Tüm zamanların en çok dehşete düşüren korku ve gerilim filmleri

Tüm zamanların en çok dehşete düşüren korku ve gerilim filmleri

25-11-2022 11:56

Çok yönlü yaklaşılması gerekilen ‘şiddet’ gerçeği karşısında yapayalnız hissetmek kader olmamalı. 25 Kasım ve 8 Mart gibi özel günlerde bol duygusal içerikli reklamlar ve videolar hazırlamak belki de işin en kolayı, zor olan ise durumu tüm boyutları ile değerlendirmek.

 Gürseli Kara

Senaryosu benzer olsa da hepsi birbirinden farklı hayat hikayeleri fakat filmlerdeki gibi dehşete düşüren sahneler fazlasıyla gerçek. Üstelik her gün gerçekleşiyor, kamunun haber alması ancak ve ancak olay örgüsünün korkunçluk derecesiyle yani ‘reyting’ almasıyla mümkün halde. Yüksek oranda, kadının öldürülmesi veya cinsel istismara uğraması durumlarında haber değeri oluyor. Ülkemizde kadına yönelik şiddet gerçeği karşımızda…

Kapitalist düzende ülkeyi yönetenler ve devletin kadroları dahil izlemekle yetiniyoruz.

Bu alanda yapılan istatistiki çalışmalar gösteriyor ki, kadına yönelik şiddet eş/eski eş/partner/baba/erkek kardeş/patron tarafından uygulanıyor. Korku filmi metaforunda kullandığımız fail aslında mağdurun yakını, yani aslında gerçekten izleme olanağımız olsaydı, izlerken içimizden ‘dikkat et, ona güvenme, kendini koru’ diye kalp çarpıntısı yaşatacak cinsten.

Senaryoyu değiştirmek için adımlar atılıyor. Atılan adımlar gerilim filmini son sahnesine kadar izleyip, artık mağdur için birileri bir şeyler yapsın noktasında belki etkili. Peki filmi sil baştan değiştirmek mümkün olabilir mi?

Sorunun cevabını şiddetin gerekçelerinde bulabiliriz. Toplumumuzda erkeğin öfkesi yüceltilirken, kadının bunun karşısında vakur durması, kabullenmesi beklenmektedir. Kadın toplum içinde tanımlanırken, aile içindeki vazifesine göre tanımlanıyor ve bu konumu yüceltiliyor. Bu bakış açısında unutulan nokta kadının birey olduğu, kendi kararlarını verebilen bir yurttaş olduğu gerçeğidir. Zayıf, aciz, korunmaya muhtaç, aklı yetmeyen olarak yapılan tüm yaklaşımlarda kadın ikinci konuma itiliyor, özgüveni sarsılmış bireyler olarak yetiştiriliyor. Toplumsal bakış açısının değiştirilmesi için acilen adımlar atılması gerekiyor. Bu noktada politikalar üretilmesi şart, ama nasıl?  25 kasıma yaklaştığımız şu günlerde ‘kamu spotu’ veya reklam filmi şeklinde karşımıza çıkan videolar ile mi? Bu videolar ile güdülen amaç toplumsal duyarlılık oluşturmak fakat çoğu zaman videonun kendisi şiddet görüntüleri içeriyor. Bireyin doğduğu aileden, yaşadığı toplumdan, aldığı eğitim seviyesinden ve en nihayetinde kendini gerçekleştirdiği sosyal ortamdan azade ele alınıp, sadece bir video izleyerek şiddet uygulamaktan vazgeçebileceği düşüncesi, kanayan yaraya tedavi uygulamak dikiş atmak yerine küçücük bir yara bandı koyup iyileşmesini beklemek safdilliliğine benziyor. Farkındalık oluşturması beklenen videolar, problemin ana kaynağına değil de sadece vicdanlara sesleniyor. Peki nedir problemin ana kaynağı dersek…

Sosyoekonomik seviyenin düşük olduğu ailelerde şiddete maruz kalma ve şiddetin dozunun arttığını biliyoruz. Ekonomik olarak erkeğe bağımlı olma, şiddete maruz kalma karşısında boyun eğmeyi de beraberinde getiriyor. Çalışma hayatında ise kapitalist düzende, erkek işgücünün yerine daha büyük bir sömürünün nesnesi olan ucuz kadın iş gücü tercih ediliyor. Aynı işi yapan kadın ve erkek aynı maaşı alamıyor. Nitelikli iş gücü gerektiren durumlarda veya akademide/siyasette erkekler kadınlara göre daha fazla istihdam edilmekte/ kadro almakta. Bunun yanında; kadın emeği ev işi, çocuk bakımı ve tarlada çalışmak söz konusu olduğunda ücretsizdir ve değersizdir, çünkü kadın bu işleri yapmakla yükümlüdür. Kadın bu emeği sarf ederse kadındır. Kadın emeği evde ve iş yerinde sömürüye açıktır. Şiddete giden yollardaki taşlar ekonomik bağımlılıktan geçtiğine göre, çözüm de ekonomik özgürlükten geçmektedir. Acil olarak kadın istihdamı arttırılmalı, kadın emeğine alan açılmalıdır. Ardından izlenecek politikalarla kadın emeğinin kalifiyeleştirilmesi için adımlar atılmalıdır.  Akademide ve yüksek öğrenim alanında özgürce meslek seçme fırsatı yaratılmalıdır. Eğitim hayatından koparılan çocuklar için adımlar atılmalı, gerekirse bu konuda cezai yaptırımlar getirilmelidir. Aslında mevcut yasaların uygulanması bile yeterlidir. Çünkü eğitim hayatından koparılan çocukların ileriki yaşlarda şiddet uygulama veya şiddet görme yüzdeleri de yüksektir. Eğitim seviyesi arttıkça şiddet uygulama ve şiddet görme riski de düşmektedir.

Kadına yönelik şiddetle mücadelede çoğumuzun aklına ilk gelen başlık eğitim. Doğru eğitimle şiddet konusunda farkındalık yaratılabilir. En azından birey eğitim sistemi içerisinde şiddet olgusunun problemleri çözme ve baş etme konusunda araç olamayacağını öğrenebilir. Okullarda şiddetin önüne geçmek için eğitimler verilebilir. Fakat kadına yönelen şiddet, aile içinde çocuğa da yöneldiği için, çocuk şiddetin olduğu bir ortamda doğup büyüdüğünde, şiddeti normalleştirerek okul çağına gelmektedir. Küçük yaşta öğrenilen bu durum, yetişkinlikte de şiddet uygulamaya eğilimli bireyler yaratmaktadır. Sevgi/sevmek/aile olmak olgusu yeri geldiğinde şiddet uygulanabilir olgusu ile iç içe geçmektedir. Yerleşmiş yanlış düşüncelerin değiştirilmesi için eğitim tek başına asla yeterli değildir. Sorunlar karşısında şiddet uygulama nesilden nesile aktarılan bir hastalık olarak düşünülürse, bu zinciri kırmak için çok yönlü önlemler alınması gerekiyor. Aile içinde şiddetin önlenmesi amacıyla analık/babalık kursları açılabilir, ebeveynlikte doğru yaklaşım için eğitim yaygınlaştırılabilir. İlk elden ve ivedilikle şiddet olgusu karşısında cezai yaptırımlar arttırılabilir.

Yasalar aile içi şiddet ve kadına yönelik şiddet söz konusu olduğunda yeterli olmuyor. Türkiye’de 6284 sayılı yasa yapılırken “kadına yönelik şiddetin önlenmesi, kadının şiddetten korunması” yerine “ailenin korunması” olarak adlandırılması tercih edilmiştir. Oysa, 4320 sayılı yasa 1998 yılında esas olarak kadını şiddetten korumak amacıyla düzenlenmiş, buna rağmen 6284 “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” adıyla çıkarılmıştır. 8 Mart 2012 tarihinde TBMM’de kabul edilen 6284 sayılı yeni yasanın da tasarı halindeki adı “Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunması Yasa Tasarısı” olmasına rağmen Meclis’e sunulurken “Ailenin Korunmasına ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” olarak değiştirilmiştir. Yasada kadın veya aile kelimesi geçmesi ne fark eder diye düşünebilirsiniz. Fakat kadını ‘birey’ olarak görmek istemeyen bakış açısı ile yapılmış bir yasa söz konusudur. Uygulamaya konulduğunda aynı zihniyetle yaklaşılacağını ve olayları bu şekilde değerlendirmeye alacağını unutmamak gerekir. Sadece hukuk alanında önlemler getirmekle şiddetin tam anlamıyla önlenebilmesi mümkün değildir. Kurumlar arası koordinasyon da şiddeti önlemede oldukça önemli bir olgudur. Şiddete maruz kalan kadın ilk önce sağlık kuruluşlarına başvurmakta, eğer şiddete uğradığını beyan etmezse sağlık çalışanı tarafından kolaylıkla atlanabilmektedir. Oysaki sağlık çalışanlarının kadına yönelik şiddet vakalarını usule uygun şekilde tespit edip, kolluk kuvvetlerine bildirme yetkisi vardır. Ülkemizde bu konuda da maalesef yetersizlik söz konusudur. Kolluk kuvvetlerinin 6284 sayılı yasayı uygulamada yetersiz kaldığını birçok vakada üzülerek gördük. Koruma kararı çıkmasına rağmen hayattan koparılan kadınlar, sonuç itibariyle yasaların etkin kullanılamaması ve şiddet olgusu karşısında çaresiz kalan kadınlar…

Çok yönlü yaklaşılması gerekilen ‘şiddet’ gerçeği karşısında yapayalnız hissetmek kader olmamalı. 25 Kasım ve 8 Mart gibi özel günlerde bol duygusal içerikli reklamlar ve videolar hazırlamak belki de işin en kolayı, zor olan ise durumu tüm boyutları ile değerlendirmek. Filmin senaryosunu baştan yazmak gerekiyor. Oysa biz mevcut sistemde korku filminin sonunda gelecek kahramanı bekliyoruz.

‘Büyük toplumsal ekonomiye yeniden katılması sağlanmadıkça kadının erkek egemenliğinden kurtuluşu mümkün değildir. Kadının sevgi ve annelik hakkı, onu erkeğe ekonomik olarak bağımlı kılmanın aracı olmamalıdır.’ * Clara Zetkin

*Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu. Cilt 1/Gül Özgür