Boğaziçi Direnişi üzerine düşünceler

Bütün eylemlerde Boğaziçi’nde yaşananların sadece Boğaziçi’nin değil, tüm akademinin sorunu olduğu anlatılmalıdır. Tek bir yerde yürütülen bir eylem, zaman içerisinde ister istemez heyecanını yitirir, kamuoyunun ilgisi başka yere kayar ve en kötüsü kanıksanır.

Uzunca bir süredir üniversiteler çok sessiz. Yıllardır elde edilmiş olan kazanımlar tek tek ve neredeyse direnilmeden terk ediliyor. Artık üniversitelerde seçim yok; hemen hemen tüm rektörlerin AKP ve/veya tarikatlarla doğrudan ve kanıtlanabilir bir bağlantısı var. Akademik yükselmeler tarihte görülmemiş bir gerilikte; hak etmenin değil de iktidarla yakın olmanın bu derece geçerli olduğu başka bir dönemi ne anımsıyorum ne de okudum. Kimi çevrelerin fazlaca önemsediği uluslararası üniversite sıralamalarında da Türkiye hızla geriliyor… Bu liste uzar gider ama daha kötü olanı üniversitelerin olana bitene duyarsız kalması. Üstelik kayıplar üniversiteyle de sınırlı değil; Cumhuriyetin tüm kazanımları elden giderken akademi yine sessiz.

Bunca olumsuzluğa karşın Boğaziçi Üniversitesi’nde süren direniş, hala bir umudun olduğunu gösteriyor. Biliyorsunuz, 2 Ocak 2021’de Melih Bulu’nun Recep Erdoğan tarafından rektör olarak atanmasıyla başlayan protestolar, Bulu’nun görevden alınmasının ardından da sürüyor. İki yılı aşkın bir süredir devam eden direnişte, Boğaziçili akademisyenler bir araya gelerek rektörlük binasına sırtlarını dönüp, Bulu’nun ardından rektörlüğe atanan Naci İnci’yi ve onun uygulamalarını protesto ediyorlar. Gerçekten de bir eylemi böylesine uzun soluklu hale getirmek çok önemli, çünkü artık Boğaziçi direnişi sadece Boğaziçi için değil, Türkiye’nin tüm üniversiteleri için. Evet, Boğaziçi önemli ama bir de uzayan bir eylemin etkisini yitirme riski var.
Akademide kaldığım süre içerisinde örgütlü mücadelede yer alan, buralarda yöneticilik yapan, bu konuda çok sayıda panel, konferans konuşması yapıp, yazan birisi olarak, deneyimlerim iki noktaya özel önem vermek gerektiğini söylüyor:

İlki, tek başına öğretim üyesi eylemlerinin başarıya ulaşma şansı fazla olmaz. Yapı olarak öğretim üyelerinde (bunu bir özeleştiri olarak da değerlendirebilirsiniz) uzun soluklu mücadele için bazı eksikler vardır. Öğretim üyeleri, eylemin heyecanını sürdürmekte ve kitleselleştirmekte ciddi sıkıntılar yaşar. Bu noktada öğrenciler kolayca sorunu çözebilmektedir. Ayrıca öğretim üyelerinin ‘bireyci’ yapıları ve üniversitenin diğer bileşenlerine göre ‘tuzu kuru’ olmaları, uzun süreli eylemler için engel çıkartmaktadır. Bu sorun için de üniversite çalışanları etkin bir panzehirdir. Sınıfsal yapıları ve sorunların yaşamlarını somut olarak etkilemesi, uzun süreli eylemler için birebirdir. Demek istediğim, öğretim üyesi, öğrenci ve emekçi birlikteliği bir zorunluluktur. Araştırma görevlilerinin hem öğrenci hem öğretim üyesi hem de çalışan özelliklerinden dolayı, bu birliktelikte yaşamsal önemi vardır. Deneyimler, araştırma görevlilerinin her üç kesim arasında bir tür tutkal işlevi gördüklerini göstermektedir.
Elbette bu, öğrenci ve emekçinin eyleme katılması, sadece istemekle gerçekleşmez. Ancak Boğaziçi çalışanlarının toplu iş sözleşmesiyle ilgili ciddi sorunları olduğunu basından izlemiştim. Yine son günlerde yönetimi destekleyen Boğaziçi Üniversiteliler Derneği’nin düzenlediği konserdeki ‘hanımlara özel’ ibaresi dikkat çekiyordu. Burada yapılması gereken, çalışma koşullarının bozulması, üniversitenin gericileşmesi ile öğrenci ve öğretim üyelerinin yaşadığı antidemokratik uygulamaların ‘aynı sorunun farklı yansımaları’ olduğunu gösterebilmek. Bence bu da tam öğretim üyelerinin kolayca yapabileceği bir iş.

Gerçekten de büyük kazanımlar böyle bir yaklaşımı gerektirmektedir. Geçen yıl şunları yazmıştım: “Ancak 1977 yılındaki olaylar ODTÜ tarihinde bir dönüm noktasıdır. Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki Milliyetçi Cephe hükümeti, ODTÜ Mütevelli Heyeti’ni değiştirmiş, onlar da MHP’li Hasan Tan’ı ODTÜ’ye rektör atamıştı. Amaç, ODTÜ’yü değerlerinden koparma ve faşistleştirmeydi. Buna karşı öğrenciler, öğretim üyeleri, üniversite çalışanları ve hatta öğrenci aileleri dokuz ay boyunca direndi. Çok sayıda öğrenci ve akademisyen saldırıya uğradı, darp edildi, yaralandı. Öğretim üyelerinin evleri, arabaları bombalandı. Bir öğrenci öldürüldü, çok sayıda öğrenci hapse düştü. Sonuçta dokuz aylık mücadelenin sonunda Hasan Tan istifa etti ve ODTÜ gerçek bir üniversite olduğunu kanıtladı.” (1)

Örnekler çoğaltılabilir ama üniversite bileşenlerinin ortak mücadelesinin zorunluluğu değişmez.

Önem verilmesi gereken ikinci nokta, Boğaziçi direnişinin diğer üniversiteler ile paylaşılması. Her üniversitede aynı şeyler yapılsın demiyorum ama üniversitelerin kendi özgül koşulları dikkate alınarak, uygun olan her üniversitede Boğaziçi eylemlerini unutturmayacak işler yapılmalıdır; panel, bildiri, dilekçe, rektörlüğe sırtını dönme…artık ne yapılabiliyorsa. Bütün eylemlerde Boğaziçi’nde yaşananların sadece Boğaziçi’nin değil, tüm akademinin sorunu olduğu anlatılmalıdır. Tek bir yerde yürütülen bir eylem, zaman içerisinde ister istemez heyecanını yitirir, kamuoyunun ilgisi başka yere kayar ve en kötüsü kanıksanır. Bunların yazarken aklıma Yunanistan işçilerinin eski eylemleri geldi. Tek bir sektörde yapılan grevin etkisinin sınırlı olduğunu bildiklerinden, grevle istediklerini elde edemezlerse eylemi sistematik bir biçimde diğer sektörlere kaydırırlardı. Örneğin temizlik işçileri grevine bir süre sonra hava yolları, yine sonuç alınamazsa basın emekçilerinin katılması ve bu şekilde yeni sektörlerin eklenmesiyle devam etmesi gibi. Elbette eylemlerin yaygınlaşması için ülke çapında etkinliği olan bir örgüt gerekir.
Sonuçta diyorum ki, madem Boğaziçi eylemi hepimiz için, o zaman hepimiz katkıda bulunmalıyız; tek tek her öğretim üyesi ‘ben bu mücadele için ne yaptım’ diye kendisine sormalı.

(1)https://gazetemanifesto.com/2021/universite-ne-zaman-universite-olur-471152/