AKP'nin "Amerikancı asker-bürokrasi vesayeti" iktidarı

1923 Cumhuriyetinin temel paradigmalarını değiştiren AKP, kurduğu rejimi “müesses düzen”e dönüştürecektir. Bu tablonun aktörü AKP yardımcısı ise CHP olmuştur. Patron ise emperyalizm ve sermaye sınıfından başkası değildir.

AKP’nin iktidar süreci Cumhuriyet ile hesaplaşılan bir karşı-devrim sürecidir. Kendilerine göre ise vesayet odaklarına karşı bir “demokrasi mücadelesi”. “Asker ve bürokratik vesayet” kavramı AKP’nin ağzından hiç düşmedi ve demokrasi mazlumluğu ile kullanılan bir propaganda aracı haline dönüştürüldü.

“Vesayet” kavramın örttüğü gerçek ise AKP’nin doğrudan sermaye sınıfının partisi olmasıdır. Bununla birlikte AKP’nin iktidar süreci emperyalizmin tercih ve çıkarlarıyla örtüşen bir gerçekliğe tekabül etmiştir. Büyük Ortadoğu Projesi’nin seçilmiş ve tercih edilmiş siyasi hareketi olarak AKP, kendisini “vesayet odaklarına” karşı tanımlarken özünde büyük bir manipülasyona imza atarak gerçekliği ters yüz etmiştir. BOP, eninde sonunda Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilerek İsrail’in güvenliğinin sağlanması ve emperyalizmin çıkarlarının karşılığıydı. Öte yandan, uluslararası kapitalizm ile Türkiye kapitalizminin uyumu ve entegrasyonu AKP’nin ekonomi politikalarının temelidir.

AKP’nin iktidar süreci, emperyalizmin tercihleriyle uyumluluk ve sermaye sınıfının çıkarlarının mutlak temsiliyet sürecidir.

Bugün gelinen nokta, bütün gürültüye karşın “bürokratik ve askeri vesayetin” AKP iktidarının gerçekliği haline gelmesidir. İki Genelkurmay Başkanı’nın peşi sıra savunma bakanı koltuğuna oturması ve aynı zamanda MİT Başkanı’nın Dışişleri Bakanı olarak atanması, tersinden düşünüldüğünden asker ve bürokratik vesayetin iktidara taşınmasından başka bir anlama gelmemektedir. AKP’nin 28 Şubat sürecine dönük “karşıtlığının” ve devlet-millet ikiliği üzerinden ifade edilen “milli irade” söyleminin de özünde hamasetten başka bir şey olmadığını fazlasıyla göstermektedir. Milli Güvenlik Kurulu’ndan asker sayısının azaltılması, Jandarma ve Sahil Güvenliği’nin İçişleri’ne bağlanması gibi adımlar ise ordunun siyasetteki etkisini azaltan değil tersinden doğrudan siyasete daha içsel bir olgu haline getirilmesi nedeniyle de bu böyledir.

Birileri bugünkü durumu “sivil yönetime” askerin bağlanması olarak okuyabilir. Ancak “sivil siyasetin” doğrudan organik bir parçası haline gelen “askeri siyasetin” dışarıdan müdahalesi yerine içeriden müdahalesinin daha etkin kılındığı bir tablo, bugün “devletin”, “asker ve bürokratik vesayetin” doğrudan siyasetin paydaşı hatta hükümet tablosuna bakıldığında “erk” sahibi haline geldiğini göstermektedir. Kimin daha “etkin” olacağının yanıtı ise açıktır.

Buradan çıkacak ampirik bir sonuç var: “Sivil toplumculuk” teorisi ve bunun yansıması olarak AKP’nin “vesayet karşıtı” söylemi açısından bakıldığında durum AKP pratiğinde tam bir çelişki doğurmuştur. Siyaseti devlet-millet ya da asker-sivil üzerine kurup asker ve bürokrasinin doğrudan iktidara taşınması, pratiğin teorik ve ideolojik liberal tezleri geçersizleştirmesi olarak saptanmalıdır.

Asker-sivil, millet-devlet gibi ikilikler üzerinden siyaset teorisi geliştiren liberal tezlerin nasıl boşa düştüğü ortada değil mi?

Hasılı şudur: Devlet-millet ya da sivil-asker ikilikleri siyasi mücadelenin konusudur. Senin yanındaysa “kahraman” senin yanında değilse “vesayet”!

Sınıf mücadelesini merkeze koymayan ve bu açıdan anti- ve non-marksist liberal teorinin pratik karşısında tuz buz oluşundan bahsediyoruz. Hem sandıktan çıkmak hem de asker-bürokrasi vesayet rejimini kurmak, liberalizm teorisi açısından açıklanamaz!

Bugün Türkiye’de AKP eliyle kurulan rejim, liberal teorik kodlamalarla değil doğrudan ve bir kez daha Marksizm’in muazzam analizine daha fazla ihtiyaç duyuyor. Sınıf mücadelesini, iktidarın sınıfsal karakterini, siyasetin sınıfsal analizini, devletin sınıfsal niteliğini ortaya koymadan olamıyor!

Bugün AKP eliyle yeni kurulan hükümetin kodlarının birinci özelliği, liberal kavramlarla ifade edersek “asker ve bürokratik vesayet”in devamıdır.

İkinci ve daha önemlisi ise ülkenin en Amerikancı hükümetinin kurulmuş olmasıdır.

Cumhuriyet’in 100. yılında Meclis, tarihinin en sağcı bileşimiyle oluştu. Yine 100. yılında Cumhuriyet’in hükümeti en Amerikancı hükümet olarak tarihe geçecektir. Fidan, Güler, Şimşek üçlüsü, dışişleri, savunma ve ekonomi bakanları olarak üzerlerinde büyük gölge olan isimlerdir. Güler ve Fidan’ın doğrudan emperyalizminin BOP siyasetinin Türkiye’deki aktörleri olması, Şimşek’in ise tekelci emperyalist finans kurumlarının temsilciliğinden gelmesi, AKP’nin “milli ve yerli” kavramlarını da al aşağı etmektedir. Hatta gölge CIA diye bilinen Strafor belgelerinin sızmasıyla ortaya çıkan ve basına yansıyan bir başka durum ise istihbarat kurumunun başına geçen Kalın hakkındaki “iddialar” Erdoğan’ın 3. döneminde kurulan iktidarın üzerinde büyük bir Amerikan gölgesi olduğuna işaret etmektedir.

“Milli irade”, asker ve bürokratik vesayetin, “milli ve yerli” emperyalizmle işbirliğinin kılıfından başka bir şey değildir. Cumhuriyet’in 100. yağzına almayan, bunun yerine “Türkiye Yüzyılı” kavramını kullanan AKP’nin önümüzdeki 5 yılı bu açıdan yerli yerine oturtulmalıdır.

Düzenin restorasyonu ihtiyacının bir olasılığı Kılıçdaroğlu idi. AKP eliyle kurulan “İkinci Cumhuriyet rejiminin” restorasyonu ise yine kurucu partisi AKP’ye düşmüştür. 1923 Cumhuriyet’inin temel paradigmalarını değiştiren AKP, kurduğu rejimi “müesses düzen”e dönüştürecektir. Bu tablonun aktörü AKP yardımcısı ise CHP olmuştur. Patron ise emperyalizm ve sermaye sınıfından başkası değildir.

CHP’nin eksen kayması -soldan ve anti-emperyalizmden açısından- eleştirilerinin haklı yanı olmakla birlikte AKP iktidarının Amerikancılığı da paralel bir olgudur. Ve buranın da üzerinde fazlasıyla durulmalıdır. Bugün CHP’yi eleştiren ve hatta seçim sürecince CHP’ye mesafeyle yaklaşanların bugünkü AKP’ye ses çıkarmaması ise manidardır. Düzen siyasetinin her iki kanadı da birbirinin ruh ikiziydi. Seçim sonuçları bu gerçek ışığında değerlendirildiğinde bugün CHP’den umut beklentisinin bir karşılığı olmayacağı bir kez daha yazılmalı, aynı şekilde AKP’nin en has Amerikancı olduğu vurgulanmalıdır. Meseleyi AKP-CHP ikiliği üzerinden değil doğrudan düzen karşıtlığını merkeze koyarak ele almanın gerekliliği sosyalistlere göre açıktır.

Bu açıdan bir yerden sonra seçimler bağlamında AKP’nin ya da CHP’nin kazanıp kazanmaması tartışmasının önemi kalmıyor. Kazanan düzen ve emperyalizmdir.