Suç nerede?

Türkiye’nin iç görüntüsü anlatılanı yansıttığı gibi, dünya ekonomisindeki yeri de küresel ekonominin aynı sistemle işleyişini yansıtır. Türkiye’de orta tabaka eriyor, giderek ufalan zümre zenginleşiyor, giderek büyüyen halk kesimleri ise yoksullaşıyor eleştirisi yapılırken, aslında kapitalist piyasa sisteminin sonucu resmedilmektedir.

Dünyada kriz, 1929 Büyük Buhran kadar derinleşmemekle beraber devam ediyor ve kısa sürede sonlanacağa da benzemiyor. Büyük pandemiler gibi bu kriz de bir gün sonlanacak ve çok ileri günlerde şimdilerde yaşadıklarımız ekonomi tarihi olarak anlatılacaktır. Neden pandemi örneğini verdim? Çünkü pandemi de sonlanıyor, evet ama ülkemizden ve dünyamızdan çok can alarak. Ekonomik krizler de aynı etkiyi yapıyor ve benzer sonuçlar üretiyor. Pandemi sonrasında nüfus azalır ve sağ kalanlar yaşamına devam eder, kriz sonrasında da kapitalizmin merkez refah alanı daralır, zira çevre çöker, merkez ekonomiler ise güç tazelemiş olarak eski dönemine döner. Ancak iki durum arasında bir fark vardır. O da şudur, pandemi sonrası sağ kalanlar dünyadan göçenler için üzülür, ekonomik kriz sonrası ayakta kalanlar ise çökenler için üzülmez, hatta mutlu olur. Çünkü krizlerde dayanıksız firmalar çöker, sermayenin bir bölümü değersizleşirken, ayakta kalan firmalar büyür ve güçlenir. Denebilir ki, krizler sistemin nefes alma ve kendisini yenileyerek yeniden ve daha güçlü olarak ayağa kalkma depremidir. Finans cambazları müzik devam ederken dansa devam eder, siyasiler de durumun boyutunu algılayamadıkları için sistemi krize sürükleyen kararları alırlar. Bu süreçten sermaye avantajlı çıkar.

Sağlık bilimleri ile ekonomi bilimi (!) arasında yapılan bu basit karşılaştırma insan yapısı ile ekonomik yapı arasında da yapılabilir. Şöyle ki, insan bünyesinde bir organ ya da bölgedeki rahatsızlık tüm bünyeyi sarsar, kolektif mücadele başlar ve sağaltım sonucunda biyolojik varlık tüm organları ile ayağa kalkar. Ekonomik sistemde süreç böyle gelişmez. Ekonomik organizmalarla biyolojik organizmalar arasındaki fark iki sistem farklı paradigmalarla işliyor olmasından kaynaklanmaktadır. Halen var olan, kendisini yenilemek için sistemi belirli aralıklarla krize sürükleyen sistem piyasacı sermaye sistemidir. Oysa biyolojik varlık ise, tüm organlar kolektif bir amaca yönelik işbirliği ve plan çerçevesinde çalıştığı için, olağan koşullarda, istisnalar dışında, krize de girmez, hastalıklardan kurtulurken de topyekûn salaha kavuşur. Bir biyolojik varlık için durum böyle olduğu gibi, yerkürenin farklı bölgelerine saçılmış biyolojik varlık toplulukları için de durum benzerdir. Başka bir yazıda da ondan söz ederim.

Şimdi biraz daha ekonomide, kapitalist sistemde yoğunlaşalım ve toplumları derin ıstıraplara sürükleyen krizlerin asıl sebeplerinin ne olduğu, buna karşın hataların nerelerde arandığı, eğer incelemede bir hata yapılıyor ise, hatanın sebebini araştırmaya koyulalım. Kapitalist sistem dediğimizde aklımıza derhal ve tereddütsüz sistemin üzerinde seyrettiği sihirli araç gibi görülen piyasa olgusu gelir. Piyasa öyle mucizevi araç olarak görülür ki, adeta her derde deva misali, ekonomik ve sosyal tüm sorunları çözmeye kadir kutsal bir yapıdır. Evet, piyasa çok kısa dönemli, hatta anlık eşit koşullarda bir araya gelen bireyler arasında oldukça adil sorun çözücü olabilir. Ne var ki, piyasa dediğimizde ürün ve faktör piyasaları olarak başlıca iki kolda ve her bir kolda da dört aşamalı çalışan oldukça karmaşık bir sistemle karşı karşıya kalırız. Hal böyle iken, bir ekonominin planlanmayıp tüm kaderinin piyasalara bırakılmasının akıbetini bir düşünelim.

İki ayrı tür piyasayı ve her bir türdeki dört aşamayı şimdilik bir tarafa bırakarak konuyu en basit bir model çerçevesinde ve işleyiş haliyle ele alalım. İncelememizi yüzeysel görüntüleriyle değil, Marksist yönteme uygun olarak insan ilişkileri bağlamında ele alarak biraz derinden yapalım. Bu durumda şunu gözlemleriz. Piyasa dediğimiz sihirli araç, işleyiş sonucunda, burjuva iktisadının sıkça kullandığı terimle “çevreyi temizleme” sonucunu yaratıyor olsa da, ikili sistemden oluşan bir tür eleme ve ayıklama mekanizmasıdır. Sisteme girişi oluşturan faktör piyasalarında başlayalım. Üretim faktörü olarak kimler ya da hangi sermaye grupları piyasaya girebilir? Bu iş öyle kitaplarda yazıldığı gibi girişin serbest olduğu bir süreç değildir. Çünkü sermaye grupları arasında yaşanan keskin rekabet bu engeli göğüsleyemeyen bazı sermaye gruplarını sisteme almaz ya da aldıktan sonra değersizleştirir ve çökertir. Marksist yazımda sermayenin değersizleştirilmesi olarak bilinen bu süreç sermayeler arası eleme sürecidir. Hâlbuki belki de sistemden elenen sermaye topluma kalanlardan daha yararlı olabilecekti. İşte hatalara başlıyoruz; kapitalist sistemin anayasasında toplumsal mantık değil, sermaye sömürüsü ilkedir. Daha uzatılabilecek olan bu konuyu burada keselim ve şimdi de içerideki sermaye gruplarının ne c(h)inlikler yaptığına bir bakalım. İçeride bulunan sermaye grupları, köleleştirdikleri emek üzerinde baskı ve sömürü oluşturarak, kâr dürtüsüyle yoksullaştırır ya da istihdam dışına atar.

Görülüyor ki, piyasa denen araç öyle söylendiği gibi masum ve sorun çözücü bir mekanizma değil, sorun yaratıcı bir süreçmiş. Diğer bir deyişle, piyasa canavarı sermayenin bir bölümünü ve emekçileri elimine eden, sistem dışına atan ve yoksullaştıran bir tür eleme mekanizması imiş. Faktör piyasası, değersizleştirme, sistem dışına atma ve yoksullaştırma etkisiyle ürün piyasasına da ulaşır. Bir emekçi ürettiği ürünü piyasada alamıyorsa, ürüne kattığı değerin bir bölümünü piyasa sürecinde birileri çalmış demektir. Bu hırsız sermaye sahibidir. O zaman, sermaye nedir diye baktığımızda, emekçiden çalınmış bölümlerin toplu birikimi olduğunu anlarız. Yani, toplumsal mülkiyete dâhil olup toplumsal sermayeyi oluşturması gereken emekçilerin birikimi, piyasa işlemi ve onu tamamlayan burjuva hukuk sistemi ile hırsızlık yoluyla, Veblen’in harika tanımıyla “tembel kesim”inin mülkiyetine geçmiş. Peki, bu birikim ne diye sermayedar ya da patron denen kişi ya da aileye gitmektedir ki? Çünkü sistem onlarındır, sistemin adı da kapitalizmdir. Çünkü kanun koyucular da onlardır. Sistemin ekonomik alanda kimliği kapitalizm, sosyal alanda kimliği ise burjuva demokrasisidir. Peki, demokrasi sözcüğü, demos ve kratos sözcüklerinden oluşuyorsa, yani halkın yönetimi anlamını ifade ediyorsa, sömürünün olduğu düzen nasıl bir halk yönetimidir ki? Kim bu sistemin bir halk yönetimi olduğu söyledi ki! Dikkat edersek demokrasi sözcüğünün sıfatı burjuva sözcüğüdür: burjuva demokrasisi! Diğer bir deyişle, yönetim halkta değil, burjuva kesiminde, yani sermaye sahiplerindedir. Böylece kapitalizmin alt katmanlarındaki sosyal dokuyu kısaca belirttikten sonra, şimdi de sistemin süzgeç işlevinin nelere yol açtığına bir bakalım.

Piyasa süzgeci şiddetli rekabete dayanamayan sermaye gruplarını sistem dışlına atarak, emeği de işsizliğe ya da üretimde sömürüye mahkûm edip yoksullaştırarak toplumda yükselen işsizlik ve yoksulluğa rağmen, sermayenin yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini gerçekleştirir. Şimdi netleşmiyor mu; dünya refahı ekonomik ölçülerle yükselirken, aynı anda dünyada yoksulluk da artmaktadır ve biz bunu hayretle karşılıyoruz. Şimdi anlamıyor muyuz, milyarder züppeler milyarlar vererek atmosferin biraz ötesine giderken, her beş saniyede bir yoksul çocuk yaşamını kaybediyor. Peki, bu durum anlaşılır değil mi; piyasanın örtülü yaptığı vahşetin nimetini(!) kullananlar vahşetin sonucundan kendilerini sorumlu hissederse psikolojileri bu ıstıraba dayanır mı? O zaman, karakter parçalanması yaşanmaması için ya da yaşanarak, işi züppeliğe veya ukalalığa vurmaktan başka çare olabilir mi?
Sistem piyasa mekanizmasına oturtulmuşken, sistemi eleştirmeden, varsıllık ve yoksulluk zıtlaşması şeklinde sonucunu bir bulgu imiş gibi anlatmak ve eleştirmek lâf ü güzaf’tan öte bir iş değildir. İşleyişi anlamayanlar saflıktan bu hatayı yapabilir, fakat anlayan meslektaşlar ise sistemin yarı-burjuva sınıfını oluşturduklarından çıkar hesabı ile bu cehaleti utanmadan kabullenirler.

Türkiye’nin iç görüntüsü anlatılanı yansıttığı gibi, dünya ekonomisindeki yeri de küresel ekonominin aynı sistemle işleyişini yansıtır. Türkiye’de orta tabaka eriyor, giderek ufalan zümre zenginleşiyor, giderek büyüyen halk kesimleri ise yoksullaşıyor eleştirisi yapılırken, aslında kapitalist piyasa sisteminin sonucu resmedilmektedir. Bunun sebebi, kapitalist blokta yer alan Türkiye’nin soğuk savaş döneminde yapay koruma altında geçirdiği görece sakin dönemin ertesinde taşların bağlanıp köpeklerin salındığı neoliberalizmin haşin rekabet ve dışlama sürecinde sisteme acemice girmesidir. Bu süreci hızlandıran da ülkeyi haşin kapitalizmin ortasına atan 2000 IMF-Derviş programı ve bu programı hesapsız kitapsız uygulayan AKP iktidarıdır. Bu konuda tabii ki AKP iktidarı sorumludur, ama sorumlu tek o değildir, görülmesi gereken koca bir suçlu da sistemdir, kapitalizmdir.

Türkiye’nin bugün içine düştüğü çukurla kapitalizmin ilişkisi nasıl kurulabilir. Bu konuyu irdeleyebilmek için dünya kapitalizmine bakmamız gerekmektedir. Dünya kapitalist çevresinde atıl konumda bulunan ve kendisine yeni alan bulamadığı durumda değersizleşecek sermaye unsurları bulunmaktadır. Ürettikleri otomobilleri satamayan araba üreticilerinin, alt-yapıda ihtisaslaşmış atıl sermaye, kar oranlarının düşüşü karşısında büyük getiri bulmaya çıkan atıl tasarruf arkasına IMF’yi almış olan Türkiye’yi doğal olarak güvenli yatırım yapılıp, soyulabilecek ekonomi olarak görür. Kimi araba ya da çeşitli ürün satışıyla, kimi alt-yapı yaparak, kimi atıl fonları ülkeye sokarak ülkeyi sömürür. Bu süreçte yabancı bakış açısında bir yanlışlık yoktur. Yanlışlık yerli siyasilerde, onu bilinçsizce besleyerek soyulmayı hak eden seçmendedir. Bu da mı dünya kapitalizminin işidir? Evet, bir bakıma öyledir. Bugünlerde atıl sermayeye sahip Batının, bugünleri hesaplayarak Türkiye’yi tarımdan ve sanayiden uzaklaştırması rastlantısal olmasa gerek. Batının kendi büyümesini engelleyememesi karşısında bizi frenlemesi onlar için rasyonel, bizim için anormal durumdur. Bu süreç asimetrik güç, bilgi ve kaynak yoluyla gerçekleştirilmiştir.

Bu saptamalar geçerli ise, her dönem iktidarı elinde tutanlar sorumludur, bugün için ise AKP sorumludur. Madem, her dönem iktidarları kademe kademe sorumluluk taşımaktadır, bu demektir ki, bugün de iktidara gelecek siyasi kadro, bazı farklarla, aynı uygulamayı yapacaktır. İşte işin püf noktası burasıdır: meseleyi iktidar konusu olarak düşünürken sistem sorununu öne çekip, iktidar kararımı ona göre vermeliyiz.