Tehditlere pabuç bırakmayacaksak…

Sınıflar mücadelesinde insanlığın ileri sıçramalarıyla kazanılmış olan laiklik bir karşı devrim sürecinde tasfiye edildiğinde tarihsel olarak en geri formlar ve normlar toplumlara musallat olur. Bugün yaşanan da budur.

Her gün ölüm ve tecavüz tehditlerinin havada uçuştuğu, faillerin alay eder gibi ortalıkta dolaşarak tehditlerini sürdürdüğü, hukuki olarak hiçbir yaptırım uygulanmamasının verdiği cesaretle salgın gibi yayılan ve dozu artan bir karanlık silsile içerisinde yaşıyoruz. Hukuk kurumunun buharlaştığı, onu ayakta tutacak herhangi bir normun ortada olmadığı koşullarda, suçlu ile mağdurun da yer değiştirdiğini yaşayarak görüyoruz.

Türkiye’de laiklik tasfiye edildi. 1940’ların ikinci yarısı başlayan ama özellikle 1980’lerden itibaren taşları döşenen karşı devrim süreci AKP’nin son golüyle iyice ete kemiğe büründü. Şunu bir kez daha söyleyelim: Düzen siyasetinin bütün bileşenleri bu sürecin suç ortağıdır.

En son Danıştay 10. Dairesi’nin İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin aldığı karar da bu tasfiyenin açık ilanıdır. Çünkü Danıştay 10. Dairesi bu kararıyla Anayasa’nın 2. ve 10. maddelerinin ihlaline onay vermiştir. Tarikat ve cemaatler başta olmak üzere çıkar çetelerinin siyasette, bürokraside, toplumda ve iktisattaki gücünü kabul etmiştir. Böylece, tarikat cemaat şeyhleri siyasetin en yetkili figürlerince muteber ilan edilebiliyor. Bu çetelere yurttaşların vergileriyle oluşturulan “devlet” kasasından milyarlar hibe edilebiliyor, akıtılabiliyor. Bilimsel, kamusal sağlık, akıl dışı hurafelerle terk ediliyor. Bunların yurtları, medreseleri, sıbyan mektepleri, vb laik, bilimsel, kamusal eğitimi ikame edebiliyor. Kamusal eğitim ise bunların “değerlerine” terk edilebiliyor. Bunların şeyhlerinin ağzından çıkan kelam topluma, emekçilere mutlak doğru olarak yutturulabiliyor. Daha da ötesi Diyanet İşleri Başkanlığı yoksulluk ve açlığa sabır vaaz ederek korku ve açlıkla sınanmayı müjdeliyor. Laikliğe açık açık küfredilirken şeriat propagandası normalleştiriliyor. Hukuk kurumlarında dini uygulamalar yer bulabiliyor. Kadınlar katli vacip, çocuk evlilikleri ile çocuk istismarı helal olarak vaaz edilebiliyor. Kan banyosu yaptırmaya yeminli mafya çetelerinin liderleri siyasetin yerini alabiliyor.

Bu sayfalarda defalarca yazdık, laiklik olmazsa yurttaşlık ve kurum olarak hukuk olmaz. Çıkar çetelerinin iktidarı ve onların çıkar çatışmaları ile etraflarında kümelenenlerin birbirini boğazladığı bir ülkeye döner bu coğrafya. Sadece cemaat ve tarikatlar değil, her türlü geri form burada güçlenir.

Birçok yurttaşa olduğu gibi Zülal Kalkandelen ve Esin Davutoğlu Şenol’a yaşatılanlar işte tam da budur. Bunlar münferit değil, gayet organize işlerdir. Ölümle, tecavüzle tehditler… Sosyal medya üzerinden veya bizzat adrese teslim tehditler… Bu kadar rahat ortalığa dökülebilen tehditler… Cezai yaptırımı uygulanmayan tehditler… Hatta tehdidin kendisi bizzat uygulandığında takdirle indirim alan fiiller… Evladı kolluk kuvvetlerince öldürülen anneyi yuhalatanlar, minbere kılıçla çıkanlar, “değerlerine uzanan” dilleri koparanlar, halka her türlü küfrü edebilecek derecede pervasızlaşan “yöneticiler”, tarikat şeyhlerini, aşiret ağalarını makbul şahsiyetler olarak topluma dayatan, ağzını “Allah’ın izniyle” diyerek açıp, eşitsizliklerden kul hakkı olarak bahseden, toplumsal değerleri İslami kişiliklerin sözlerine hapseden devlet erkânı ve siyasiler, depremleri çocuk evliliklerin yasak olmasına bağlayanlar, tahliye edilen, göz göre göre ortalıkta elini kolunu sallayarak dolaşan cihatçı çete mensupları, okullarda cihat provaları yaptırılan çocuklar, aşının bir kamu-devlet üretimi, hizmeti olduğunun reddi ile birlikte halk sağlığının piyasa ve hurafelerle ikamesi, yükselen bilinmezcilik ve yeni maneviyat arayışları, karanlık çağları andırırcasına aklı ve bilimi, insanlığın gelişimini reddeden bilim dışı unsurların örgütlenmesi… Daha sayfalarca örnek sayabiliriz “ceberut laikliğin” tasfiyesiyle ortalığa dökülen pisliklerden sadece bazılarını…

Laikliği özgürlük karşıtı bir norm olarak hedef tahtasına yerleştirenler bu pislik tablosunun önemli sorumlularıdır. Hala laiklik karşısında bir özgürlükçü çıkış aramak ise en hafif tabirle aymazlıktır. Çünkü laiklik tarihsel ilerlemelerle insanlığın özgürleşmesini sağlayan bir normdur. Dolayısıyla özgürlük, öyle liberal tezlerin, kökeninde piyasanın özgürlüğüne dayanan, “bireyin özgürlüğü” safsatasından ibaret değildir. Toplumsal özgürlüğün sağlandığı koşullarda ancak bireylerin özgürlüğünden söz edilebilir. Bu toplumsal özgürlüğü sağlayacak olan ise insanın her türlü geri tahakkümden kurtulmasıyla gerçekleşir. Bunun da koşulu laikliktir.

Sınıflar mücadelesinde insanlığın ileri sıçramalarıyla kazanılmış olan laiklik bir karşı devrim sürecinde tasfiye edildiğinde tarihsel olarak en geri formlar ve normlar toplumlara musallat olur. Bugün yaşanan da budur. O en geri form ve normlar, en geniş özgürlükleriyle toplumları karanlığın içine çekerken ileri düşünceleri de boğmaya girişirler. Laiklik yoksa eğer, bu girişimleri engelleyecek bir yapıdan bahsetmek de mümkün değildir. Türkiye bir cemaatler, tarikatlar, aşiretler, mafya çeteleri koalisyonu haline geldiyse ve buna karşı olmak bir yana, “muhaliflerin” de buradan “kapsayarak” çıkma gibi bir eğilimi varsa, özgürlük için laiklik mücadelesinin ne kadar yaşamsal olduğu da ortadadır.

Tersinden, “Onurlu ahlaklı kadın çıplak aramaya uğradıysa bunu söylemek için bir yıl beklemez”, “Başörtüsü ve çıplak kelimesini yan yana getirerek inançlarımıza derinlemesine zarar vermek istiyorlar”, “Bu insanlar talimatla bebek sahibi oluyorlar” sözlerinin sahibi olan Özlem Zengin gibi bir figürden veya Abdullah Çatlı ile aynı masada yemek yiyecek derecede yakın olan, Mehmet Ağar’ın selefi olarak Çiller’in İçişleri Bakanlığı’nı yapan, AKP’nin kurucuları arasında yer alan, 15 Şubat 1997’deki Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü’nde atılan “kahrolsun şeriat!” sloganından büyük üzüntü duyduğunu belirterek “İnancıma göre şeriat, İslam demektir. O geceyi hayatımdan silmek isterim. Anlatılamayacak bir acı hissettim” sözlerinin sahibi Meral Akşener’den veya ENSAR Vakfı’ndaki çocuk istismarı ile ilgili “bir kereden bir şey olmaz” diyen Bakan hakkında verilen gensoru oylamasının Bakan “lehine” sonuçlanmasında kutlama kuyruğuna giren AKP’li kadın vekillerle “kız kardeşlik” bu kapsamın dar kalıplarının ötesinde karanlıktan başka hiçbir şey sunmaz. Ya da Rusya’ya yönelik sert yaptırımlar için Avrupalı müttefikleri ve ABD’nin yanında durmaya hazır olduklarını belirten ve ülkesini NATO üyeliğine bizzat taşıyan Finlandiya Başbakanı’ndan kız kardeş çıkararak “siyasette kadın figürü” olarak alkışlamak da farklı bir yere tekabül etmez.
Tehditlere pabuç bırakmayacaksak, karanlıkta iş gören ve oradan beslenenlerle, gericiliği bir toplumsal değer olarak görerek, laikliğe küfredenlerle, bilim düşmanlarıyla değil, insanlığın kurtuluşunun ancak bu karanlığın bir bütün olarak yıkılmasıyla gerçekleşeceğini bilenlerle, bu iradeyle ve bu iradenin de hiç kimseye teslim edilemeyecek kadar değerli olduğu bilinciyle yol alacağız. O yüzden bu iradeye küfür edenlerden kendi adımıza destek beklemiyoruz. Bu karanlığa tehdit oluşturan niceleri gibi Zülal Kalkandelen de, Esin Davutoğlu Şenol da bizimdir! Taraflar bellidir! Sahip çıkan da bellidir, çıkmayan da!