Devletin serencamı

Yaşadığımız deprem felaketi devletin boş bıraktığı alanın yardımlarla, bağışlarla doldurulamayacağını gösterdi. Bölgede arama kurtarma aletlerinden vinçlere, çadırdan nakliyeye kadar depremzedelerin zorunlu ihtiyaçlarını karşılayan bir afet sektörü oluştu.

 Türkiye’de 1990’lı yıllarda gündeme gelen özelleştirme ve yabancılaştırma politikalarına yüksek sesle karşı çıkanların başında sosyalistler geliyor. Kapitalist küreselleşmenin misyonerliğini yapan liberaller, o dönem bizlere arkaik homosapien muamelesi yapardı. Her şeyi devletten beklemeyin söylemini yüceltenler, önce yalnızca kâr etmeyen kuruluşlar özelleştirilecek diye kamuoyunu ılıştırdılar, sonra da kârlı ve stratejik kurumları özelleştirdiler.

AKP, iktidara gelir gelmez kamu kaynaklarını özel şirketlere aktarmaya başladı. Agresif bir yaklaşımla TÜPRAŞ, PETKİM, SEKA, TELEKOM gibi kamu kuruluşları özelleştirildi. Neoliberalizm, sosyal devlet geleneğini temelden sarstı. Küresel kapitalizmin pazarı olmayı benimseyen AKP, üretimle değil inşaatla büyümeyi yeğledi. Neoliberal politikalar, kamu kaynaklarının yandaş sermaye, mafya ve tarikatlar arasında bölüşülmesine dönük rant düzeninin kılıfı oldu. İktidar sahipleri de para trafiğini yöneterek hukuk ve etik dışı kaynak paylaşımından nemalandı.

AKP, halktan dolaylı ve dolaysız yollardan yüksek oranlı vergiler toplasa da anayasada yer alan sosyal devlet ilkesine uygun davranmadı. Güvenlik, sağlık, eğitim, barınma, istihdam gibi temel insan haklarını ilgilendiren konularda sorunlar büyüdü. Sağlık ve eğitim alanı ticarileştikçe yaşam standardı giderek düşen geniş kesimler, güvencesizliğe mahkum oldu. İktidarın paydaşlarına aktardığı kaynaklar nedeniyle kamu yatırımları günden güne azaldı; hizmetler nicel ve nitel açıdan yetersiz hale geldi.

Nerede bu sosyal devlet?

Bilindiği gibi tek adam rejiminin temel felsefesi, devletin şirket gibi yönetilmesine dayanıyor. Bazı bakanların şirket patronlarından seçilmesi bunun en temel göstergesi. Turizm Bakanı’nın otel yapmak için orman arazilerini şirketine tahsis etmesi ya da Ticaret Bakanı’nın yönettiği bakanlığa dezenfektan satması, rejimin salt kendine çalışanlara hizmet ettiğini gösteriyor.

Farklı amaçlar için örgütlenmiş sosyal yardım kurumlarının bile kâr odaklı şirketlere dönüştüğü deprem felaketiyle ortaya çıktı. Son günlerde tartışmaların odağı haline gelen Kızılay’ın çadır sattığı anlaşılınca kurumun başkanı, önce bu durumun ahlaki, akılcı ve yasal olduğunu söyledi.  Daha sonra gerek muhalefet, gerekse iktidar çevrelerinden gelen sert tepkiler karşısında çark edip sorumluluğu çalışma arkadaşlarına yükledi. Günah keçisi haline getirilerek istifası istenen Kızılay başkanı, gerçekte  tek adam rejiminin felsefesine aykırı düşmüyor. Anımsarsak Erdoğan, “paranın dini, imanı, milleti, vatanı olmaz, para paradır” demişti [1].

Dolayısıyla Saray’ın emir erleri bu düstura göre hareket ettikleri için destur demeyi bilmiyor,  afetleri bile ticari fırsata çeviriyor.

Yaşadığımız deprem felaketi devletin boş bıraktığı alanın yalnızca yerel yönetimler, siyasal partiler ve gönüllülerle doldurulamayacağını gösterdi. Bölgede arama kurtarma aletlerinden vinçlere, çadırdan nakliyeye kadar depremzedelerin zorunlu ihtiyaçlarını karşılayan bir afet sektörü oluştu. İnsanlar afet sürecinde bile piyasanın insafına terk edildi. Olağan dönemde yurttaşını fahiş zamlar ve yüksek vergiler altında ezdiren bir iktidarın olağanüstü dönemde etkisiz kalması doğal olarak tepki uyandırıyor. Cumhurbaşkanımızın talimatı, bırakın çadırı temiz su ihtiyacını dahi karşılamaya yetmiyor… Devlet nerede diye feryat edenler, devletin kutsal yanını değil sosyal yanını sorguluyor. Ne var ki iktidarlar devletin sosyal yanını örseledikçe kutsal yanını da zedeliyor. Her şeyi devletten beklemeyin söylemi, toplumu gitgide devletten hiçbir şey beklemeyin noktasına getirdi. Deprem felaketinden sonra helallik isteyenlerin öncelikle “devlet mi insan içindir yoksa insan mı devlet içindir?” sorusunu yanıtlaması gerekiyor.

Rus ruleti

Bugün her kesimden insan depremde enkaz altında kalma korkusu yaşıyor. Ülkede can güvenliği sorunsalı gündemin baş köşesine oturdu. Derin yoksulluk, işsizlik, pahalılık gibi mevcut sorunlar, depremin de etkisiyle yakıcı hale geliyor.

Seçim sürecinde yürütülecek kampanyalar, can güvenliği, barınma ve insani gereksinimlerin karşılanması gibi temel konularla biçimlenecek. İzleri yıllarca silinemeyecek bu felaket, hoş ve boş siyasi söylemler dönemini de kapattı. Halk artık ayağı yere basan somut ve gerçekçi vaatler bekliyor. Dolayısıyla siyasal partiler, deprem bölgesinde daha çok görünmek için birbiriyle yarışacak.

İktidar, ya hep ya hiç yaklaşımıyla elindeki tüm baskı aygıtlarını kullanarak adeta bir Rus ruleti oynuyor. İşin acı yanı, böylesi tehlikeli bir oyun için halk sürekli kışkırtılıp kumar masasına çağrılıyor. Köprüden önceki son çıkışta Akşener de iktidarın bu çağrısına ortak oldu. Cumhur İttifakı, hem suçlu, hem güçlü dedirten bir nobranlıkla halkı karşısına alırken İYİ Parti lideri de ona uydu. Toplumda değişim sancısının yaşandığı her dönemde olduğu gibi derin devlet, statükoyu korumak için milli iradeye  tuzaklar kuruyor. Kimlerin halksız bir devleti kutsallaştırdığını 1990’lı yılları yaşayanlar çok İYİ  biliyor…

 Verdikleri sözleri, ettikleri yeminleri kusuyorlar üzerimize; çürümüş ahlak kokusu sardı yurdun her yanını.

 [1] https://www.dailymotion.com/video/x6rsm1u