“YÖK’e hayır!” ise ne yapmalı?

Güncel durumda AKP iktidarı YÖK’ü bir karar mekanizması olmaktan çıkarmıştır. Çünkü bugün YÖK kapitalizm içerisinde ortaya çıkan bir rejiminin üniversiteleri dizayn edebilmek için kullandığı bir aparattan daha fazlası değildir.

Tilbe Su Aslanpay

6 Kasım 1981 tarihinde 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile hayatımıza giren YÖK, resmi internet sitesinde kurulma dinamiklerini “…akademik, kurumsal ve idari yönden yeniden yapılanma…”[1]  tanımları ile açıklamaktadır.

Yukarıda geçen, YÖK’ü işlevsel olarak meşrulaştırmak için kullanılan tanımlar, YÖK’e duyulan ihtiyacı; üniversiteler üzerindeki dönemin siyasi yansımalarını etkisiz kılabilmek ve bu siyasi yansımaların üniversitelere “kaybettirdiği”, devamında ise -YÖK’ün gerekliliğini pekiştirebilmek için dönemden bağımsız olarak- zaten erişilemeyen akademik ve kurumsal niteliği üniversitelere kazandırabilme misyonunu vurgulayan bir alt metin ile açıklar. YÖK’e meşruluk kazandırabilmek için üniversitelerin verili durumlarına yönelik yapılan bu tahlillerin eksikliği ve hatalı oluşu, aynı zamanda YÖK’ün esas misyonunu yerine getirebilmek için ilerleyen yıllarda nasıl bir işlev aldığı, düzenin çarklarını döndürebilecek siyasi amaca nasıl hizmet ettiği somut örneklerle tescillenmiştir.

YÖK ile birlikte akademilerin, enstitülerin, konservatuarların, meslek yüksekokullarının vasıfları değiştirilmiş, belli düzeylerde dönüşüme gidilmiş ve yükseköğretim kurumlarının hepsi YÖK’e bağlanmıştır. Yükseköğretime dair bütün görev ve yetkinin YÖK’e verilmesi kurumların eğitim- öğretim faaliyetlerinden bünyelerinde yönetici olarak yer alacak isimlere kadar YÖK’ün karar organı haline gelmesine sebep olmuştur. YÖK başkanı ve rektörler cumhurbaşkanı, dekanlar ise YÖK tarafından atanmaktadır. Yükseköğretim alan insanların ülkenin geleceğini belirleyebilme noktasında yüksek potansiyel taşıdıkları göz önüne alınırsa eğer; dış politikada emperyalizmle iş birliği içerisinde olan, ülke içerisinde sömürüyü arttıracak piyasalaşma ve özelleştirme politikalarını üreten siyasi aklın ve bu aklın türemesine sebep olan ideolojinin temsilciliğini üstlenenlerin yükseköğretim kurumları üzerinde bu derece söz sahibi olması ülke için hedeflenen geleceğin pek parlak olmadığını göstermektedir. İlk YÖK başkanı İhsan Doğramacı’nın aynı zamanda 1984 yılında Türkiye’nin ilk özel üniversitesi olan Bilkent Üniversitesinin kurucusu olması tesadüf değildir. İlk YÖK başkanının Türkiye’de eğitimin piyasalaşmasının yolunu açan ilk isim olması, yükseköğretim kurumlarının nasıl bir zihniyetin çatısı altında toplandığını göstermiştir.

Bir diğer yandan ise ’80 öncesinde gençliğin siyasetle bağının kuvvetli ve üniversitelerin siyaset tartışılan, üretilen alanlar olması ile birlikte Türkiye’de devrim arayışlarının pratikte yansımalarının artması kapitalist dünya içerisinde Türkiye için çizilen geleceğin gerçekleşmemesi ihtimaline karşı tedirginliği de arttırmıştır. 12 Eylül darbesi sonrasında üniversitelere dair tedbir almak için YÖK yaratılırken, yukarıda da bahsettiğimiz gibi YÖK’e meşruluk zemini kazandırabilmek için üniversitelerin vasıflarının yeniden tartışılması kaçınılmaz olmuştur. Fakat bu tanımlamaları yapanların söylem ve eylem noktasında bir tutarlılıkları yoktur. Çünkü çizdikleri üniversite profilinin sömürü düzeninin içerisinde bir yerinin olması mümkün değildir. Örneğin; İhsan Doğramacı’nın hazırladığı, 1981-1991 aralığını kapsayan, “Yükseköğretimde On Yıl- 1981 Reformu ve Sonuçları” isimli metnin sunuş kısmı şu cümleler ile başlamaktadır, Çağdaş üniversiteden, öğretim ve bilimsel araştırmalar yanında uygulamalı teknolojik araştırmalar, danışmanlık ve yetişkinlerin eğitiminden tedavi hizmetlerine kadar uzanan çeşitli toplum hizmetleri beklenir. Başka bir deyişle, çağdaş üniversite bir fildişi kule değil, toplumun ihtiyaçlarına duyarlı olması gereken bir kurumdur.”[2]

Üniversitelerin toplum için öneminin altını çizen İhsan Doğramacı bir sermayedardır ve düzen siyasetinde belirleyici bir unsur olabilme niteliğindedir. Böyle bir profilin yaptığı bu açıklamaların çıktısı olarak gördüklerimiz ise bahsedilenlerden ziyade toplumsal gelişime katkı sağlama noktasında işlevsiz kalmış üniversitelerden başka bir şey değildir. Çünkü Türkiye’de 1980 sonrasında gelişen eğitimde piyasalaşma süreci ve bugünkü gerici rejimin hedeflediği ideolojik dönüşüm üniversitelerin toplumsal gelişime katkı koyabilmesine imkân tanımaz.

Bu yüzden hem üniversiteyi bu şekilde tanımlamanın hem de ortaya koyulan politikaların birbiri ile çatışmasının tahlil edilemediğini sanmıyorum. Üniversiteyi gerçek niteliği ile konuşacaksak bu şekilde tanımlamak zorundayız. Yalnız bu kesimin özünde üniversitenin bu biçimde işlemesini hedefleyemeyeceğine rağmen yapmak zorunda kaldığı tanıma istenilen kılıfın biçilebilmesi için “çağdaş” sıfatının kullanımına dikkat çekilebilir. Çünkü kapitalist dünya içerisinde Türkiye’ye duyulan ihtiyacı karşılamak ve bu yüzden üniversiteleri dönüştürebilme meşruluğu kazanabilmek için bu kılıfa ihtiyaç vardır.

Kısaca, 1980 darbesi ile birlikte Türkiye’de yeni bir süreç açılmış ve bu süreç içerisinde de eğitime ve üniversiteye yeni bir görev atanmıştır. Emperyalizm ile iş birliği içerisinde bulunan ve sermaye sınıfının temsilciliğini üstlenen iktidarlar, YÖK ile beraber kendi zihniyetleri çerçevesinde üniversiteleri şekillendirebilecek bir araç elde etmişlerdir. Bugün yaşanılanların sorumlularından olan AKP’nin iktidara geldiği günden bugüne, YÖK’ün asıl misyonunun düzenin siyasi ihtiyaçlarına uygun hamle almak olduğu AKP’nin hayata geçirdiği politikalar ile defalarca kez ispatlanmıştır. Uzun bir dönem iktidarda kalmış ve toplumsal anlamda bu derece bir dönüşüme sebebiyet vermiş olan AKP’nin son 20 yılda üniversitelere kaybettirdiği niteliğin arkasında, bu zihniyetin gericilikten beslenmesi ve piyasacı emelleri yatmaktadır. AKP iktidarı, YÖK’ün karar mekanizmalarını tamamen yok etmiş, temsili bir organ haline getirmiştir. Örneğin üniversitelere yapılan rektör atamaları ve bu rektörlerin değişim ve dönüşüm noktasında iyi bir aparat olmaları yukarıda anlatılanları haklı çıkarmaktadır.

Tüm bunlarla birlikte peki bugün elimiz kolumuz bağlı mıdır? Ya da üniversiteleri kazanabilmenin ve gerçek işlevi ile var olmalarını sağlamanın yolu YÖK’ün ortadan kalkması üzerine yürütülen mücadele ile mümkün müdür? İki soruya da hayır cevabını verebiliriz. Öncelikle okuyan ve sorgulayan bir gençlik olma yolunda gösterdiğimiz ısrarın bir sonucu olarak ne üniversiteleri ne de ülkeyi piyasacı ve gerici bu zihniyetin eline teslim etmeyeceğiz. Fakat teslim etmemenin yolu doğru politik tutum ve doğru mücadele hattından geçmektedir. Güncel durumda AKP iktidarı YÖK’ü bir karar mekanizması olmaktan çıkarmıştır. Çünkü bugün YÖK kapitalizm içerisinde ortaya çıkan bir rejiminin üniversiteleri dizayn edebilmek için kullandığı bir aparattan daha fazlası değildir. Özellikle Türkiye’nin güncel siyasi durumu ele alındığında AKP ile aynı kökten türemiş farklı siyasi partilerin, 12 Eylül darbesine giden yolu açanların aklını kendine akıl edinen diğer partilerin, kurulu sömürü düzeni ile hiçbir sorunu olmayan, düzenin restorasyonunu hedefleyen bir diğer partilerin alternatif olarak karşımıza çıkması meselenin YÖK’ün varlığı ile sınırlı olmadığını göstermektedir. Bu yüzden gerekli mücadele emperyalizme ve sömürüye karşı çizilmeli, bu düzenin kökten değişimi hedeflenmelidir. YÖK’e karşı mücadele verilmek isteniyorsa ise  YÖK’ü yaratan zihniyete ve bu zihniyetin sebep olduğu toplumsal düzene karşı bir kavga yükseltilmelidir. Eğitimin piyasalaşmasına karşı çıkmadan üniversiteleri toplumun gelişimine katkıda bulunan kurumlar haline getiremeyiz. Gericiliğe karşı çıkmadan bilimin yükseldiği ve düşüncenin üretilebildiği üniversiteler yaratamayız. Bunlar ise sömürünün devam ettiği, emperyalizmle bağın kopartılmadığı bir ülkede mümkün değildir. Bu yüzden önce, yeni bir ülke, demeli ve bu hedefle mücadeleyi yükseltmeliyiz.

*[1] https://www.yok.gov.tr/kurumsal/tarihce

[2] https://www.yok.gov.tr/Documents/Yayinlar/Yayinlarimiz/Turk-yuksekogretiminde-on-yil.pdf