Yapısalcılığa kısa ama eleştirel bir bakış: Toplum atomlardan mı oluşuyor?

Elbette Marksizm de diğer tüm fikirler gibi tartış maya ve eleştiriye açıktır. Fakat eleştirmek için eleştiriyor olmak yahut Neo-Marksizm, yeni sol gibi yaklaşımlarla kendini gizleyen liberalizme alan açmak eleştirmek değil çarpıtmaktır.

Ulaş Cengiz Kumanlı

Günümüzde akademinin geldiği noktayı hepimiz biliyoruz. Post-modernizm ve yapısalcılık adına yazılıp çizilen her şey bütünlükten yoksun olarak şekilleniyor. Bu durum akademinin tamamına sızmış durumda. Tarihsel bir bakış açısıyla yaklaşmadan olguları değerlendirmeye çalışmak hem belli açılardan yanlış hem de aslında bilerek yapılan bir hamle.

Yapısalcılık ve Post-Modernizm gibi fikirler aslında dünyada reel sosyalizmin çözülmesi ile hız kazandı. Sovyetlerin tam anlamıyla çözüldüğü 90’lar dan sonra ise artık tek gerçekmişçesine kabul görmekte.

Marksizmin sosyal bilimler alanındaki ezici ve nihai zaferini pekiştiren Sovyetler Birliği’nin varlığı sona erdiğinde, Marksizmi eleştirmek ve aslında karşı sına yeni fikirlerle çıkmak temel anlayıştı. Sovyetler’in çöküşünde sözde ““Köhnemiş” ideolojilerin de payı var mıydı?” diye soran kimi sol gruplar da aslında bu anlayışı doğrudan desteklediler.

Örneğin Althusser, Marksizmi, yani bizim anlayacağımız anlamda Klasik/Geleneksel Marksizmi “kurumsallaşmış bir anti-hümanizm” olarak tanımlanmaktadır. Keza bu abes görüşün dayanağı da Sovyetler’in yaptığı sözde katliamlar ve soykırımlardır, fakat durum gerçekte bundan epey farklıdır. Marksizm aslında bireyin varlığını yadsımaz ve hatta bireyin gerçek kurtuluşunu kitlelerin kurtuluşunda arar. Örneğin; kendi sınıfsal statüsünü değiştiren bir proleterin, proletaryayı kurtarmadığının altını çizer. Buna dayanarak hümanizm eksikliği çıkartmak yanlıştır. Aksine insanlığı bir bütün olarak ele almak ve insanlığın kurtuluşunu da topyekûn bir mücadele ile kurmak olası tek olgudur. Çünkü insan, yani Althusser’in birey dediği, yekpare bir biçimde “toplumdan bağımsız bir yapı” içinde meydana gelmez. Bireyi de bireyin fikirlerini de oluşturan üretim ilişkileridir.

Yine tarihi “öznesiz bir süreç” olarak adlandırmak da Althusser’in yapmış olduğu büyük bir hatadır. Sınıfları görmeksizin insanlığı bir bütün olarak süregelen ve tarihi de bu süregelişin kayıt altına alınması olgusu olarak gören yaygın anlayış da yapısalcılığın bir başka eksiğidir. Evet tarih bir akış içindedir ve evet insanlık da bu akışta nesiller boyu sürüp gider. Fakat bir tek farkla, insanlık kendi tarihini yazmaktadır. Çevresindeki dünyayı şekillendiren insan kendi tarihini de yazmaktadır. Bu tarih de aslında sınıfların savaşım tarihidir.

Toplumların başlangıcından beri insanlık kendi çevresini ve toplumunu şekillendirmekte ve kendi ihtiyaçlarına yönelik değiştirmektedir. Bu değişimi de kimi zaman alet yaparak kimi zamansa dinler, felsefe ve bilim gibi kültürel olgular yoluyla yapar. Sonuç olarak insan zaten çevresini şekillendirerek var olur ve de aynı zamanda çevresi tarafından şekillendirilir. Kimi zaman doğal şartlar sebebiyle göç edebilir veya yaşayış şeklini değiştirebilir. Fakat bu durum insanı, tarihin nesnesi haline getirmez. Aksine bu tarz adaptasyonları gerçekleştirmek için bile doğayı şekillendirir.

Peki bu kadar yanılgının sebebi nedir, ya da bu fikirler nasıl ve niçin doğmuştur? Bu soruların yanıtı sınıflı toplumun tarihinde aran malıdır. Yazının başında bahsettiğimiz reel sosyalizmin çözülüşü ve sonrasında kapitalizmin kendini mutlak ilan edişinin paralelinde fikirsel alanda da bir dizi arayış oldu. Bu “arayışlar” o kadar da masum değildi.
Suçu Marksizmde arayan bu sapmaların sistematik bir biçimde tek bir merkezden pompalanarak tüm akademiyi ele geçirmesi de tesadüf değildi. Hatta Sovyetler de aslında Marksizmden ve sosyalizmden koptuğu için ağır ağır önce likide olup ardından çözüldü.

Tesadüf değildi ama o zaman neydi? Bu sorunun cevabı da açık “yeni sol” adı altında geleneksel solun reddiyesi ve kendini mutlak ilan eden kapitalizm ve onun neo-liberalizmi ile uzlaşmak… Marksizmle uzlaşamayan yeni solcular, ne hikmetse sosyalizmin dünyadaki bütün kazanımlarına karşı neoliberalizmle çok rahat uzlaştılar.

Marksizmin reddinin yarattığı boşluk ise post-modernizm, kimlik siyaseti ve yapısalcılık ile dolduruldu. Tüm tarih, toplum, sanat ve teknik anlayışları altüst edildikçe tersten algılanmaya başlandı. Bilimsel olan olgular birbirleriyle organik bir bağ kurarlar. Örneğin bilimsel teorilerin birbirlerini içererek aşması gibi. Bu durum Marks için de geçerlidir. Fakat yapısalcı anlayışta topluma dair söylenen bütün fikirler sanki gök yüzünden; farklı olgular la farklı zamanlar için indirilmiş, tarihsel işleyişle hiçbir bağı bulunmayan sanki tanrılar tarafından gönderilmiş birbirinden bağımsız yapılardır. Bunun sebebi tarihsel-materyalist perspektifin redde dilmesidir. Bunun bir akıl tutulması değil bir siyasi hamle olduğunun altı çizilmelidir. Dünyada mevzi kaybeden sosyalizme bir darbe vurması için üretilen bu anlayış çoktan sınıfta kalmıştır.

Elbette Marksizm de diğer tüm fikirler gibi tartış maya ve eleştiriye açıktır. Fakat eleştirmek için eleştiriyor olmak yahut Neo-Marksizm, yeni sol gibi yaklaşımlarla kendini gizleyen liberalizme alan açmak eleştirmek değil çarpıtmaktır.

Son olarak, bırakalım kimileri emeğin ve insanlığın özgürlüğüne giden yoldan kaça dursun. Biz dünyanın da memleketin de kurtuluşunu kuracak yönteme ve araca sahibiz. Kendilerini yeni diye adlandıranlara karşı geleneğimize sahip çıkarak aydınlık yarınlara doğru emin adımlarla ilerliyoruz