Şimdi nereyi işgal edelim?

Meraklı izleyici Batı ülkelerindeki yedi yıl öncesinin yaşam standardını günümüzdekiyle karşılaştıracaktır. Her şeyden önemlisi, dünyada silah üretimi artarken ülkelerden barış yanlısı politikaları hayata geçirmelerini beklemek saflık değil midir?

Tülin Tankut

Şimdi Nereyi İşgal Edelim? ( Where To İnvade , Next ?) yönetmen Michael Moore’un çektiği 2015 ABD yapımı bir belgesel. Moore * bu yapıtında her zamanki yalın, esprili anlatımı, sivri dili ve alaycı tavrıyla, “Amerikan Rüyası”nın giderek bir karabasana dönüşmekte olduğuna dikkat çekerken ABD ordusunun kara, hava, deniz komutanlarının ironiyle karışık çarpıcı görüntüleri eşliğinde kendisinden ülkeyi kurtarmasını istedikleri fantezisini uyduruyor. Kurtarıcı rolünü üstlenmesin de ne yapsın Moore? Ekranda yansıtıldığı gibi ABD ordusu İkinci Paylaşım Savaşı’ndan beri hiçbir savaşı kazanamamıştır; kronolojik sıraya göre bunların belli başlıları Kore, Vietnam, Lübnan, Irak, Suriye ve Yemen’de gerçekleşmiştir.

Elinde Amerikan bayrağı, Ronald Reagan adlı gemiyle, farklı ülkelerde sosyo-ekonomik, kültürel sorunları çözebilen olumlu devlet uygulamalarını ABD’ye taşımak amacıyla “işgal” harekâtına girişiyor Moore. İstikamet İTALYA! 61 milyon nüfuslu İtalya’nın orta halli bir bölgesinde insanlarla sohbet ediyor, onlara sorular soruyor. Aldığı yanıtlardan bazıları: İşçiler tatil yapma haklarını kullanıyorlar. Yılda altı hafta ücretli izin yapıyorlar. Deniz, güneş, eğlence … İnsanca yaşamaya değer veriyorlar. Cinsellikleri bastırılmıyor. İşlerinde başarı gösteriyorlar. Mutlular. 5 ay annelik iznini anne ya da baba kullanıyor; sorun yaşamadıkları için çocuk büyütmenin tadını çıkarıyorlar. Moore işittiklerinen hoşnut, tek kişilik ordusuyla İtalya’yı “işgal ediyor.” Bayrağını dikiyor. “Ülkem için güzel fikirler elde ettim”, diyerek yeniden yollara düşüyor. Tabi, daha ilk durakta yaklaşımının, sorunların üstünü örtüp olumlu örneklerden ders almalı, yönünde olduğunu belli ediyor.

İkinci durak Fransa’da, orta halli ailelerin yaşadığı bir bölgede, çocuk yuvalarını ve okullarını geziyor. Öğle yemeğini herkesin birbirinin yüzünü rahatça görebildiği yuvarlak bir masanın çevresinde çocuklarla birlikte yiyor. Tabaklar seramik, çatallar metal, plastik hiçbir şey yok. Sofradaki tek içecek su. Yemekler dengeli beslenmeye göre hazırlanmış. Belediye ve okul görevlileri, diyetisyen ayda bir menüleri denetlemek için bir araya geliyorlar. Okuldan bir yetkili, çocukların öğle yemeğini bir ders olarak gördüklerini söylüyor; yardımlaşma, paylaşma… Miniklerin döke saça da olsa yemeklerini yardımsız yemeleri görülmeğe değer. Müfredatta cinsel yaşam dersi yer alıyor. Öğretmen disiplin sorunu yaşamıyor, ders ciddi bir havada geçiyor; gülünecek yerde hep birlikte gülünüyor. Genç gebelik oranı çok düşük. Moore, yine ABD bayrağını dikiyor ve işgal ettiği Fransa’dan elde ettiği bilgilerle birlikte yoluna devam ediyor.

Bu kez eğitimde bir numara olarak nam salmış olan Finlandiya’nın kapısını çalıyor. Peki, eğitimdeki bu başarının sırrı ne? Ev ödevi yok. Test yok. Eleştirel düşünme var. Herkesin istediği mesleği seçme potansiyeli kazanabileceği bir eğitim sistemi uygulanıyor. Spor, müzik, şiir, sanat v.b. alanlara önem veriliyor. Çocuklar mutlaka oyun oynamalı, ilkesine bağlı kalınıyor.

Derken Moore fikir çalmak için kendini bir masal ülkesini andıran Slovenya’da buluyor. Ücretsiz üniversite eğitimini duyunca öğrencilere soruyor: “Yani borçlanma yok mu?” Öğrenciler şaşkın bakışlarla bakıyorlar yüzüne. Bu kadarı ona yetiyor.

Ve de ver elini Almanya! İşçiler 36 saat çalışıp 40 saatlik ücret alıyor. Geçinmek için ikinci üçüncü işe ihtiyaç duymuyorlar. Aldıkları ücretle iyi bir yaşam sürüyorlar. Dinlenme saatlerini değerlendiriyorlar. Sağlıklı besleniyorlar. Spor çok yaygın. Yaşlılar sporu hiç ihmal etmiyor. Kadın işçiler, “Annelik kolay” diyor. Bir diğeri, “İşçiler güçlü, çünkü firma yönetim kurullarının yarısı işçilerden oluşuyor” diyerek önemli bir noktaya parmak basıyor. Moore Nürnberg ‘de bir kalem fabrikasını gezerken duydukları karşısında şaşırıyor: İşçiyi tatildeyken telefon ve e- posta ile rahatsız etmek yasak. Hafta sonu da patron çalışanlarını arayamaz. Öte yandan öğrencilerin uygulamalı olarak toplama kampları hakkında bilgilendirildiklerine tanık oluyor. Soru: “Kaçış valizinize ne koyarsınız?” Öğrenciler, cep telefonlarını bırakıyorlar valize. Tahtadaki yazı: “Neden Hatırlamalı?” Hitler dönemi için “ben doğmadan önce olmuş, beni ilgilendirmez”, demiyor öğrenciler. Aslında günlük yaşamda her şey onlara soykırımı hatırlatıyor: Yürüdükleri sokakta “buradaki Yahudiler toplama kamplarında öldüler” yazılı pirinç levhanın üzerine basıp geçiyorlar. Soykırım bütün okullarda anlatılıyor. Öğrenciler,” biz böyle bir gelenek inşa etmeyeceğiz” diyorlar. Alman olmanın Bach ve Beethoven olmadığını hatırlatıyorlar. Almanların geçmişteki hatalarını unutmayıp onlardan ders çıkarmaları; Moore’u, kendi ülkesinde, siyah kiliselerinin yakılışı, Wall Street’te “10 sağlıklı işçi satılacak” ilanı, 2015 yılına kadar ABD’de kölelik müzesinin olmayışı gibi olaylar üzerine bir kez daha düşünmeye zorluyor.

Moore’un Avrupa işgali Portekiz ile sürüyor. Lizbon’da pankartlı işçilerin görkemli 1 Mayıs yürüyüşü…Ücretsiz sağlık sistemi yürürlükte. İki polis insan hakları konusundaki ropörtaj sırasında idam ve işkencenin insanlık suçu olduğunu söylüyor. ” İnsanlık onuru bizim omurgamızdır, polis olarak yetiştirilirken bize bu öğretilir” diye ekliyor biri, diğeri başıyla onu onaylanıyor. (Bu görüntüyü izleyen sahneyse, her şey güllük gülistanlık değil, uyarısı yapıyor) Öte yandan ülkede uyuşturucu serbest. Hapistekiler seçimlerde oy kullanabiliyor. Moore’un düşüncesi, yine kendi ülkesindeki, uyuşturucu ve terör yüzünden hapse atılanların fabrika işçisi gibi çalıştırılıp ucuz iş gücü olarak sömürülmeleri üzerine yoğunlaşıyor.

Norveç’te ise hapishaneler, rehabilitasyon merkezi anlayışla kurulmuş; amaç mahkûmu topluma kazandırmak. Onlar da işçi gibi çalışıyorlar ama kendileri için. Kaldıkları odalar modern, sağlıklı, anahtarları kendilerinde. Yüzme, balık tutma, spor gibi etkinliklerde bulunuyorlar. 115 mahkûma 4 gardiyan düşüyor. Bir yetkili Moore’un sorularını,” tek yapmamız gereken suçluların özgürlüklerini almak”diye yanıtlıyor. Mahkûmlar kütüphanelerde, müzik stüdyolarında kendilerini geliştiriyorlar, meslek, eğitim alanlar bile çıkıyor aralarından. Tüm bunlar, topluma geri döndüklerinde yadırganmamaları için. Katliam yapan Norveçli katil için bile en uzun hapis süresi 21 yıl. Moore, kendi ülkesini hatırlamadan edemiyor yine: “21. yüzyılda kölelerini çalıştıran şirketlerle doludur bu ülke” diyor. “İstemeden de olsa zengin olmanın yolu bedava emekten geçer çünkü. Mahkûmlar da düşük ücretlerle işçi gibi çalıştırılır.”

Tunus’ta sayısı 24’ü bulan kadın sağlığı kliniklerinde ücretsiz doğum kontrol hizmeti veriliyor. Kürtaj 1973 yılından beri yasal; kürtaj hizmetini de devlet karşılıyor. Moore’un görüştüğü bir yetkiliye göre Aile Planlaması, kadın ve erkeğin eşitliğine katkı sağlıyor. Her ikisi de kendi yaşamlarını kontrol edebiliyorlar. Rüşvet ve baskıcı tutumuyla halkı bezdiren devlet başkanını protesto etmek için, üniversiteyi bitirdikten sonra iş bulamayıp seyyar meyvecilik yapmak zorunda kalan yirmi altı yaşındaki Bouazizi’nin kendini ateşe verme eylemini gerçekleştirmesi toplumun üzerinde büyük bir etki yaratmış. Moore’un ropörtajlarından anlaşılıyor ki halk onu kahraman olarak anıyor. Bir kadın, “onun cesareti beni korkularımdan özgür kıldı “diyor. Paris’te eğitim almış çalışan bir kadınsa özeleştirisini yapıyor ekranda: “Devrim 14 Ocak 2911’de başladı. Diktatörü devirip demokratik bir hükümet kuruldu. Amek gibi pek çok kadın devrimde rol oynadı. Dönüşü olmayan bir noktadaydık. Gazetelerde sansür uygulanıyordu. Ben de işimi kaybetme pahasına sorumluluk almaya karar verdim.” Kadın açıklamalarını sürdürür: “Yeni kurulan hükümette, İslamcı (Islamic) parti , yeni anayasada kadın haklarını istemediği yönünde beyanat verince, ‘ Kadınlar açık ya da tesettürlü, sadece tamamlayıcı olarak sayılmayı kabul etmiyoruz” diyerek isyan bayrağını çektiler. Sokaklara dökülüp halkı seferber ettiler; ‘kadınlar bütündür, tamamlayıcı değildir; erkekler gibi bizim de toplumda yerimiz olduğu bilinsin’, sözleriyle isyanı sürdürdüler. Parlamentoda çoğunluğa sahip olmamasına karşın İslamcı parti, 2014 Tunus Anayasası’nın 46. maddesine göre ‘devlet, kadınların kazanılmış haklarını korumayı taahhüt eder, bu hakları geliştirmek için çalışır, kadına yönelik şiddete karşı önlemleri alır’, beyanıyla, dini liderlerin halka yapmamalarını söylediği şeyleri değil, halkın iradesine uymayı kabul ettiğini açıklar. Parti başkanı da her ne kadar kendi eşinin başını örtmesini istese de, baş örtüsü zorunluluğu olmadığı, çünkü baş örtüsü konusunda İslam’ın çeşitli yorumları bulunduğundan bunun kişisel gerçeklik alanına girdiğini vurgulayarak son sözünü söyler: ‘devlet kadınların yaşamlarına karışmamalıdır.’

Sıradaki ülke İzlanda’da, 1980 yılında, yedi yaşında bir kızı olan bir bekar anne cumhurbaşkanı seçilir. Onun bu başarısında halkla yakınlaşmak için kampanyalar sırasında seçmenlerle tanışıp evlerinde kalmasının payı büyüktür. Moore’un yaptığı röportajlara bakılırsa, kadın cumhurbaşkanı sayesinde, 1980- 2000 yılları arasında ülkede çok büyük değişiklikler olmuştur. Moore, golf oynarken yakaladığı üç kadın ceoyu ekran karşısında konuşturmayı başarır. (Kadınlarda şıklık yok, mücevher yok, israf yok, özgüven var) Büyük şirketlerde cinsiyet kotası olduğunu, çalışan kadınların eşitliği içselleştirdiklerini, toplumsal cinsiyet eşitsizliği yaşamadıklarını öğrenir onlardan. Derken ekrana,” Ekonomik krizde erkeklerin yönettiği 3 banka iflas ederken kadınların yönettiği tek banka kâra geçti.” haberi gelir. Moore araştırır; 2008’te bankacılığı çökerten bankerler cezalandırılır; toplumdan uzağa, İzlanda halkına zarar veremeyecekleri kadar uzağa (hapse) gönderilirler. Kadın politikacıların banka batıran yöneticileri “içeri tıkmaları” Moore’u etkilemiştir. (Bayrağı dikip ABD’ye götürmek istediği fikir, suçlu bankacıların yargılanıp cezalandırılmasıdır.) Kadınlarla röportajı iyice uzatır: “Amerika niçin böyle değil” diye sorar. Yanıt: “Bireysel takılıyorsunuz. Ben ve ailem. Toplumun geri kalanını umursamıyorsunuz. “Öbür ceonun yanıtı: “Amerikan rüyanız var. ABD fırsatlar ülkesi deniyor. Herkes her istediğini yapabilir. Ama gerçekte bu böyle değil. Her çocuk aynı fırsatlara sahip olmalı; eğitim, sağlık hizmetleri almak için temel fırsatlara.” Moore soru- yanıt diyalogunu sürdürüyor. “Amerikan halkına bir iki dakika içinde bir şey söylemek gerekse ne derdiniz? Gücenmeyeceğim.” Yanıt bu kez yenilir yutulur cinsten değil: “ABD’de yaşamak istemezdim. Dünyada doktora gidemeyen, eğitim alamayan bir dolu insan olduğu bilinirken evinize döndüğünüzde kendinizi nasıl iyi hissedebiliyorsunuz? Ben sindiremiyorum. Sindirmemem lazım.” Bu kez öbürü alıyor sazı eline: “Dünyayı kadınlar kurtaracak. Toplumu kadın yönetiyorsa dünyada barış olur. Erkekler, kadınların bakış açısını kavrayıp bunu kendi bakış açılarına eklediklerinde dünya daha güzel olacaktır.”

Eşitlikçi feminist izleyiciyi hoşnut edecek bu röportajdan sonra Moore mahzunlaşır: İşgal ettiği ülkelerden devşirdiği bu fikirler (bir zamanlar) ABD’de de vardı; dahası çoğu ABD’den çıkma fikirlerdi, ama bugün (yıl 2015) yok. Küreselleşmeyle birlikte kaybedilen değerlere ağıt yakarken teselliyi Berlin Duvarı’nın yıkılmasında bulan Moore’un bu tavrından, ortada bir sistem sorunu yok, sonucu çıkması çok doğal! (Zihnimizden İzlediklerimizin vitrin için seçilmiş sahneler olduğu kuşkusu da geçmiyor değil, hani.) Örnek alınası devlet uygulamalarının önce ABD’de neşet ettiği fikrine sarılarak geçmişe dönüp Amerikan rüyasını yeniden gerçekleştirme temennisiyle sona erdiriyor belgeseli Moore. Ancak aradan yedi yıl geçmiş, bugün ne düşünüyordur acaba? Demokrasinin beşiği olarak gösterilen Batı Avrupa ülkelerinde, Moore’un ülkesine taşıdığı Avrupa değerleri tehlikede değil mi? Aşırı sağın yükselişi, ekonomik durgunluk, işçi ve emekçi sınıfların huzursuzluğu, hükümetlerin göçmen politikaları , Ukrayna’daki savaşın yol açtığı sorunlar v.b. Meraklı izleyici Batı ülkelerindeki yedi yıl öncesinin yaşam standardını günümüzdekiyle karşılaştıracaktır. Her şeyden önemlisi, dünyada silah üretimi artarken ülkelerden barış yanlısı politikaları hayata geçirmelerini beklemek saflık değil midir?

*Michael Moore (1954) İrlanda asıllı, bir otomobil fabrikası işçisinin çocuğu. Amerikalı film yapımcısı ve yönetmeni, senarist, yazar, televizyoncu, yaptığı belgesellerle ünlenmiş, Oscar ödüllü bir yorumcu olarak tanınıyor. Muhalif tavrının içten olmadığı iddialarına ve soldan gelen eleştirilere muhatap oluyor sıklıkla. Ancak muhalif tavrın nerede durması gerektiğini ve gücünün yettiği meselelerle uğraştığını söylemek daha gerçekçi bir değerlendirme olur kanımca. Riskli konulara el atıyor. Sömürenlere karşı sömürülenlerin tarafını tutuyor. Bu yapımda olduğu gibi finansal yatırım şirketlerine karşı halkın yanında yer alıyor. Dolayısıyla ABD medyasından ilgi görmüyor. Kimi yorumculara göre, sosyalist sayılamaz, tatlı su solcusu denir, olsa olsa. Müstehzi gülüşü, parodiyi ustalıkla kullanışı, kamera karşısına geçen tanıklarla röportajı, dinleyenin kafasında soru işaretleri yaratıyor; izleyicinin ilgisine mazhar olması da bu yüzden. Belgesellerinde geçmişle yüzleşebilmesi, Amerikan değerlerini sorgulamasıysa diğer artıları.