Yol ayrımı ve güç birliği

Laiklik, bağımsızlık, özgürlük ve sosyalizm hedefleri, siyasetin eksik tarafını, işçi sınıfı tarafını, doldurmaya aday olarak çıkmış durumda.

Yol ayrımları üzerine yazı yazmak hemen hemen her yazarın hayatının bir döneminde deneyimlemek zorunda kaldığı bir durum. Pek çok filme, denemeye, romana ve öyküye konu olan “yol ayrımı” tabiri, bir durumun birden çok seçeneğe çıkmasını eşsiz şekilde tarifliyor. Bugün Türkiye siyasetindeki durumun bu sebepten ötürü bir yol ayrımına denk düştüğünü söyleyebiliriz. Aslında söz konusu tespit “yeni” ve “özgün” değil. Pek çok yorumcu, yazar veya siyasi çevre içinden geçtiğimiz dönemi bir “yol ayrımı” olarak tarif ediyor. Biz de benzer bir tespiti yapıyoruz. Ancak bizim esas odak noktamız, bu yol ayrımının olasılık ve sonuçlarını nasıl yorumlanması gerektiği üzerinedir.

Yol ayrımını nasıl tarifleyeceğimize geçmeden önce biraz geriye doğru gidelim. Türkiye’nin son yirmi yılına damga vuran AKP iktidarı, geçmiş dönemdeki sermaye iktidarlarıyla benzerlikler taşımakla birlikte, Türkiye’yi başka bir rotaya yöneltti. AKP, yüzüncü yaşına bir kalan Cumhuriyet’i kendi iktidarı öncesindeki dönemini “reklam arası” olarak görüyor. AKP’nin Cumhuriyet’i bir reklam arası olarak görmesi, bu topraklarda süregelen 150 yıllık aydınlanma mücadelesinin “karşıtı” olarak toplumsal-siyasal arenayı baştan aşağı dönüştürmesine denk düşmektedir. Sermaye düzeni için “bütün engellerin” yıkılması için hamle yapan AKP, karşı-devrimci birikimin devlet ve siyasal aygıtı sonuna kadar dönüştürerek, kendi iktidarını sağlama almıştır.

Yeni rejimin kendi içinde barındırdığı tüm çelişkiler, ekonomik tıkanma, siyasal ve sosyal sistemin dar bir grup tarafından istismarı, Türkiye’deki aydınlanmacı birikimin hafife alınması gibi, bugün açığa çıkıyor. İktidarın, geçmiş dönemde toplumu ikna etmek için kullandığı “Yeni Türkiye” söylemi, artık ayağına dolaşan bir söylem haline gelmektedir. Bununla birlikte AKP’nin ana birleştirici unsuru olarak Erdoğan da, hem iktidarın güçlü yanı, hem de zayıf karnı olmaktadır.

Tam da bu noktada, “Yeni Türkiye yoluna nasıl devam edecek?” sorusu gündeme geliyor. Her şeyden önce, iktidar ve ona yakın sermaye çevreleri açısından bugün yirmi yılı aşan pratikleri, iktidarın “kazanımlarının” kolayca teslim edilememesi anlamına geliyor. Elde edilen muazzam siyasi ve ekonomik güç, bir çırpıda bırakılmayacaktır. Başta devlet aygıtı olmak üzere, elde edilen her türlü toplumsal mevzi, hem baskı, hem de ikna gücü olarak kullanılmak durumundadır.

AKP’nin ikna ve baskıyı nereye kadar sürdüreceği ise karşısındaki toplumsal direncin gücüyle doğru orantılı olmaktadır. Geçmişteki bir dizi siyasi moment, 2007-2013 arasındaki çeşitli dönemeçler, söz konusu toplumsal direncin sınırlarını göstermektedir. O nedenle, AKP açısından ikinci bir seçenek gündeme geliyor; “pragmatizm”. Siyasi ve ekonomik olarak emperyalist merkezlerin desteğini alma arayışı, AKP açısından radikal sayılacak bazı politika değişikliklerini gündeme getirecektir.

Örnek mi? İşte Suriye, işte İsrail başlıkları…. On yılı aşkındır sürdürülen Suriye ve İsrail politikalarındaki hızlı dönüş, siyasal pragmatizmin en son örnekleridir. AKP iktidarı, bu iki başlıktaki dönüş ile emperyalist merkezlerle yeni bir “uyum” yakalamaya çabalıyor. Böylece AKP kendisini emperyalist merkezlere becerikli bir siyasi aktör olarak göstermek istemektedir. Her türlü denge arayışı ve karşılıksız söz, siyasi ve ekonomik destek almak için kullanılmaktadır. AKP’nin çıkış ajandası, dış politikada alınacak “kredilere” bel bağlamıştır.

Tersinden muhalefet açısından ise bugünkü tüm toplumsal çelişkiler, AKP’nin zayıf karnı haline dönüşen “tek adam rejimi” ile açıklanmaktadır. Muhalefet cephesi, üst yapıdaki biçimsel değişikliklerle (tek adam rejimine karşı parlamenter demokrasi) “rahatlama” önermektedir. Sosyal ve siyasal yapıdaki yırmı yıllık köklü değişikliklere dokunulmadan, yeni bir “siyasal denge” sağlanmak istenmektedir. “Yeni bir toplumsal uzlaşı” olarak ifade edilen politikanın temelinde yatan nokta, yirmi yılın temel koordinatlarını değiştirmeden, uç noktalarını törpüleme isteğidir.

Muhalefetin öne çıkardığı “restorasyon programı” bir toplumsal uzlaşıyı önerse de, kendi içindeki siyasal aktörlerin “asgari müştereklerine” dayanma noktasında tutarlı bir program öne sürememektedir. Millet ittifakın kendi içindeki dengeler henüz kurulmamıştır. CHP’nin, toplumda AKP ve AKP’ye yakın sermayenin fütursuzluğuna karşı biriken öfkeyi yönelttiği “beşli çete” söylemine karşın, diğer siyasi aktörlerin “devlette devamlılık esastır” diyerek bu kesimlerle “uzlaşıyı” öne çıkarması bu tutarsızlığın en önemli kanıtlarından biridir. Laiklik, bağımsızlık, ekonomi vb. noktalarda her bir siyasi aktör “kendi cephesinden” konuyu ele almaktadır. Dolayısıyla tutarlı bir restorasyon programı öne çıkamamaktadır.

Öyleyse bu iki kesimin temel siyasi stratejilerini “denge arayışı” kavramıyla açıklama imkanı doğmaktadır. AKP, emperyalist dünyadaki dengelere oynayarak yeni bir siyasi çıkışı yakalamaya çalışmakta, Millet ittifakı ise iç siyasetteki dengelere yeniden oluşturarak “kurucu rol” üstlenmeye çalışmaktadır. Her iki durumun da “kararsız denge” olarak okunması yerinde olacaktır. Aynı doğadaki sistemler gibi, siyaset bir denge arayışına itilmekte, ancak bu durum her an rahatlıkla bozulabilmektedir. O nedenle “kararlı bir denge” arayışı hiçbir zaman mümkün olmamaktadır.

Bu iki cephenin arasında duran HDP ve bağlantıları ise dengeyi kendi lehine kurmak ve siyasette alan açmak istemektedir. O nedenle de, HDP ve bağlantılarının kurmuş olduğu Emek ve Özgürlük İttifakı, biz ona Demokrasi İttifakı demeye devam edeceğiz, Millet İttifakından ayrı bir programı ve takvimi bulunmamaktadır. Sayısal olarak elde edilecek oy oranı ve milletvekili sayısı, ilerisi için “dengede ben de varım” demenin yolu ve adresi olacaktır.

Siyasette sözünü tüm bu olasılıklar bir gerçeği göz ardı etmektedir: Türkiye’nin önündeki sorunlar üst yapıdaki biçimsel değişikliklerle aşılamaz! Ekonomik, sosyal, siyasal çıkmazlarıyla Türkiye, köklü bir değişimi zorunlu bir biçimde hissetmektedir; çünkü sorunlar kökleri derine inecek bir biçimde birikmiştir. Demokratik bir sistem kurma çabası, tüm bu köklü sorunlarına çözüm olacak bir enerjiye sahip değildir. Sistem bu nedenle “kararsız” ya da daha açık bir şekilde söylemek gerekirse “krizli” şekilde kalacaktır.

İşte bu noktada, devreye tüm bu tabloyu reddeden solun oynayacağı rol girmektedir. Bu denli büyük bir krizin yaşandığı, her türlü sosyal ve ekonomik bağın her kesim tarafından sonuna kadar istismar edildiği, emekçilerin payına ise “sömürü, yoksulluk ve gericilik” düştüğü bir yerde bu tabloyu değiştirecek aksi bir kuvvet uygulanmalıdır. Yoksa ip koptu, kopacak! Sözünü ettiğimiz bir felaket tablosu değil, gerçekliğin tam kendisidir.

Geçtiğimiz hafta ilan edilen Sosyalist Güç Birliği bu anlamda önemli bir çıkışı ifade etmektedir. TKH, Sol Parti, TKP ve Devrim Hareketi’nin çağrıcısı olduğu, sol/sosyalist aydın, yazar, sendikacı, demokratik kitle örgütü temsilcilerinin de destek verdiği birikimin ilan ettiği çağrı, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu köklü değişikliğe ortak bir yanıt üretiyor. Laiklik, bağımsızlık, özgürlük ve sosyalizm hedefleri, siyasetin eksik tarafını, işçi sınıfı tarafını, doldurmaya aday olarak çıkmış durumda.

Sözünü ettiğimiz bu eksikliğin solun dışındaki güçlerce doldurulması mümkün değildir. Yarım ağız ifadelerle, belirsiz siyasi konumlanışlarla işçi sınıfının siyaset sahnesine dönmesi mümkün olmadığı gibi, “geniş kesimleri” yan yana getirmek de mümkün değildir. Siyasette eşitsiz bir durum söz konusudur ve bu eşitsiz duruma toplumun esas geniş kesimini oluşturan işçi sınıfı ve emekçiler damga vurmak zorundadır.

Hem matematik, hem sosyoloji bize bu gerçeği dayatmaktadır. İşçi sınıfının damga vurduğu, kendine geldiği, boşluğu doldurduğu bir siyasetin daralması değil, genişlemesi ancak söz konusudur. Aksi durum, gerçeklerin reddedilmesi anlamına gelmektedir.

Tam da bu gerçeklikten yola çıkarak, solun kendi önündeki hedeflere, tartışmalara ve siyasete ihtiyacı var. Bu çağrıyı yaparak başladığımız güç birliğinin hakkını vererek, Türkiye’nin önündeki yol ayrımına işçi sınıfının yolunu açarak başlayacağız.

Bu satırların okuyucuları da kendilerine şu soruyu sorarak başlayabilir; bizim başka bir yolumuz var mı? Bizce yoktur ve yollarımız aynı yere çıkmaktadır.

Sosyalist Güç Birliği’nin yolu açık olsun!