Bakış açısı: Deprem felaketinde gözümüzden kaçmayanlar

Yaşadığımız bu felakette payı olanlara ilişkin tepkiler büyüyor, suç duyurularıysa artıyor. Mazeret bulmak çok zor; toplumsal yarara değil, kârına bakanları aklamak için.

Tülin Tankut

Ülkeyi yasa boğan 6 Şubat depreminin haberlerini ekranlarda gün be gün izlerken söz ve görüntü bombardımanı altında içlerinden ayıklama yapmak kolay olmuyor. Sayıları giderek artan can kayıplarımıza ve geride kalanların acılarına içimiz yanarken böyle bir ortamda olmaması gereken durumlarla karşılaşıyoruz. Üstelik bu, asılsız ihbarlar gibi yalnızca öfkelenilecek bir durum değil, ciddi bir konu. Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) internet sitesinde , “Depremzede çocuklar evlat edinilebilir mi?” sorusuna verilen yanıtta şu ifade de geçiyor:” evlat edinenle evlatlık arasında evlenme engeli yoktur.” İnsanın inanası gelmiyor. Ülke büyük bir felaketle sarsılırken DİB sitesinde buna verilmesi gereken yanıt, “Şimdi bunun sırası mı?” olmalıydı. ( Nitekim haber üzerine tepkiler arttı. Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği , DİB bünyesindeki yetkililer hakkında suç duyurusunda bulunduğunu açıkladı.)

DİB, bir devlet kurumu olarak dini fetvaları anayasal sınırlar içinde vermek zorunda değil midir? Bağımsız olması gerekirken , siyasal iktidara bağımlılığının nişanesi olarak siyasal görevler üstlenebilir mi? Benzer tutumu benimsemiş diğer yasal kurumlar da, sanki deprem öncesinde ve sonrasında yetkililer tüm yükümlülüklerini yerine getirmiş gibi yaşanan felaket için takdir-i ilahi demekle yetiniyorlar, ama nedense “ tedbirde kusur etmeyeceksin” bile demiyorlar.

Yetkilileri aklamak için fiziğin alanını metafiziğe doğru çekmeye kalkışan TV ekranlarının müdavimlerini de gözden kaçırmayalım. Neymiş? Bebeklerin emzirilmeden enkaz altında doksan saat kalıp yaşayabilmesinde metafizik devreye girermiş. Oysa bilim insanları “ beden enkazdaki koşullara adapte oluyor” diye uzun açıklamalarda bulunuyorlar. On üç gün enkaz altında kalmış hasta yaşıyor: Diyaliz hayat kurtarıyor !

Bilimsel bilginin en önemli özelliği yanlışlanabilir olmasıdır. Bilim gibi teknoloji de gelişir; bugün depremde kurtarma çalışmaları için kullanılan hassas ses dinleme cihazı , binalarda sismik izolatör, 1999 depreminde var mıydı? Deprem bir doğa olayıdır. Dini kullanarak, bir takım soyut korkular yaratmak suretiyle insanları terbiye etmeye, sindirmeye kalkışmak, sanıldığı gibi onların hak arayışlarını engelleyemiyor. Resmin / fotoğrafın bütününe bakmak, denir. Fotoğrafı netleştirmek bilimin işidir; fotoğrafı flulaştıran ise gizemciliktir.

Her an deprem olacak korkusunun yarattığı huzursuz, sıkıcı ortamda bunalan çocuklarımızı rahatlatmak için dini bilgilere ağırlık veren konuşmalar, Kuran-ı Kerim’den sureler okumak yeterli oluyor mu, yetkililer bu konuda araştırma yapıyor mu? Öte yandan klinik psikolog, psikiyatr ve çocuktan sorumlu tüm uzmanlar, kişisel beklentisi olmaksızın , cansiperane uğraşıyorlar çocuklarımızla. Çocuğa yaşamını yitirenler için “ o şimdi melek oldu; gökyüzünden bizi izliyor “ türü soyut kavramlara baş vurmadan, onları yaşadığımız sürece katıp yardımlaşma, dayanışma ve kardeşlik duygularına hitap ederek, yaşına göre yapacağımız konuşmalarla deprem ve ölüm gerçeğini anlatmamızı öğütlüyorlar. Çocukların oyun ve resim yapmalarının önemini vurguluyorlar ; bu iki uğraşın sağaltıcı gücüne güveniyorlar. Oyun alanı gibi yaratılacak hoş bir atmosfer korkuları azaltıyor, yüzleri buruk bir gülümsemeyle de olsa aydınlatabiliyor. Yurt içinden , yurt dışından gönderilen yardımlar arasında oyun ve resim materyali, oyuncaklar hiç eksik olmuyor. Ya enkaz altından kurtarılmış çocuklarımızın gösterdikleri direnç, gözlerimizi yaşartan bilgelikleri, bilinç ve duyarlılıkları? Eğitimsizlik kanayan yaramız. Eğitim sistemimiz her yönüyle sorunlar yumağıyla kaplanmış. (Depreme dayanıksız okullar, üstüne tuz biber ekti) Eğitimde fırsat eşitliği sağlanamamış. Toplumda uykuda olan taassubun uyandırılması, laikliğin zayıflatılması , karmaşık bir kültürel ortamın oluşması ama tüm olumsuzluklara karşın yurttaş sorumluluğu duyan kitlelerin laikliğe sahip çıkmaları sayesindedir ki, çocuklarımızın hayal gücü potansiyelini kullanarak yaşama nasıl tutunduklarını gördük.

Umut, son günlerde sıkça kullandığımız bir sözcük. Ancak, kişiyi kolaycılığa özendirmek anlamında umut etmek, başkalarından gelecek iyiliği beklemek değildir. İyilik de, iyilik karşısında ezilme gibi kişiyi güçsüzleştiren bir duygudur. Eşitlikçi bir toplum düzeninde , iyilik yapmaya da iyilik beklemeye de gerek kalmayacağı açıktır. Onun yerini sevgi, dostluk, dayanışma gibi insani duyguların alacağı açıktır. Bu duygulara ne denli özlem duyduğumuzu, deprem felaketinin insanlar arasında kardeşlik duygusunu nasıl ortaya çıkardığını; doğaya, diğer canlılara karşı sorumluluklarımızı hatırlattığını da gördük.

Yaşadığımız bu felakette payı olanlara ilişkin tepkiler büyüyor, suç duyurularıysa artıyor. Mazeret bulmak çok zor; toplumsal yarara değil, kârına bakanları aklamak için. Yok oluşa sürüklenen yaşamların bedeli , parayla ölçülebilir mi? Depremzedelerin, geride kalanların, ne söylense eksik kalacak, dağ gibi büyüyen sorunları çözüm beklerken hâlâ yanlışta ısrar etmek ne demek? En basitinden, sorumluluğunun bilincinde olan yetkililer, hiç düşündüler mi halk, neden acaba daha güvenilir bulduğu için deprem bağışlarını özgür iradeleriyle seçtikleri , sessiz sedasız, şov yapmadan , canını dişine takarak çalışan gruplara yapıyor?

Deprem, çok büyük bir yıkıma neden oldu; bunda herkes hemfikir. Hayatta kalanların henüz başlayan sorunları giderek dal budak salacaktır. Ama “aç yeri başka, acı yeri başka” misali, depremin getireceği mali yükün altından nasıl kalkılacak? Bu, deprem ülkesi Japonya’nın deneyimlerine öykünerek, başka bir deyişle kapitalizm koşullarında çözülecek bir sorun değildir. ( Japonya’nın bizden daha gelişmiş bir ülke olması, onun kapitalizmin defektleriyle malûl olduğu gerçeğini değiştirmez.) Ancak içinden geçmekte olduğumuz zorlu sürece karşın, yirmi yılın sonunda kuşkuya yer bırakmayacak kertede değişen devlet algısının, yurttaşlar olarak bizi hak arama girişiminden alıkoymasına izin veremeyiz. Deprem sırasında yaşananlar gösterdi ki, sorgulama yerine yadsımaya yatkın olan toplum yapımızda eleştirel bakış açısının hâlâ korunabilmiş olması, toplumu tümüyle değiştirme motivasyonumuz açısından büyük önem arz ediyor. Artık kendimizle yüzleşme zamanı…Yaşamsal konularda gözümüzü dört açmaktan başka çare yok! “ Yaşam hakkı her şeyin üstündedir.” Yurttaş sorumluluğumuz gereği, işlevlerini tam olarak yerine getirmede yetersiz kalan yasal kurumları harekete geçirmek için anahtar sözcük : Dayanışma. (“ Dayanışma yaşatacak”) Örneğin, çocukları riskli okul binalarında eğitim gören veliler, iş takibine çoktan başladılar bile.

Öte yandan bizi bekleyen , “kaos” ve “kıyamet kopacak” çığırtkanlarına, kitleleri kendi çıkarlarına tabi kılmak için partizanca ya da dini alet ederek yapılan propagandalara kanmamalıyız. Güvenebileceğimiz kaynaklardan ve çevrelerden de yoksun değiliz. “Bilgi”yi üreten bağımsız bilim insanlarına güvenebiliriz. Sol ve devrimci güçlerinse, deprem bölgesinde yıkımın izini sürdüklerine tanık olduk. Özveriyle okurlara , doğru haberleri gecikmeden aktardılar. Toplumsal gerçekliği, sınıf kavramı eşliğinde inceleme yöntemleri, yaşanabilir bir dünya ve eşitlikçi bir toplumu tanıtan fikirleri ve eylemlilikleri, sergiledikleri sağlam dayanışma ve örgütlenme biçimleri, ulaşabildikleri kitlelerin gözünden kaçmadı; görünürlükleri arttı. Depremden çıkarılacak en önemli derslerden biri de hiç kuşkusuz dini baskıların , yarattığı mesnetsiz soyut korkularla kişinin sınıfsal konumunu kavramasında nasıl engel oluşturduğunun anlaşılmasıydı. Hele de eşitsizlikler üzerine kurulu kapitalist sistemde, eğitimde fırsat eşitsizliğinin asla sona erdirilemeyeceği bilinirken, üstüne üstlük dini görüşün ağırlığını hissettirdiği bir eğitim modelinde, çocuk yetiştirmenin kabul edilebilir bir yanı olabilir miydi? ( Eğitim sorunu da genel sorunun bir parçasıdır.) Çocuk temel eğitim alırken aynı zamanda da sosyalleşir. Uzmanlara göre , çocuğun yaşama hazırlanmasında bu evre çok önemlidir. Eğitim artık ana okulunda başlamaktadır. Eğitimde arkaik değerlere yer verilmesi, çocuğun sosyalleşmesinin tek yanlı, dar bir alana sıkıştırılmasının sakıncalarını taşıyacağına göre yinelemekte yarar var: Hem bugünümüz hem geleceğimiz için laikliğe sahip çıkmak varoluşsal sorumluluğumuzdur.