Avrupa mucizesi

İkinci yüzyıl projesinde örtülü şekilde Avrupa mucizesi hayali var gibi geldi bana. Avrupa gibi olmayı arzulamak anlaşılabilir. Fakat bilinmelidir ki, Ha-Joon Chang’ın da net şekilde ortaya koyduğu gibi, Avrupa bu merhaleye hemen hemen tüm dünyayı sömürerek ulaşmıştır.

Avrupa mucizesi, mucizenin sözcüleri tarafından tüm dünyaya yönelik bir süreç olarak genelleştirilir: bundan ders alma durumunda olanların yapması gereken tek şeyin, Avrupa deneyiminden doğru ve gerekli dersleri çıkarmak olduğu telkin edilir. En yalın haliyle alınacak dersler şunlardır: Üretim faktörlerini, emek ve sermayeyi tüm yasal sınırlamalardan özgürleştirerek istihdam alanlarında serbest kullanıma açmak, ekonomiyi rekabete açıp kâr peşinde koşan müteşebbisleri teşvik etmek, özel mülkiyet hakkını mal varlıklarının temel koruma sistemi olarak sistemleştirmek ve bu hakları yasal düzenlemelerle güvenceye almaktır. Devlet, zaman zaman kuralları yeniden tanzim eden ve denetleyen bir organ olarak tanımlanmalıdır. Böyle bir ortamda ekonomik sistem herkesin yararlanabileceği şekilde gelişir, sağlıklı beslenme ve güçlü eğitim ve sair ürünlere olan talep oluşur ve tüm insanlığa olumlu beşeri kalkınma temeli sağlanır. Böylece başlangıçta oluşacak olumlu beşeri sermaye temeli ekonomik kalkınmayı hızlandırarak ileri aşamalara taşır. Bu kitap, böylesi beşeriyetin düzensiz piyasa sürecine terkedilmesi gerektiği şeklinde yanlış ve fetişleştirilmiş görüşe karşıdır ve güçlü sermaye çevrelerinde savunulan ve güçlü savaş teknikleriyle desteklenen görüşü reddeder.

Mucize Avrupa hikâyesi, insanlık tarihinin büyük bir kısmının ihmal edildiği, serbest piyasa sisteminin Avrupa medeniyetini harekete geçirerek dünyanın diğer bölgelerini istila ettiği açıklanmadan temel bölgelerde inşa edilmiştir. Bu hikâye, Avrupa’nın silahlı güçleriyle dünyanın muhtelif bölgelerini işgal ederek, küresel ekonomik güç ve politik hâkimiyet kurduğu gerçeğini ihmal eder. Analizim, salt dünya insanlık tarihini Avrupa merkezli tarihçilerin tahkir edici ifadelerinden kurtarmak olmayıp, aynı zamanda serbest piyasa ve özel mülkiyet sisteminin kapitalizmin farklı aşamalarında dünyanın farklı bölgelerindeki etkisinin gerçek boyutunu sergilemektir.” (Amiya Kumar Bagchi, Perilous Passage, 2005, Rowman & Littlefield Publishers, Inc.)

Bugünkü yazıya tercüme bir pasajla başladım. Neden mi? Bu sorunun yanıtı, bizzat pasajda gizlidir. Değerli yoldaşlar, bazen düşünüyorum da, tam da Amiya Kumar Bacchi’nin dediği gibi, Mucize Avrupa Hikâyesi, beynimize ve bilincimize sokulan bir mucize hikâyeden de öte, düşünmeden algılama ve öğrenmeden uygulama davranışımızla hepimizi maymuna (maymundan özür dileyerek!) çevirmiş. Mesele şu: bilgi de bir tür teknolojidir. Teknoloji bir merkezden denetimli olarak aktarıldığı gibi, bilgi de belirli merkezlerden denetimli olarak üretiliyor ve aktarım kanallarına iletiliyor. Zamanın ruhu ya da zamanın görüşü dediğimiz şey, aslında başat grubun ruhu, fikri ya da görüşüdür. Moda, piyasaları canlı tutabilmek için insanları maymunlaştırdığı gibi, bilim görüntüsündeki bazı başat fikirler de insanları düşünmeden verileni uygulama yönünde maymunlaştırmaktadır. Peki, insanlığı maymunlaştırmadaki amaç nedir? Gayet açık değil mi: Amaç, insanlığı denetleyerek ve yöneterek genel politikayı ve ekonomiyi güçlü çıkar çevreleri lehine düzenlemek ve sürdürmektir. İşte bundan dolayıdır ki, eğitim kurumları, hele de yüksek eğitim kurumları sistemin üst-yapı kurumlarıdır, yani sistemin sahipleri konumundaki güçlü başat gruplarının fikirlerinin işlendiği ve gençlerin beyinlerine zerk edildiği polis-noktalarıdır.

Bunları ortaya koyduktan sonra şimdi de bir örnekle ne demek istediğimi açıklamaya çalışayım. 1980’lerden beri neoliberalizm, Washington Uzlaşması ya da benzer kavramlar kuşe kâğıtlara basılı gösterişli kitaplarda bilimsel hakikatler olarak bizlere aktarıldı. Bizler de üniversitelerimizde bunları kitaplarımıza aktardık, öğrencilerimize anlattık, hatta ara vizeleri ve dönem sonu sınavlarıyla öğrencilerimize hıfzettirdik. Evet, bir yanlış yok: merkezden aktarılan bilgiler, ifadeler ve kavramları bize aktarıldığı şekilde biz de topluma aktarmaya gayret ettik. Ne diyeyim ki, topluma karşı yapmış olduğumuz bu yanlıştan dolayı acaba çağın siyasi modasına uyarak toplumdan helâllik mi talep etsek! Neden helâllik talebi? Çünkü toplumun düşmanını hoca sıfatımızla topluma dost olarak tanıttık. Çünkü küreselleşmeyi, teknoloji, istihdam ve cari açık konularında olumlu sonuçlar getirecek diye tanıttık. Ama bunların hiçbiri olmadı. Olmadı da, toplumdan özür diledik mi? Dilemedik!

Şimdi tüm hikâyeyi en ciddi görüntüsü ile ele alalım. Avrupa’da Marx hayali korku salarken, İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde Keynes teorik temeline oturtulan sosyal devlet politikaları başat oldu. Böylece 1950’lerden yaklaşık 1970’lerin ortalarına kadar yaşanan altın çağ sonlanıyordu. 1970’lerin ortalarından itibaren geliştirilen finansal süreç de reel kesimdeki krizi 2008 yılına kadar sürükleyerek, son kertede patladı ve üçüncü kapitalist krize girip, halen içinde sürükleniyoruz.

Finansallaşma ile devreye giren küreselleşme nedir ve bizler nasıl kandırıldık? Üretim araçlarının, özellikle de maddi sermayenin Washington Uzlaşması kurallarıyla tüm yerküreye yayılması küreselleşme olarak tanımlanabilir. Bunda en ufak bir kuşku, ya da kavram seçiminde bir perdeleme yoktur. Çünkü tanımlama sermayenin hareketleri üzerinden totolojik olarak yapılmaktadır. Bu süreci amaç açısından sorgularsak, yani sermaye niçin ilk kuruluş yerinden, hatta güvenle bağlı olduğu ulus devlet alanından görece güvensiz farklı alanlara yönelmektedir? Yanıt açıktır: daha elverişli alanlarda katma değer yaratarak, yaratılan değerleri finansal yollarla merkeze aktarmaktır. Bu sürecin anlamı şu ki, ekonomilerin dikey dizildiği günümüz koşullarında, ürünün toplam değerinin büyük bir kısmını oluşturan teknoloji merkezde geliştirilip, üretimi çevrede yapılarak, yaratılan katma değer finansal yollarla merkeze aktarılmaktadır. Bu kez süreci sermayenin görüntüsüyle değil de, servet hareketleriyle tanımlarsak, küreselleşme ile değil merkezileşme ile karşı karşıya kalırız. Diğer bir deyişle süreci, merkez ülke akademisyenleri sermaye hareketleri ile küreselleşme olarak anlatırken, çevre ülke akademisyenleri bu süreci haklarına merkezileşme olarak aktarmak ve anlatmak durumundadır. Zira merkez ekonomiler çevreye sermaye gönderiyor ve merkeze servet çekiyor, çevre ekonomiler ise merkezden sermaye çekiyor ve merkeze servet gönderiyor. Bu süreç çevre ekonomilerin değil, merkez ekonomilerin lehinedir. Dolayısıyla, çevre ekonomilerin akademisyenleri süreci kendi ülkelerinin çıkarına göre anlatmak durumunda olmalıdır.

Burada durmak da işi eksik bırakmak demektir. Şöyle ki, bu süreci safiyane şekilde ekonominin dinamikleri ile açıklamak yerine, ekonomiye bürünmüş siyasi süreç olarak görmek gerekir. Hiç çekinmeden ortaya koyalım: Acaba, üçüncü paylaşım savaşı mı yaşanmaktadır? Savaşalar ekonomik amaçlı silahlı güç mücadelesidir. Eğer bir kaynağa ulaşmada silahlı güç kullanılıyorsa, günümüzde kaynağa ulaşmanın yolları farklılaşmışsa, niçin maliyetsiz ve örtülü mücadele, maliyetli ve açık mücadeleye tercih edilmesin ki? Çağın stratejisi teknoloji üretimini merkezde konuşlandırmak, katma değer üretimini elverişli koşullarla çevreye yaymak ve yaratılan değeri finansal yollarla merkezde toplamak şeklinde tanımlanırsa, küreselleşme niçin uygun bir sömürü ve merkezi ayakta tutma aracı olmasın ki!

Salt okumak ve öğrenmek değerlidir, ama koşullu olarak. Asıl değerli olan eleştirel okumak ve aktarılanın perde arkasını algılamaktır. Çevresel konumlu ülkeler akademisyenlerinin toplumuna karşı rolü ve görevi merkez ülkeler akademisyenlerinden farklıdır.

Günümüzün azgınlaşmış kapitalist-emperyalist havuzunda Türkiye gibi çevresel konumlu bir ekonominin Batı kurallarıyla kalkınması olanaklı olabilir mi? Projede göz kırpan ve ilk bakışta sosyal yönüyle olumlu gibi gözüken bazı eklektik önerilerin sabun köpüğü gibi söneceği de gün gibi açıktır, çünkü kalkınmakta olan bir ekonomide hem sermaye birikimine hem de sosyal alana bol keseden kaynak aktarmak olanaklı değildir. O nedenle bu sorunun çözümü kapitalizmde değil, sosyalizmdedir.  Diğer yandan da, ekonomik kalkınma ve büyüme modeli olarak ne bir teknoloji alanı seçimi/tercihi ne de artan nüfus ve işsizlik karşısında teknoloji yoğun ve emek yoğun üretim modelleri arasında bir uyum arayışı vardır. Son yirmi yılda sanayisizleştirilen ekonomide birincil ve nihai üretim aşamalarının ne şekilde oluşturulup geliştirileceği konusu da belirsizdir. Aynı şekilde, küçük sanayi ile büyük sanayi arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı ve/veya geçişlerin nasıl yapılacağı hakkında hiçbir açıklamanın bulunmaması ilerisi hakkındaki düşüncelerimizi muğlaklaştırmaktadır. Kısacası seçilen model kapitalist modeldir. Türkiye bu modelin, planlama, korumacı, finansallaşma ve küreselleşmeye açık olmak üzere hemen hemen tüm fazlarını denedi ve sonucu hüsranla yaşadı-gördü. Çünkü bu modellerin hiçbir ülkemize uygun olmayan, küresel emperyalizmin bizim için biçtiği modeller idi. Türkiye daha insancıl, borsa oyunlarıyla soyulmayan, giderek teknoloji oranı yüksek alanlara yönelici ekonomik modellere, tarımda kendine yeterli üretimi sağlayıcı programlara, eğitimde ise teknoloji üretimi yapabilecek beyinler yetiştirici temel bilimler alanlarına yönelmesi şimdilik sayılabilecek konulardır. Bütün bunları toplayacak kapsamlı bir planlama kapitalist mantıkla gerçekleştirilemez.