Taraf olmak değil mücadele etmek

Türkiye işçi sınıfı açısından öncelik NATO’nun yenilgisindedir. Bu arada Rusya’daki karşı devrimi yeni bir devrimle yenme ihtimaline de ulaşırsak ne ala…

Taraf olmayan bertaraf olur…

Ne süslü bir ifade değil mi? Sonuçta siyaset de taraflaştırma işi değil midir? Ama biraz kazıyınca bir şey söylemeyen bir totoloji ile karşılaşıyoruz. Neden mi?

Komünistler işçi sınıfının tarihsel ve güncel çıkarlarını temsilen, bunları gözeterek ve işçi sınıfı adına ve önderliği iddiasıyla siyaset yapma iddiasındadır. Dolayısıyla her siyasal gündemde komünistlerin tek bir tarafı olabilir: İşçi sınıfı, sınıf siyaseti ve devrim…

Bu açıdan taraf olmak meselesi esasında tartışmaya kapalı sayılmalı ve bu soru reddedilmelidir. Öte yandan karşıtlık önemli sayılmalıdır. Neye karşı, hangi öncelikle siyaset belirlediğin önemlidir. Komünistler kapitalizme karşı mücadele verirler, bu açıdan herhangi bir kapitalist ile uzlaşmak, bir araya gelmek gibi gündemleri zaten olmaz. Olduğunda komünist siyasetten bahsedemeyiz.

Dolayısıyla kimden yana olduğunuz değil kime karşı olduğunuz gerçek bir cevap verecektir. Burada siyaset yapıp yapmadığınız, göründüğünüz gibi mi olduğunuz, olduğunuz gibi mi göründüğünüz, kimin siyasetini güttüğünüz buradan anlaşılır.

* * *

Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı askeri harekatı konuşuyoruz, tartışıyoruz. Bu esasında geçen yüzyılda kalan bir emperyalizm tartışmasının da bir tekrarı sayılabilecek noktalar içeriyor. Bazı noktalarda ise büyük bir gaflet, dalalet ve cehalet içeriyor.

Mesela Çarlık hevesleri, emperyal arayışlar ile milliyetçilik ve emperyalizm aynı cümle içerisinde suçlamaya dönüşebiliyor. Putin Rusya’sı imparatorluk heveslisi mi, milliyetçi mi, emperyal arayışlar da mı emperyalist bir saldırgan mı?

Örneğin, imparatorluk çok uluslu, dinsel ve toprak temelli bir örgütlenmedir. Kapitalizm yüzyıl önce bunları dağıtmıştır. Bugün eski Çarlık sınırlarına genişlemek isteyen bir Rusya varsa bunun anlamı Çarlık arayışı olamaz. Daha geniş pazarlar arayan bir burjuvazi ve emperyalizm olabilir ama bir imparatorluktan bahsedilemez.

Bu açıdan verilen referansların da önemi yoktur. Savaş bir noktada tarihle ve oradan doğan meşruiyetle kazanılır. Ama hangi analizin gerçek olduğunun gelmekte olanları anlamak için temel önemi olduğu ise tartışılmazdır.

* * *

Bu tartışmaları sol adına kalem oynatan, önde gelen isimler yaptığında teorik ve bilimsel doğruların yerli yerine konması lazım. Her canınızın istendiğine emperyal, emperyalist diye etiketler yapıştıramazsınız. Zira gaflet, dalalet veya cehalet değilse iş hıyanete kadar gider.

Bu açıdan Rus Çarlığı referansları ile tartışıp zaten 1979’da da Afganistan işgal etmişlerdi derseniz, utanmadan tek bir örneği olmayan şekilde Sovyetler sonrası Rusya için sosyalizm maskesini kullanıyor derseniz, anti-İngilizcilik, anti-Amerikancılık gibi temelleri zayıf burjuva ideolojilerini anti-emperyalizmin bozulmuş ama yıkılmamış sayarsanız, üzerine bir de Çin’i eklerseniz “sınıf bilinçli işçiler ve devrimciler” arasında liberal İngiliz dergisinin The Economist’in “Putin yeni Stalin mi?” diye soran “Rusya’nın Stalinleştirmesi” kapaklı sayısını meşrulaştırırsınız.

Rusya’nın dünya hegemonyası için ABD’nin karşısına dikilen bir güç olduğunu iddia ederseniz ve bu sırada üstelik karşı-devrimci ahlaksız sarhoş Boris Yeltsin ve milliyetçi Vladimir Putin için “sosyalizm maskesini” kullandıklarını iddia edecek kadar izansızlaşırsanız artık içinde bulunduğunuz duruma gaflet, dalalet veya cehalet demek de zorlaşır. Tersinden ABD, Almanya, İngiltere, Fransa başkentlerinden yükselen Ronald Reagan’ın “şeytan imparatorluğu” türküsünü tutturmuş olursunuz.

ABD, AB ve NATO ile Rusya’yı aynı kefeye koyarsanız ve bunu tekellerin bir ülke üzerindeki egemenliği üzerinden tarif ederseniz Lenin’in kitabını ya hiç okumadığınız ya da hiçbir şey anlamadığınız söylenebilir. Rusya ve üzerine konu değilken Çin’i de eklerseniz emperyalizmin sözcülerinin propagandasını tekrar eder hale gelirsiniz.

* * *

Emperyalizm, kapitalizmin bir aşamasıdır. Lenin 1915’te kısmen sansürleyerek yazdığını söylediği eşsiz eserinde bize bunu açıkça tarif etti. Emperyalizmin beş temel özelliğini de açıkladı.

Bunlar, kısaca sermaye ve üretimin yoğunlaşması ile tekellerin ekonomik yaşamda belirleyici bir rol oynaması, mali sermaye ile sanayi sermayesinin birleşip finans kapital temelinde bir finansal oligarşi yaratması, sermaye ihracının çok büyük bir önem kazanması, dünyayı aralarında paylaşan çok uluslu tekellerin kurulması ve tüm dünyanın büyük kapitalist güçler arasında bölgesel olarak paylaşımının tamamlanmasıydı.

Bu özelliklerin ve tanımın bugün geçersizleştiğini söyleyemeyeceğimiz gibi kapitalizmin yeni bir aşamasını tarif etmemizi gerektirecek bir gözlem ve veriye de sahip değiliz.

Rusya için emperyalist değil diyenlerle dalga geçmeye çalışırken birilerinin “kapitalist ama, ekonomisi sanayi sermayesine dayanıyor ve ancak petrol ve gaz ihraç edebiliyor, mali sermaye değil” diyerek emperyalist olmadığını ve Rusya’nın mali sermaye egemenliğinde olmadığının iddia ettiklerini söylemek nasıl tanımlanmalıdır?

Fıkrada hocanın dediği gibi bunun neresini düzeltelim. Ne öznesi, ne tümleci, ne de yüklemi doğru…

* * *

Oysa, Lenin’in yukarıdaki tanımından ve belirlediği temel özelliklerden, emperyalizmin ne olduğunu anladığımız kadar ne olmadığını da anlıyoruz.

Buna rağmen emperyalist dünya sistemi ile emperyalizmi bir aynı şey göstermeye çalışmanın Kautsky’nin ultra emperyalizminden farkı açıklanmaya muhtaçtır. Emperyalizmin bir dünya sistemi olduğunu söylemek aslında bir anomali sayılması gereken mevcut ittifak modelinin tarihsel gelişimini unutmak demektir.

Peki gerçekten sermaye ihracı miktarı, finans kapitalin gücü gibi tek bir parametre üzerinden mi değerlendirme yapıyoruz? Ya da emperyalizm tahlili teorik değil siyasal bir analiz mi gerektiriyor?

Her şeyden emperyalizmin kapitalizmin bir aşaması olduğunu, bir “dünya sistemi” olmadığını hatırlatmak gerekiyor. Dünyada bir “emperyalist sistem” bulunuyor. Aslında bir anomali sayılması gereken, Sovyetler Birliği’ne karşı örgütlenmiş bir ittifak sistemini içeren bu sistemin bir hiyerarşisi var.

Ama her ülkenin emperyalistleşme eğiliminde olduğunu söylemek ancak alt emperyalizm tezlerine dayanabilecek bir yaklaşımı gösterir. Bir ülkenin emperyalistleşebilmesi için bugünkü emperyalist ülkelerin düzeyine çıkabilecek tüm sektörlerden tekellere sahip olması veya buna ilişkin potansiyeli, bunun yanında siyasal, askeri veya kültürel hegemonyası veya buna ilişkin potansiyeli, kendi komşularının ötesinde deniz aşırı gücü ve pazar kabiliyetleri ve ihtiyaçları gibi bir dizi parametredeki mevcut veya potansiyel haline bakılarak yapılması gereken bir değerlendirmedir.

Bu ölçütlerin örneğin “su deniz seviyesinde 100 derecede kaynar” gibi bir keskinlikte olması gerekmez. Ama buradan bunun çok karmaşık, bilinemez, belirlenemez bir düzeyi ifade ettiği sonucuna varmak ancak yaptığınız tespitler yanlışsa, bunlara güveniniz yoksa söylenebilecek sözlerdir.

Zira elimizde var olan ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya gibi başat emperyalist ülkeleri ve bunların yanında yer alan Hollanda, Belçika, Norveç, Avustralya gibi nüfus veya kaynakları itibariyle daha sınırlı olan bir dizi emperyalist ülkeyi gözlemleyebiliriz. İtalyanlar alınmasınlar kendileri başaltı ülkeler arasına hiç değilse düştü düşecek bir konumda olmasalar rahatlıkla birinci gruba dahil edilebilirler. Ama siyaset ve Marksizm en gelişkin örnekleri esas almayı gerektiriyor.

Bunlardan göreceğimiz ciddi bir iç Pazar oluşturacak nüfus ve kaynak büyüklüğüne sahip olmaları, sermaye ihraçlarının ya çok büyük hacimlere sahip olduğu ya da kendilerine gelen sermaye miktarını katlayacak ölçüde çok olması, hemen her sektörde dünyada pazar sahibi tanınmış tekellere sahip olmaları, NATO’nun askeri şemsiyesi altında dünyaya egemenlik yansıtabilmeleri, AB veya BM gibi çok uluslu örgütlerdeki ağırlıkları, gibi çok çeşitli parametreler üzerinden ve bunların hepsinde birden açıkça yukarılara yazacağınız ülkeler olduklarını, özellikle askeri gücü nüfus başta olmak üzere çeşitli nedenlerle daha az olanların ise ikinci grupta yer aldığını ifade edebiliyoruz.

Burada altının çizilmesi gereken tüm parametrelerde ağırlık oluşturmak ve sadece esas olarak askeri gücün sınırlı olması gibi bir ayrımı rahatlıkla söylemek mümkün.

Bu açıdan bakıldığında Rusya’nın böyle bir potansiyel dahi taşımadığını, Ukrayna’da ortaya çıkan tabloda tüm propagandasına rağmen askeri kabiliyetlerinin de abartılmış olabileceğini görmüş oluyoruz. Çin’in ise daha başka bir değerlendirmeye tabi tutulması gerekiyor. Ama onun için de ancak yolun başında olduğunu söyleme imkanımız olduğu açık.

Emperyalizmin hedefindeki ülkelerin gösterdikleri direncin dengeleri değiştirmesi potansiyeli ise onları emperyalist olarak değerlendirme açısından anlamlı sayılmaz. Öyle olsa Suriye’yi bir yere koymak, İran’a başka şeyler söylemek, Afganistan’ı örnek görmek gerekirdi. Buradan hareketle bölgesel güçleri olduğundan fazla bir yere koymak da bize ileride yanlış sonuçlar verecektir.

Ama daha önemlisi acaba dünya kamuoyunu yönlendirmek açısından Rusya’nın imkanları birer Amerikan tekeli olan Facebook, Twitter, Google gibi internet kaynaklarıyla baş edebilir ölçekte midir? Bugün tekrar tekrar bakmak gerekir.

Yine entegrasyon üzerinden bir değerlendirme de anlamlı değildir. Bu nedenle kapitalist Rusya’nın ne kadar kapitalist olduğunu, kapitalizmin emperyalist aşamasında kendi yerli/milli tekellerinin olmasını, bunların gücünü, oligarkları tartışmak yanlış soruları sormak olur.

Böyle bir değerlendirme çerçevesinin yetersizliği esasında emperyalist olduğuna dair kongre kararı aldığınız bir ülkeye bir türlü emperyalist diyememeniz sonucunu doğurur. Ukrayna’daki askeri müdahaleyi tartışmak kolaydır ama Suriye’de nasıl konumlanacağınız sorusunu röportajlarda kendi kendinize sormasanız da elbette bir gün soran bulunacaktır. Emperyalist hegemonya savaşı diye açıklamalara imza attıktan sonra “siyaseten” Rusya’ya emperyalist diyememek gibi çelişkiler yanlış yollara sapmaya neden olacaktır.

* * *

ABD emperyalizminin karşısına AB’yi çıkartın. Teori bunu söylüyor. Çok kutupluluk diyebileceğimiz yeni dünya burada doğuyor.

Gerçek bir çatışma, üçüncü dünya savaşı da ancak bu iki kutup arasında çıkacaktır. İki savaş çıkartan Almanya üçüncüyü de çıkartacaktır. Bunu da tarih söylüyor.

Rusya gibi, Çin gibi örneklerin sınırlarının dışına ancak taşabilen, dünyanın herhangi bir noktasına sevk kabiliyeti çok sınırlı olan, daha yolun başındaki hallerini, büyük ölçüde bölgesel güç konumundaki bu ülkeleri ABD karşısına koymak elbette çok kolay. Ama bazılarının “belki yarın, belki yarında da yakın” saydığı bir üçüncü dünya savaşı ihtimalinin telaşıyla sonuçlara, yargılara sıçramak arasında büyük açılar var.

NATO’nun reel sosyalizm sonrası dünyada Rusya’yı çevreleme siyasetinin durması, planlarının bozulması bu yapının daha fazla ilerlemesini zorlaştıracağı gibi varlığını da temellerinden sarsacaktır. Rusya’nın kendisine yönelen bu yayılmacı saldırganlığa Gürcistan’da, Suriye’de olduğu gibi Ukrayna’da da ancak bir direnç sayılabilecek askeri hamleler geliştirmesini farklı şekillerde okumanın yararı değil zararı olur.

Bu açıdan hele Rusya’nın saldırganlığı ve bu saldırganlığın Sovyetler Birliği ile bağı üzerine bu kadar büyük bir NATO propagandası da varken Rusya’nın ancak kendini savunan halini bir dünya egemenliği mücadelesi saymak NATO’nun, ABD emperyalizminin ve başta Almanya olmak üzere AB’nin gücünü fazla hafife almak olur. Hatta kalkıp NATO’nun haklı çıkmasından, bunun için Hruşçov ve Küba füze krizi örneğinden bahsetmek bunların ekmeğine yağ sürer.

Türkiye işçi sınıfı açısından öncelik NATO’nun yenilgisindedir. Bu arada Rusya’daki karşı devrimi yeni bir devrimle yenme ihtimaline de ulaşırsak ne ala… Ama kusura bakmayın “NATO’ya hayır” derken gerçeğin ne olduğunu bulandıracak bir gaflet, dalalet ve cehalet içerisinde de olmayız.

Ama bunun için taraf seçmek değil, NATO’ya karşı mücadele etmek gerekir. Üstelik bu mücadelenin NATO ile uyum arayan CHP ile NATO’cu AKP’yi de içeren çok yönlü olduğunu da unutmamak gerekir.