Üniversitede türban konusu

Düşünün, vegan bir kasap, Fenerbahçe’yi tutan bir Galatasaray yöneticisi veya benim bir cami yaptırma derneği üyesi olmam garip olmaz mı? Eğer böyle bir örnek varsa, iki taraftan birinde bir yanlışlık var demektir. Türban işi de bu zeminde ele alınmalıydı

Son otuz yılda akademinin en çok tartışılan konularından biri üniversiteye türbanla girip girmeme sorunu olmuştur. Konu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) kadar gitmiş, öğretim üyeleri arasında Cumhuriyet tarihinin en yüksek katılımlı imza kampanyası (‘Ülkemizi Gericiliğe Teslim Etmiyoruz’ bildirisi, Üniversite Konseyleri Derneği, 2008) gerçekleştirilmiştir. Daha önceleri yasakken, eski AKP’li, yeni Gelecek Partili YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan döneminde deyim yerindeyse bir oldu bitti ile türban serbest hale gelmiştir.

Neden iktidar akademide türban işini bu denli önemsemiştir? Gerçekten de, akademide türbanın serbest olması için verilen mücadele, ne başka bir kurum için, örneğin tapu kadastro müdürlüğü, ne de başka bir eğitim kurumu için, örneğin liseler, verilmiştir. Çünkü iktidar, üniversitenin toplumun ‘elitlerini’ yetiştirmek ve bu yolla toplumu biçimlendirme gücü olduğunun farkındaydı. Eğer mücadelesini, örneğin defterdarlıklarda verseydi ve başarıya ulaşsaydı, başarısı sadece burasıyla sınırlı kalırdı. Ama üniversitedeki mücadeleyi kazanması türbanın her alanda kullanımına olanak sağlardı. Nitekim öyle de oldu ve üniversitede türban serbest olduktan kısa bir süre sonra yaşamın her alanında olağanlaştı.

Durum özetle böyle. Yıllar süren bir tartışma ve mücadele olmasına karşın, sorunun bitmediğini düşünüyorum çünkü geriye doğru baktığımda tartışmanın genellikle yanlış bir zeminde sürdüğü, böyle olunca da bir gün yeniden ortaya çıkıp tartışılacağı kanısındayım.

Öncelikle türban, bir kılık kıyafet sorunu olarak ele alınmıştı. Sanırım “Mini etek serbestken, neden türban yasak?” söylemini hepimiz anımsarız. İkilemin garipliği bir yana türban takanların sadece belirli bir dünya görüşünde olması, Müslüman olmayan tek bir kişinin türban kullanmaması ve Müslümanların da tümünün türban takmaması çok açık bir biçimde sorunun giyim sorunu olmadığını göstermektedir. Kaldı ki, eğer kılık kıyafet sorunu olarak ele alınırsa, o zaman her kurumun da bunu belirleme yetkisi olduğu zaten bilinir. Bugün her yerde, TBMM’de, ibadet yerlerinde, devlet dairelerinde, hatta özel sektörde çalışanların giyimlerinin nasıl olacağı belirlenmiştir. Bırakın kamu kurumlarını, birçok yemek davetinde bile giyimin şekli konusunda bir not olur. Zaten AİHM’in Leyla Şahin (şimdi AKP Konya milletvekili ve genel başkan yardımcısı)-Türkiye davasında, Şahin aleyhine verdiği, “üniversiteye türbanla girilemez” kararı da esas olarak bu nokta üzerindendir.

Zaten bu davadan bahsederken, zamanın Başbakanı Recep Erdoğan 2005 Kasım ayında “Mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır.” diyerek türban sorunun başka bir hukukta yeri olduğunu açıkça ortaya koymuştu. Sonra Ocak 2008 yılında “Velev ki (türbanı) bir siyasi simge olarak taktığını düşünün. Bir siyasi simge olarak takmayı da suç olarak kabul edebilir misiniz? Simgelere, sembollere bir yasak getirebilir misiniz?” demişti. Gerek bu sözlerden gerekse yaşam pratiğinden türbanın belirli bir dünya görüşüne sahip olanların bir bölümünün siyasi hareketi olduğu söylenebilir.

O zaman kılık kıyafet argümanını bırakıp, dini inanç meselesine gelelim. Rıfat Okçabol’un çok yerinde sorduğu gibi, “İnançlara göre yaşamak isteği bir hak mıdır? Birilerine inancı gereği bir hak verilirse, başkalarının inançlarına dayalı istekleri olunca ne yapacağız?” (1) veya yine dini inanç gereği “‘Ben kadının şahitliğine inanmıyorum’ diyebilir mi? Bir hırsız, dolandırıcı, belgede sahtekarlık yapan, ihaleye fesat karıştıran ya da malzemeden çalma uğruna çürük binalar yapan bir kişi diyelim ki üç yıla mahkûm oldu. ‘Ben inançlarıma göre yaşamak istiyorum, bana üç yıl hapis cezası vermeyin sağ kolumu bilekten kesin’ dese, inanç özgürlüğü var deyip onun isteğine uyulacak mı?”(2) Ya da dini inançlar çatışırsa ne olacak? AİHM kararında “Bu bağlamda üniversiteler, çeşitli inançlardaki öğrencilerin barış içerisinde bir arada yaşamalarını temin etmek ve bu yolla kamu düzenini ve ötekilerin inançlarını korumak maksadıyla, bir dine ait sembol ve hareketlerin açığa vurulmasının yerine birtakım kısıtlamalar getirebilir” (3) denmektedir. Gerçekten de, örneğin, AKP’li Eyüp Belediyesinin, örtünmeyenleri günahkar sayan ve türban yasağını, “İslam düşmanlığı” olarak niteleyen kitaplar dağıtması (4) AİHM’i doğrular niteliktedir.

Daha önce pek çok yazımda belirttiğim gibi üniversitelerin temel işlevi bilgi üretmektir ve üniversiteyle ilgili her olay bu işlev üzerinden değerlendirilmelidir. Bırakın doğrudan bağlantılı konuları, uç bir örnek verilecek olursa, kampüse açılacak yeni bir kantin için bile bu kıstas gözetilmelidir. Türban konusu da böyle ele alınmalı ve tartışılmalıydı.
Bence ilk hata, bilim-din çelişkisini göz ardı etmekle başlamaktadır. Eski yazılarımda defalarca ele aldığım gibi, din bilimin zıddıdır: bilim araştırır, din kabul eder; bilim şüpheyle yaklaşır, din biat eder; bilim gelişir, din durağandır vs. Bilim ilerledikçe dinin tanımlama alanı daralır. Yukarıda yaptığım başbakan veya belediye alıntılarında da olduğu gibi, türban dini bir argüman olarak üniversitededir; zıddını üretmesi gereken yerde.

Düşünün, vegan bir kasap, Fenerbahçe’yi tutan bir Galatasaray yöneticisi veya benim bir cami yaptırma derneği üyesi olmam garip olmaz mı? Eğer böyle bir örnek varsa, iki taraftan birinde bir yanlışlık var demektir. Türban işi de bu zeminde ele alınmalıydı. İşte tam da bu nedenle tartışma bitmedi; baskılandı, bekliyor.

(1)https://haber.sol.org.tr/yazarlar/rifat-okcabol/turban-ii-188177
(2)https://haber.sol.org.tr/yazarlar/rifat-okcabol/turban-cikmazi-34552
(3)Doğru O., Nalbant A. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi. Açıklama ve Önemli Kararlar. T.C. Yargıtay Başkanlığı Yay., 2013.
(4)Cumhuriyet, 25 Mayıs 2006.