlıklarını kazanıp diledikleri gibi yaşayacaklarına inanıyorlar. Disiplinden hazzetmiyorlar; kurallara uymaktan, sorumluluk almaktan kaçıyorlar. Aile bağları oldukça zayıf; çoğunda bunun başlıca nedeni yoksulluk: ebeveynlerini beğenmiyorlar; çocuklarına, reklamlarda gördüklerinin çok altında bir yaşam sundukları için onlara karşı öfkeliler. (Oysa ailenin yoksulluğunun başta gelen nedeni, halkın yoksullaşması değil midir?) Baskı altında, en çok da aile baskısıyla yetiştiklerinden çoğu yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmiş.

Aile konusunda kabaca bir genellemeye gidersek; her ülkede kent-kırsal, cinsiyet, fark etmiyor, cep telefonları gençlerin bedenlerine eklenmiş bir organ olmuş adeta. Sosyal medya kullanma, video çekip paylaşma, dijital alemi köşe bucak araştırma v.b. faaliyetlerle görünür olmak, çevrenin ilgisini üzerinde toplamak, beğenilmek için büyük çabalar harcıyorlar. Öte yandan tüketim toplumu varlığını sürdürebilmek için reklama ihtiyaç duyar; çocuk ve ergenin reklamlardan etkilenmesi daha kolay oluyor. Medya, tüketimi artırmak için sınır tanımıyor. ( Cep telefonlarına düşen bıktırıcı reklamlardan herkes şikayetçi ama hiçbir denetim yok.)

Reklamların sosyal medyayı sarmasıyla arama motorları aracılığıyla internette pazarlama yöntemleri öğretiliyor. Dijital pazarlama hizmetleri genişliyor. Reklamlar bireye, kullandığı ürün sayesinde özgüveninin artacağını telkin ediyor. Bunlara kayıtsız kalmak mümkün mü; hele gençler için? Gerçekler ve yanılsamalar haliyle bir dolu sorun yaratıyor. TV gündüz programlarının görünür kıldığı bu sorunlar, kırdan kente göç nedeniyle geniş kitleleri ilgilendiriyor.

Yarı feodal ilişkilerin sürdürüldüğü bölgelerde ve muhafazakâr kesimde aileler, çocuklarıyla iletişim kurmakta zorlanıyor. Aile içinde ilişkiler gerilimli, çatışkılı bir biçimde yaşanıyor. Tüm ilişkilerde kişilerin sevgileri de nefretleri de anlık; sevgi pamuk ipliğine bağlı, bir gün içinde çok sevilen kişi, birden nefret edilen oluveriyor. Ekranlarda sıklıkla rastlandığı gibi, çiftlerin bir gün önce aldıkları barışma kararı, ertesi gün ayrılma kararına dönüşüveriyor. Kimilerine göre “değerler erozyonu”, kimilerine göre modern- muhafazakâr çatışkısı, fark etmiyor, ailelerin çocuklarının başına gelenleri anlayamamaları yüzünden çocuk yaştaki gençler evden kaçabiliyor; çılgın arayışların peşine düşerken fantezi dünyasından sıyrılamayıp pusuda bekleyen uyuşturucu ve suç çetelerinin eline düşebiliyor. Kayıpları bulmaksa, mobese ve cep telefonu kayıtlarının izlenmesiyle zor olmuyor. Yetiştirilme biçimi nedeniyle kızlar daha kolay kandırıyorlar. Kaçmadan önce güvendikleri kişilere aşırı bağlılık gösteriyorlar; ihanete uğradıklarında örneğin, “babamı çok severdim ama beni on dört yaşımda başlık parası için evlendirdi, türü yakınmalar başlıyor.

Layüsel ilişkilerden doğan çocuklarsa, henüz anne- baba sorumluluğunu taşıyamayacak kadar deneyimsiz gençlerin ihmali nedeniyle ortada kalıyor ya da devlet koruması altına alınıyor. Devlet korumasından yararlanan çocuk sayısının hızla artışında gençlerin sorumsuzluklarını onaylama, özendirme, teşvik etme konusunda küresel medyanın rolü büyük ama ya bizim medya, üzerine düşen sorumluluğu yerine getiriyor mu, denetleniyor mu?

Temel ihtiyaçlar: Cinsellik de yeme, içme, barınma, güvenlik gibi içgüdüsel ihtiyaçlarımız arasındadır. Ancak, dünya genelinde hayatta kalmanın olmazsa olmazı, denilen bedenin ihtiyaçları sorunsuz karşılanamıyor. Gençlere bir dokun bin âh işit… Çoğunluk karnının doymadığından, açlıktan yakınırken azınlık, kötü beslenme yüzünden (fast-food, gazlı içecek, içki, aşırı vitamin kullanma v.s.) sağlığından oluyor. Peki, dünya nimetlerinden vazgeçmiş keşişler gibi, cinsel varlığından vazgeçmesi beklenebilir mi gençlerden? Bedenin ihtiyaçları elbette ki karşılanmalı; ancak cinsellik konusunda uzmanlık alanına girmeden yinelemek gerekirse; ekonomik kriz derinleştikçe yoksulluğun kalıcılaşması olasılığı artıyor ve bunun doğuracağı genç işsizliğinden cinselliğe, evlenmeye varasıya, toplumsal sorunların çözüme kavuşturulması aciliyet kazanıyor. Sonuçta, küreselleşen dünyada gençlik sorunları da iklim krizi, buzulların erimesi, nükleer savaş tehditi v.b. pek çok sorun gibi, ancak küresel işbirliğiyle çözülebilir.

Acaba gençler, hele son yıllarda sayıları giderek artan, yurt dışında okumaya, çalışmaya niyetlenenler, durumun ne kadar farkında? Sözgelimi, eğitim sistemindeki 4+4+4 modeli ne işe yaradı? Çocukların eğitimden koparılıp iş yaşanma yönlendirilmesine…Piyasacı ve laikliğin sulandırıldığı, fırsat eşitsizliğinin yaygınlaştığı koşullarda, eğitim sisteminden zaten öğrencilerde farkındalık yaratması zayıf bir olasılıktır. Peki, eğitim, hukuk, sağlık gibi laik kurumların kamusal alandaki işlevlerini dini toplulukların üstlenmeye kalkışması kabul edilebilir mi? Bilim kuruluşları, üniversiteler susturuluyor. Konjonktüre uygun İslami yorumlara baş vurarak, dini duygularla oynama, siyaset dünyasını da sarmış durumda. Ama her şeye karşın tek tek insanlar iyi yaşamanın yollarını arıyor. Dindar bilinç, bunu gerçekleştirmek için “öte dünya”yı (öldükten sonraki ikinci yaşamı) işaret ediyor. İnançlarından vazgeçmeden tercihini; demokratik, laik, hukuk devletinden yana koyanlarsa çoğunluğu oluşturuyor.

Ancak, küresel kapitalizmin tırmanan ekonomik krizi yüzünden, ülkelerin şoven milliyetçi olmaya zorlandığı bir küresel iklimde yaşarken duygusal tepkilerle hareket ederek rasyonellikten uzaklaşabiliyoruz. Unutmayalım ki duygular özneldir ve etiği duygulara dayandırmanın sonuçları ağır olur. (Hollanda’da Kur’an yakma, Danimarka’da buna Türk bayrağına saldırı da ekleniyor. İngiltere’de camiden çıkan yaşlı adama saldırma v.b. eylemler. Örnekler sayılamayacak kadar çok.) Mülteciler, gittikleri ülkelerde yaftalanıyor, kriminalize bile edilebiliyor. Irkçılığın – ki bilimsel bir tanımı yok- hortlaması karşısında Batı ne yapıyor? (Son haber: Fransa’da ‘Göç Yasası’ gündemde; yabancılar, ülkelerine geri gönderilecekler.) Dinsel, toplumsal, politik v.b. tüm düşünce ve inançlarımızı sorgulamadan, bunları fanatiklik düzeyinde sahiplenmek, dünya barışı için tehlike oluşturuyor. Ortadoğu’da, ırk, din, mezhep, dil v.b. kimlikler üzerinden politik karşıtlıkların yaratılmasının, toplumlara nasıl felaket getirdiğini görüyoruz. (1) İğneyi kendimize batırırsak; İstanbul’da liseli gencin futbol galibiyetini Nazi selamıyla kutlaması son derece düşündürücü; dileriz, postmodern bir hoşluktan (!) ibaret olsun. (2) (“Aşırı bölünmüşlük, farklı olanların biraradalığını sağlayacak olan iradeyi ortadan kaldırabilir.” (Catherine Mallu)

Bütün bu olumsuzların müsebbibi, piyasa ekonomisine dayalı küreselleşme, can çekişirken (ABD, İsviçre bankalarının başına gelenler) onun yerini nasıl bir “küreselleşme”nin alması bekleniyor? ( Think- tank’ler işbaşında ! ) Aklı selim sahibi, bağımsız uzmanlara göre, tek tek ülkeler sorunlarından ancak küresel işbirliği ve eşgüdümle kurtarılabilir. İleri kapitalist ülkelerin başını çektiği, dünyayı işgal eden tüketim kültürü, bu ülkelerin kendi yurttaşlarını bile isyan ettirirken tüketici değil, kullanıcı olma yolunda arayışlara iterken K kuşağı, kendisine atfedilen dünyayı değiştirme misyonunu, üretim ve paylaşımın eşit olmadığı kapitalizmle hesaplaşmaksızın ve dünyayı kana bulayan emperyalizme karşı durmaksızın gerçekleştirebilecek midir?

Öte yandan bilgi araçsallaştırıldı, sermayeye hizmet etmesi için kullanılıyor. Bilimsel araştırmalar para getirecek alanlara kaydırılıyor, bu alan silah sanayi olsa bile. Küresel şiddetin artışı karşısında ne diyeceğiz? Silah internet üzerinden kolayca satın alınabiliyor. Bıçak, çakı, v.d suç aletleri gençlerin, öğrencilerin ellerinde. Şiddet dürtüsünü kışkırtan, yalnızca sinema, diziler, internet oyunları mı? En masum TV programlarında bile kullanılan dilin, davranış biçimlerinin hiç mi rolü yok? Geliştirici olması gerekirken üste çıkmak için yapay öfke patlamaları, hakaret, aşağılama- yemek ve kadın programlarında bile- ortada hiçbir şey yokken, reyting uğruna “kurgulanmış” ağız dalaşları… Batı’ya bu kadar mı özeniyoruz? Şiddet haberi için en yaygın veri kaynağıysa aile ortamı. Aile içi şiddet filmlere, dizilere konu oluyor. Artık her şey ekranlarda uluorta konuşuluyor. 6 Şubat depremi sonrasında bile kadın cinayetleri, gasp olayları dinmek bilmedi. Hemen ekleyelim, sorunlar dar gelirli kesimlere mal edilemez; üst gelir gruplarında da görülüyor.

K kuşağı, içinde bulunduğumuz post modern atmosferin yarattığı belirsizlik karşısında gelecek umudunu nasıl yeşertecek? Liberal görüşe dayanarak mı? Gencin siyasal tercihini, kendi ihtiyaçlarını sağlayacak olandan yana kullanması beklenir doğal olarak. Liberal görüş, emek sömürüsünü kapsamamaktadır. Örneğin dünyayı seller, fırtınalar, orman yangınları götürürken, şu sıralar bizde depremde canı yanan aileler ve dar gelirliler, ekonomik deprem mi gelecek, kaygısı içinde yaşama tutunmaya çabalarken liberal görüş ne işe yarar? Bazı gençlerin dillerine vird ettikleri özgürlük söyleminin de yaşama geçirilmek istendiğinde yeterince somut olmadığı görülüyor. (3) K kuşağına nâçizane hatırlatmak isteriz:” Gerçekliği sosyal varlığımızın bütünlüğü çerçevesinde kavramak”tır aslolan. Günümüzde yaygın olan siyaset; dini, etnik, mezhepsel kimlik üzerinden yapılıyor; sosyal haklar ve insan hakları üzerinden yapılanı, siyaset dünyasını cezbetmiyor.

Ayrıca bireysel sorunlarına hapsolmuşluktan kurtulup toplumsal sorunların, kişinin kendi sorunlarından ayrılamayacağını görme sorumluluğunu içselleştirmek önemli ama o da dünyayı değiştirmek için yetmiyor; keza, bilim, sanat, edebiyat, sinema, medya v.b. alanların da masum olmadıklarını kavramış olmak da… Uyarı niteliğindeki şu söze kulak vermek tüm gençler için önemli değil mi: “ Hareket etmeyen zincirlerini fark etmez.” (Rosa Luxemburg)

Sonuç olarak, yanıtlanmayı bekleyen pek çok sorun var. (sürecek)

DİPNOT:

1) Nazi vahşetinden ders alınmamış olacak ki, benzer olaylar dünyanın her yerinde yineleniyor.

2) Avrupa’da sağ partiler yükselişte; şoven milliyetçilik tırmanırken ülkelerindeki toplumsal sorunların yabancı çalışanlardan kaynaklandığı propagandasıyla epeyce oy topluyor. Son yıllarda özellikle Müslümanları hedef alan söylemleriyle yasa dışı Nazi örgütlenmelerinin yasal zemine yerleşmesine yol açmıyorlar mı?

3) Özgürlüğün beşiği Fransa’da ilkesiz siyasetin yakın tarihteki bir örneği: Cumhurbaşkanı E. Macron, emeklilik yaşını yükseltme kararına karşı milyonların sokak protestolarını hiçe sayarak geri adım atmadı. Ama serde liberal görüş var, bir de savunma yaptı; Neoliberal kapitalizmin rekabetçi dünyasında, Fransız halkının emeklilikte hayalini kurdukları entelektüel uğraşlara daha çok zaman ayırma özlemini dile getiren kültürel hakkını çiğnemekten başka çaresi olmadığını itiraf etti. Doğru söze ne denir?! Demokrasi bilincinin yüksekliğiyle öğünen Batı’nın marifetleri biter mi?