Geri Kabul Anlaşması’nın siyasi analizi

Geri Kabul Anlaşması’nın siyasi analizi

18-05-2022 09:45

Emperyalizmin ve onun taşeronluğunu yürütenlerin yıllardır yıkımlarla evlerinden yurtlarından ettikleri milyonların hayatı yine emperyalizmin ve işbirlikçilerinin insanlık dışı ve ikiyüzlü politikalarıyla pazarlık masalarına yatırılıyor.

Umut Kuruç

Son aylarda Türkiye’de ana gündemlerin başına yerleşen başlık sığınmacılar, mülteciler, göçmenler… Bu kapsamda, bu yazının konusu ise Avrupa Birliği (AB) -Türkiye arasında 16 Aralık 2013 tarihinde Ankara’da imzalanmış olan Geri Kabul Anlaşması.

Türkiye üzerinden AB üyesi ülkelerin topraklarına yasa dışı yollarla giren sığınmacıların/mültecilerin/göçmenlerin Türkiye’ye iadesini öngören Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması, 1 Ekim 2014 tarihinde yürürlüğe girdi. Protokol, Anlaşma’nın yürürlüğe girmesinin üçüncü yılından itibaren yasa dışı/düzensiz bir biçimde Türkiye’den AB’ye giriş yaptığı AB ülkeleri tarafından kanıtlanan üçüncü ülke vatandaşları Türkiye’ye iade edilecekti.

Dönemin Avrupa Komisyonu İçişleri’nden Sorumlu Üyesi Cecilia Malmström anlaşma sayesinde taraflardan birinin topraklarında yasadışı şekilde ikamet eden kişilerin ivedilikle geri gönderilmesinin mümkün olacağını söylerken geri göndermeme (non-refoulement) ilkesi dâhil uluslararası hukuka ve temel haklara tam uyulmasını da vurguladı. Malström anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle Türkiye’den AB’ye düzensiz göç hareketlerinin daha iyi bir şekilde yönetileceğini söylerken, 2015 Kasım’ında AB-Türkiye Zirvesi’nde dönemin AB Konseyi Başkanı Donald Tusk, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun yaptığı ortak basın açıklamasında Tusk’ın sözleri insan canı üzerinden yürütülen pazarlıkta el sıkışıldığını ortaya koyar nitelikte: “Türkiye, sığınmacı krizinin çözümünde anahtar ülke. Naif olmayalım. En önemli sorumluluğumuz Avrupa’nın sınırlarını korumak”.

Bu arada çizilen “Yol Haritası”nda Türkiye’nin üzerine düşeni yapıp yapmadığını tespit edecek olanlar AB Komisyonu, AB üyesi ülkeler ile AB Konseyi, EUROPOL (Avrupa Polis Ofisi), EUROJUST (Avrupa Adli Yargı Ağı), FRONTEX (Dış Sınırların Yönetimi İçin Operasyonel İşbirliği Ajansı), EASO (Avrupa İltica Destek Ofisi) ve EMCDDA (Uyuşturucu ve Uyuşturucu Alışkanlığı için Avrupa İzleme Merkezi) gibi bazı kuruluşlar… Öte yandan geri göndermeme (non-refoulement) ilkesinin kapsamını da belirleyen yine bu toplam. Geçtiğimiz günlerde AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Nikolaus Meyer-Landrut, “Türkiye, dünyada en kalabalık mülteci nüfusuna ev sahipliği yapıyor. Suriye’deki savaşın başlamasından bu yana 11 yıldan uzun bir süre geçti ve bu tabii ki Türk toplumu üzerinde bir yük oldu. Türkiye, mülteciler konusunda olağanüstü bir çaba gösterdi. AB olarak biz de mültecilerle ilgili Türkiye’ye destek verdik.” derken uygun koşullar oluştuğunda sadece Türkiye’den değil Ürdün’den, Lübnan’dan, Mısır’dan ve Avrupa’dan Suriyeli mültecilerin onurlu bir şekilde ülkelerine geri dönmesinin herkesi mutlu edeceğini belirterek “Ama şu anda bu koşullar yok. Özellikle büyük çaplı bir geri dönüş için gerekli koşullar yok. Geri dönüş konusunda BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin değerlendirmelerine bağlıyız” dedi. Demek ki, geri dönüş koşulları emperyalizmin kurumları tarafından belirlenir. Suriye Devleti’nin asker kaçakları dâhil herkese çıkardığı afla yurttaşlarını defalarca ülkeye geri çağırmasının bir değeri yok! Bu ne demek? Bu, Suriye’de işimiz bitmedi demek. Türkiye’nin en yetkili ağzının da pazarlığı sürüyor olmalı ki, geri gönderip göndermeme konusunda bir türlü karar veremiyor!

Şimdi Geri Kabul Anlaşması’nı hatırlayalım: Özetle, Türkiye’nin, kendi ülkesinden gelip, transit olarak AB üyesi ülkelere düzensiz olarak geçen, geçmeye çalışan üçüncü ülke vatandaşları veya vatansız göçmenleri geri alma taahhüdü… 3 milyar Euro ile başlayan ve 5 milyar ve üzerine kadar pazarlık masasında AKP iktidarınca el yükseltilen Geri Kabul Anlaşması’nın uygulanması için pazarlık sürüyor. Bunun yanı sıra Türkiye vatandaşlarına vize serbestisi ile AB’ye üyelik müzakerelerinin canlandırılması ve ticari kolaylıklar gibi rüşvetlerin de pazarlığın diğer başlıkları olduğunu hatırlayalım. Vize serbestisi zaten halkımıza yutturulan bir hayaldi. Ticari kolaylıklardan kimlerin nasıl faydalandığı veya faydalanamadığı da bu yazının konusu değil.

Böylece, Türkiye mültecilerin/sığınmacıların geri gönderilebileceği “güvenli üçüncü ülke” oldu. Oluşturulan “sıcak noktalar” veya “iltica başvuru ofisleri” ile Avrupa sığınma sistemi tamamen Avrupa toprakları dışında kuruldu. Böylece, ancak buralarda seçilecek “uygun” mültecilere Avrupa’nın kapıları açılacaktı. Elbette sermayenin işgücü ihtiyacını karşılayacak şekilde…

Bu arada BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, 10 Eylül 2018 tarihi itibarıyla Türkiye’de uluslararası koruma başvurusunda bulunmak isteyen yabancıların kayıtlarını almayı ve bu kişilerin sevk işlemlerini gerçekleştirmeyi sonlandırırken, bu tarihten itibaren mülteci statüsü belirleme işlemlerine de son verdi. Uluslararası koruma başvurularının yapıldığı kurum artık BM değil, 2013 yılında 6458 sayılı “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” ile kurulan ve 2014 yılında İçişleri Bakanlığı altında faaliyete geçen Göç İdaresi Genel Müdürlüğü.
Türkiye yıllarca sığınmacı, göçmen ve mültecilerin geçiş noktası olmuştur. İran, Irak, Afganistan, Pakistan, Somali ve son on yıldır da Suriye’den gelen ve Batı’ya devam etmeyi hedefleyen insanların geçiş noktası. Ancak, Suriye’deki işgal ve savaşla birlikte emperyalizmin dayattığı, AKP’nin bir koz olarak pazarlık fırsatına çevirdiği AB Geri Kabul Anlaşması ve BM’nin devir teslimiyle birlikte sığınmacılar, mülteciler ve göçmenler için ülkemiz bir getto haline geldi.

AB tarafından yıllık olarak yayınlanan Türkiye İlerleme Raporları’nda 1990’ların sonundan itibaren Cenevre Sözleşmesi’nde Türkiye’nin coğrafi sınır şartının kaldırılmasına dair vurgu, Geri Kabul Anlaşması’na ilişkin “Yol Haritası”nda da belirtilmektedir.

NEDİR BU COĞRAFİ SINIR ŞARTI?

1951 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda imzalanan ve 1954 yılında yürürlüğe giren Cenevre Sözleşmesi’ne göre ırkı, dini, sosyal bir gruba mensubiyeti, milliyeti ve siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm gören veya tehdit altında olan ve bu nedenlerle ülkesini terk edip, kaçtıkları ülkede sığınma talepleri ‘soruşturma’ aşamasında olan kişiler “sığınmacı” olarak adlandırılıyor.

Sığınma nedenlerinin “doğruluğu araştırılıp” karara bağlandıktan sonra “mülteci” statüsü kazanıyorlar. Özellikle savaşlar ve yıkımlarla birlikte zorla yerinden edilmiş, doğal afetler, kıtlık, savaş vb. felaketlerden kaçanlar da sığınmacı ve mülteci olarak değerlendiriliyor. Cenevre Sözleşmesi’ne göre mültecilik tanımı 1967 yılına kadar Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerde yaşayan insanlarla sınırlı kaldı. 1967’de kabul edilen bir protokol ile bu sınır kaldırıldı ve mültecilik statüsü tüm dünya ülkeleri için tanımlandı. Türkiye, bu protokolü coğrafi sınır şartı koyarak imzaladı ve halen sadece Avrupa Konseyi üyesi ülke vatandaşlarına mültecilik hakkı tanıyor. Diğer ülkelerden gelenlere ise üçüncü bir ülke tarafından kabul edilene kadar “geçici sığınma” imkânı tanıyor. Avrupa dışından gelenler üçüncü ülkelere yerleştirilinceye kadar şartlı mülteci statüsünde geçici olarak Türkiye’de kalabiliyor.

Uluslararası koruma arayan yabancılar Türkiye’ye adım attığında mülteci veya şartlı mülteci statülerini almak için başvurabiliyor ve “uluslararası koruma başvuru sahibi” olarak tanımlanıyor. Bu kişiler sığınmacı olsa da Türkiye hukuk sisteminde sığınmacı kavramı kullanılmıyor.

Sığınmacıların kaçtıkları ülkelere iade edilmemeleri gerekiyor. Bu koruma, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. ve 3. maddeleri olan yaşam hakkı ve işkence görmeme hakkı uyarınca düzenlenmiştir. Aynı zamanda protokolü imzalamış ülkeler bu maddeleri yerine getirmek ve sığınmacıları söz konusu hakları ihlâl edecek bir ülkeye sınır dışı etmemekle (non-refoulement) de yükümlüler.

“Göçmen” kavramı ise mülteci tanımındaki nedenler dışında, genellikle ekonomik gerekçelerle, ülkesini terk ederek başka bir ülkeye giden ve o ülkede yasal izin ile yerleşen kişi olarak geçiyor. “Kaçak/düzensiz göçmenler” gittikleri ülkede yasal bildirim ve izin olmaksızın yaşayanlar olarak tanımlanıyor.

Geri Kabul Anlaşması’na dönecek olursak, bu anlaşmayla birlikte AB sınırları göçmen, sığınmacı ve mültecilere kapatılırken, Avrupa ülkeleri ile ABD, Kanada, İngiltere gibi ülkelerin mülteci kotaları sembolik hale geliyor. Türkiye’nin batı sınırları bu insanlara kapatılırken, ülkenin doğu sınırları neredeyse hiçbir denetlemenin olmadığı geçiş güzergâhları haline geliyor. Türkiye artık insanların umutsuzca takılıp kaldığı bir son durak oluyor.
Yukarıdaki satırlarda sığınmacı, mülteci ve göçmen/düzensiz-kaçak göçmen kategorilerine dair bilgi vermeye çalıştık. Resmi verilere göre Türkiye’deki yabancı uyruklu kişi sayısı Eylül 2021 itibariyle 5.4 milyon, geçici koruma altındaki Suriyeli sayısı 3 milyon 710 bin olarak verilirken, ikamet izni sahibi olanlar 1 milyon 220 bin kişi, uluslararası koruma başvurusu sahibi olanların sayısı ise 350 bin olarak açıklanıyor. Düzensiz göçmen sayıları ise muamma…

Emperyalizmin ve onun taşeronluğunu yürütenlerin yıllardır yıkımlarla evlerinden yurtlarından ettikleri milyonların hayatı yine emperyalizmin ve işbirlikçilerinin insanlık dışı ve ikiyüzlü politikalarıyla pazarlık masalarına yatırılıyor.
Ülkemizde sığınmacı ve göçmenlerin önemli bir bölümü, çocuklar dâhil, yıllardır merdiven altı atölyelerde, inşaatlarda karın tokluğuna çalışmaya, dilenmeye, kadın tacirlerinin elinde köle olarak satılmaya devam ediyor. Özellikle küçük ve orta ölçekli sermaye için kölelik koşullarında çalıştırılacak iş gücü olarak vazgeçilmez oldukları açıkça yetkili ağızlarca ilan edilebiliyor. Türkiye’de artan yoksulluk ve kriz koşullarında emekçilerin tepkileri, esas hedef olması gereken ve sorunun kaynağı olan emperyalizme, onun işbirlikçileri ile sermaye yerine sığınmacı ve göçmenlere kolaylıkla yönlendirilecek şekilde manipüle edilebiliyor.

Öte yandan Cenevre Sözleşmesi kapsamında bile, sözleşme hükümlerinin uygulanmayacağı ya da uluslararası korumaya tabi olmayacak kişilerin varlığı açıktır. Buna göre savaş suçu veya insanlığa karşı suç işleyenler, sığındığı/iltica ettiği ülkenin dışında bulunduğu sırada ve henüz o ülkeye mülteci olarak kabul edilmeden önce, ciddi bir “siyasi olmayan” suç işleyenler ve “BM amaç ve ilkelerine karşı” suç işleyenler uluslararası korumaya tabi olamazlar, mültecilik statüsü alamazlar. Yani, emperyalizmin bölgede taşeronluğunu yapanların ve cihatçı çetelerin mensubu olanların birçoğu, işte bu kapsama girmektedir ve ülkemizde emperyalizmin ve AKP’nin beslediği, hatta para-militer gruplar olarak koruduğu ve kolladığı kategori ziyadesiyle kalabalık bir toplama tekabül etmektedir.
Avrupa’ya dönelim ve son gelişmelere göz atalım. Emperyalizmin suç örgütü NATO’nun saldırganlığı sonucu Ukrayna’da yaşanan savaşla birlikte Mayıs ayındaki BM verilerine göre 6.03 milyon kişi ülkeyi terk etmiş. Ukraynalı sığınmacılara dönük tutum ise yukarıdaki satırlardan oldukça farklı. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in “Ukrayna bize ait, bizden biri ve onları aramızda görmek istiyoruz” sözleri de, “Bunlar Iraklı, Suriyeli değil; bizim gibi beyaz tenli, mavi gözlü, sarı saçlı insanlar ve onlar ölüyor” diyen Bulgaristan Başbakanı Kiril Petkov da, “Affınıza sığınarak söylüyorum, burası Irak ya da Afganistan gibi on yıllardır çatışma yaşanan bir yer değil. Burası bunun yaşanmasını beklemediğiniz daha medeni, daha Avrupalı, bu sözleri dikkatle seçmem gerekiyor, bir şehir.” diyen CBC muhabiri de Avrupa’nın ikiyüzlülüğünü ve ırkçı politikalarını ortaya koyar nitelikte…

Avrupa ülkeleri Nazi artığı şebekelere destek veren, eleman, silah ve eğitim sağlayan örgütlenmeleri açıkça yürütürken, insan kaçakçılığını organize eden, yardımlar toplayan kurumsallaşmış suç örgütlerinin varlığını göz ardı ederken, kendi yarattıkları güvenlik sorununu da mülteci ve sığınmacılara yükleyebilecek kadar pervasız olabiliyor.
On yıl boyunca Batı Avrupa’dan Suriye’ye giden cihatçı sayıları ortadayken yabancı cihatçı ihraç eden bölgeler arasında Avrupa ikinci sırada yer alıyor. Öte yandan bu cihatçı çetelerin Ukrayna’daki Nazi artıklarını desteklemeleri için kampanyalar yürütülüyor.

Emperyalizm bütün ahlaksızlığıyla barıştan ve insan hayatından bahsederken insan kanı ve emeği üzerinden başka pazarlıklarla yeni savaş ve işgal planlarını masaya yatırıyor. İşbirlikçileri ise bu pazarlıklarda el yükseltmek için kendi ülkelerinin egemenliklerini ve halklarının geleceğini hiçe saymaya devam ediyor.