Nâzım Hikmet’in şiirinde imgenin diyalektiği

Nâzım Hikmet’in şiirinde imgenin diyalektiği

03-06-2022 11:24

Nâzıma göre diyalektik materyalist felsefeyi, maddi ve ruhsal-soyut olayları kendi akışında görmek gereklidir. Realist edebiyatçının içinde yansıttığı -sanatkârane inikâs ettirdiği- konusunu böyle bir akış halinde vermesi icap eder.

Cengiz Kılçer

Nâzım Hikmet şiiri başlı başına çok geniş bir külliyat oluşturur. Dolayısıyla biz bu yazıda Nâzım’ın tüm şiirleri üzerine değil de onun şiirindeki imge diyalektiğinin kaynağına dikkat çekeceğiz. Bir soruyla başlamak daha doğru; Nâzım Hikmet’i bir şair olarak çağdaşlarından tartışmasız apayrı ve müstesna kılan -elbette başka birçok niteliği vardı- nedir?

Bizim bu soruya yanıtımız şu sıralar kimi aydın muhitin, moda olmadığı için, pek de yüz vermediği Karl Marx ve Friedrich Engels’in tarihsel diyalektik materyalizmidir.

Nâzım’ın şiirlerindeki imge diyalektiğinin kaynağına bakalım. Nâzım edebiyatta modern realizmin, bilinçli olarak edebiyat alanına diyalektik materyalizmin uygulanması görüşündedir. Kemal Tahir’e yazdığı bir mektupta şöyle der: “(…) biz, diyalektik materyalist realist sanatkârlar hayatın, insan ruhunun her cephesini ele almalıyız” (Hikmet 1993:323). Yine Nâzım Hikmet bir şair olarak kendisini tarif ederken diyalektik materyalist realist sanatkâr olarak betimler. Kendisinde hâlâ romantik-dalgacı taraf mevcuttur ama insan olarak, tanıdığı insanların çok azında rastladığı kadar realist-diyalektikçidir.

Unutmadan, Nâzım Hikmet’in diyalektik materyalizme ilişkin teorik birikimi gerçekten de hayli zengindir. Özellikle “Aydınlık” dergisinde (Teşrin-i evvel [Ekim] 1924) kalem aldığı “Diyalektik Materyalizme Küçük Bir Methal” başlıklı makalesine bakıldığında bu açıkça görülür. Nâzım, doğanın, diyalektiğin deneme tezgâhı olduğunu, onun bu deneme tezgâhı için her gün artan zengin bir olgular hasadı sağlayarak, böylece doğada her şeyin, son çözümlemede, metafizik olarak değil diyalektik olarak olup bittiğini, doğanın durmadan yinelenen bu çevrimin sonsuz tekdüzeliği içinde hareket etmeyip, gerçek bir tarih geçirdiğini tanıtladığını bilir (Engels 1977:73).

Nâzıma göre diyalektik materyalist felsefeyi, maddi ve ruhsal-soyut olayları kendi akışında görmek gereklidir. Realist edebiyatçının içinde yansıttığı -sanatkârane inikâs ettirdiği- konusunu böyle bir akış halinde vermesi icap eder. Honoré de Balzac da büyük realisttir. Ama felsefi bağlamda diyalektik materyalist değildir. Ne var ki Balzac’ı realist yapan şey realiteye bağlılıktan dolayı istemeyerek, farkında olmayarak diyalektik metodu kullanmasındadır.

Ahmet Haşim, bir görüşmesinde Nâzım Hikmet’e şiirinde “Kendi kendini tekrarlamaktan sakın ve kork” öğüdünü salık veriyor. Nâzım, Ahmet Haşim’deki o korkuyu, o korkunun kaynağını şöyle yorumluyor: “O hakikaten kendi kendini tekrarladığı için değil, tekrarladığı şey, yani kendisi, yani şiirinin ana hattı çok basit, tekrarlanmaya değmeyecek ve tekrarlandığı zaman yaldızını kaybediveren bir nesne olduğundan böyle bir korkuya düşebilir ve bana bu halden sakınmamı söyleyebilirdi.  Fakat şahsen bizim için -diyalektik materyalist realist muharrir olmak isteyenler için- böyle bir korkunun olası olamaz. Söylemek istenilen şey ve iddiamız öyle çok taraflı, öyle derin ve bileşiktir ki, biz “kendimizi” tekrar etmekten değil, tersine edememekten korkulmalıdır. Çünkü ancak bu tekrarla, pratikte, o tükenmez kaynağın işlenmesi kabil olur” (Hikmet 1993:77).

Nâzım sadece şiirde değil roman alanında da geniş ve kapsamlı okumalar yapmaktadır. Yine Kemal Tahir’e yazdığı mektubunda yeniden felsefeye merak sardığını elinden geldiği kadar, felsefe okuduğunu söyledikten sonra “Diderot’nun bu romanı (Diderot‘nun Rameau’nun Yeğeni) için Engels “diyalektiğin şaheseri” dermiş ve Almanca tercümesini Goethe yapmış. Şimdi şu Diderot’nun romanını elime geçirmek için bir ay kuru ekmeğe razıyım… Romanda diyalektiğin, hem de Engels ağzıyla şaheser tatbiki mühim mesele… Piraye’ye yazacağım, Haşet’te bulursa göndersin” (Hikmet 1993:57).

Şaire göre güzel sanatlarda, içerik bakımından şiirle-düzyazı, arasında bir duvar yoktur: “Onun alanı şuraya kadar yahut şudur, ötekinin ise ancak şu diye Çin Seddi’yle birbirinden ayıramayız (…) Ben şahsen güzel sanatlar bakımından edebiyatta, şiir yalnız şu işle, nesir ise şu işle uğraşır diye bir fark görmem” (Hikmet 1987:109).

Romandaki karakter meselesini sorunsallaştırır, her ne denli romanlardaki karakterlerin-tiplerin önemini inkâr etmese de onları yerli yerine koymaktan, karakterleri romanda işgal ettiği sarsılmaz tahtından indirmekten, roman kahramanlarının da fani insanlar ve sahici insanlar olmasından yanadır. Ona göre bir roman, mutlak olarak ne anlatı etrafında ne de karakterlerin etrafında kurulmalıdır. Roman ve hikâye, tipleri, insanları, diyalektik bir gözle inceleyip etkin olarak içinde bulunulan hayatın yansıması üzerine kurulmalıdır. Örneğin İstanbul Maçka’da yahut Sıraserviler’de bir apartmanda geçen aşk macerasının bile, diyalektik materyalist-realist bir gözle yazılmasının ülke ve dünya düzeninin meselesi, davası olabileceğini, bunu bir taraftan tutup aydınlatabileceğini düşünür. Nâzım, Honoré de Balzac ile Johann Wolfgang Goethe arasında bir benzerlik kurar. Goethe’nin yapıtı Faust’u biraz da keçiboynuzuna benzetir; okumanın zevkine erişmek için bir araba odun yemek, çiğnemek lazımdır. Fakat bu bir araba odun ve tahta parçası çiğnendikten sonra elde edilen lezzeti birçok bakımdan harika bulur. Zira Faust’un felsefesi idealisttir; ne var ki kullandığı yöntem diyalektiktir. Faust’ta bütün bir tarihi dönemin ihtirası ve arzuları bulunur. Goethe’yi paradoksal bir karşılaştırma ile Divan şairlerine benzetir: “Bir yığın kötü, zevksiz, beylik beyit okursun, ama bu kalabalığın içinde sahici mücevherlere rastlarsın” (Hikmet 1993:140).

Nâzım, Adalet Cimcoz’a yazığı bir mektubunda Yahya Kemal’i eleştirir: “Bizim Yahya Kemal’de kelimelerin peydahlanmasına dayanan şekil meselesinde zayıf taraf anatomidir. O ne yumuşacık ve karmaşık bir iskelettir. Hâlbuki ilk bakışta anatomi sağlam gibi gelir, fakat mısralar peşi peşine dizildikleri zaman, ayrı ayrı güzel oldukları halde topyekûn berbat olurlar. İskelet eti taşıyamaz” (Kurdakul 1986:6).

Tek bir örnekle bitirelim. Yaşam ve ölümün diyalektiği, Nâzım’ın “Masalların Masalı” şiirinde en önemli temadır ve olağanüstü işlenmiştir. “Masalların Masalı”ında diyalektik imge örüntüsü, doğa ve insandaki tüm gerçekliği öyle bir şekilde kaplar ki, aralarındaki karşılıklı ilişkiler nedeniyle öz ve görünüş yeniden ayrılmaz bir şekilde bağlantılı hale gelir. Dizelerindeki imgelerin diyalektiği, gerçekliğin aşkın soyutlamalarla açıklanışı değil, bir bütün olarak gerçeklikle ilişkili olmasıdır. Böylece bilgi ve hakikat, diyalektik yolculukları boyunca kendilerini mükemmelleştirirler ve evrensel hale gelirler, yani bireyin kaderinin tikelliğini bütünleştirir ve aşarlar. Dizelerdeki olumsuzlama dinamiğini, örtük “çelişkileri” (yani karşıt güçleri) ortaya çıkarma yeteneğinden alır. Bu, içlerinde aşılmış olanı içeren daha yeterli düşünce ve varlık biçimleri üretir. Bu nedenle değişim sarmaldır (yani spiral), dairesel değil (yani olumsuzlamanın olumsuzlanması).

Şiirdeki yaşam ve ölümün iç içe geçmesi, karşıt niteliklerinde içkin olan temel çatışma tarafından enerjilendirilen, çeşitli durumlarda doruğa ulaşan ve dolayısıyla değişim üretmek üzere gelişen, devam eden bir süreçtir. “Masalların Masalı”ında bir organizmanın yaşlanması, eylem halindeki diyalektik sürecin ifadesi olarak görülebilir. Biyolojik sistemler, diyalektik analize tabi olan tekil sistemler değildir; insanın psişik hayatı da aynı kavramsal perspektiften görülebilir. İnsanın ölümsüzlük arayışına yönelik herhangi bir girişim önemsizdir. İnsan, var olmanın en iyi yollarını bularak enerjisini, kendi yakın gerçekliğini daha önemli kılmak için kullanmalıdır.

“Masalların Masalı”nda şunu görürüz: Ölümde ne akıl ne de delilik, ne güzellik ne de çirkinlik vardır. Ölüm belki de hayatta başa çıkması en zor olan, ancak en az hazırlandığımız olay olsa da… Son olarak, “Masalların Masalı” şiirini bir de Friedrich Engels’in şu tespiti üzerinden okumalı: “Yaşamın yadsınması temel olarak yaşamın bizzat içinde vardır, öyle ki yaşam, daima onun zorunlu sonucuyla, yani daima içinde tohum halinde bulunan ölümle bağıntılı olarak düşünülür. Yaşamın diyalektik kavranışı bundan başka bir şey değildir. Ama bunu bir kez anlayan kişi için, ruhun ölümsüzlüğü ile ilgili bütün sözler değerini yitirir. Ölüm, ya onu meydana getiren kimyasal unsurlardan başka geriye bir şey bırakmayan organik cismin çözüşmesidir, ya da yalnızca insandan değil, bütün canlı organizmalardan süren bir yaşam ilkesini, az çok ruh demek olan bir şeyi geride bırakır. Demek ki, burada diyalektik yardımı ile yaşam ve ölümün mahiyeti konusunda basit bir aydınlanma, çok eski bir boş inanı ortadan kaldırmaya yetiyor. Yaşamak ölmek demektir” (Engels 1979:376).

Bize göre Nâzım’ı diğer şairlerden ayıran, Türk şiirinin en önemli ismi yapan, bir dünya şairi olarak 20. yüzyılın en önemli şairleri arasında olmasını sağlayan, şiirini taşıyan şey (iskelet) ise şiirlerindeki imgelerin diyalektiği ve kendisine kılavuz olarak özümsediği tarihsel diyalektik materyalizmidir.

MASALLARIN MASALI

Su başında durmuşuz,

çınarla ben.

Suda suretimiz çıkıyor,

çınarla benim.

Suyun şavkı vuruyor bize,

çınarla bana.

 

Su başında durmuşuz,

çınarla ben, bir de kedi.

Suda suretimiz çıkıyor,

çınarla benim, bir de kedinin.

Suyun şavkı vuruyor bize,

çınarla bana, bir de kediye.

 

Su başında durmuşuz,

çınar, ben, kedi, bir de güneş.

Suda suretimiz çıkıyor,

çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin.

Suyun şavkı vuruyor bize,

çınara, bana, kediye, bir de güneşe.

 

Su başında durmuşuz,

çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.

Suda suretimiz çıkıyor,

çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün.

Suyun şavkı vuruyor bize,

çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.

 

Su başında durmuşuz.

Önce kedi gidecek,

kaybolacak suda sureti.

Sonra ben gideceğim,

kaybolacak suda suretim.

Sonra çınar gidecek,

kaybolacak suda sureti.

Sonra su gidecek,

güneş kalacak;

sonra o da gidecek.

 

Su başında durmuşuz

çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.

Su serin,

çınar ulu.

ben şiir yazıyorum,

kedi uyukluyor,

güneş sıcak.

çok şükür yaşıyoruz.

Suyun şavkı vuruyor bize.

çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.

7 Mart 1958 Varşova – Şvider

 

Kaynakça

Engels, Friedrich. 1977. Anti-Dühring Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor. Ankara: Sol Yayınları.

Engels, Friedrich. 1979. Doğanın Diyalektiği. Ankara: Sol Yayınları.

Hikmet, Nâzım. 1987. Sanat ve Edebiyat üstüne. Editör A. Çalışlar. İstanbul: Bilim ve Sanat.

Hikmet, Nâzım. 1993. Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar. İstanbul: Adam Yayınları.

Kurdakul, Şükran. 1986. “Nâzım ’ın Bilinmeyen Mektupları”. Cumhuriyet Gazetesi, Nisan 13, 6.