Gençlik ve memleket

Gençlik ve memleket

30-04-2022 13:44

Eğitim hayatımız boyunca bize sunulan “sınıf atlama” vaatlerinin hiçbir gerçekliği olmadığı gibi mezun olduğumuzda bulduğumuz işler insanca bir yaşamı dahi im

Ali Akif Ece

Bizler gençliğiz bugün Türkiye’de umursanmayan, ilgi odağı gibi gösterilen. Bir gün doktor, bir gün mühendis bir gün öğretmen, bir gün teknisyen olan, bir gün atanamayan öğretmen, bir gün iş cinayetine kurban giden tekniker olan. Bizler memleketin yarınlarıyız, üreten ve yaşatan bizleriz. Bizler diplomalı işçileriz. Bu memleketi sırtlayanlarız. Bizler bugün barınamıyoruz, yaşayamıyoruz, üretemiyoruz Kendimizi var edemiyoruz…

Kendimizi bildiğimiz andan itibaren başlayan eğitim hayatımız; ilk, ortaöğretim ve üniversite olarak şekilleniyor. Bu süreç yaşamımızda ortalama on altı yıla mal oluyor. Bugün ülkemizde toplam 8 milyona yakın aktif üniversite öğrencisi bulunuyor. Bu bakiye her sene artarak ilerliyor. 2002’de AKP iktidara geldiğinde 93 olan üniversite sayısı bugün 209, bu üniversitelerin 73’ünü vakıf üniversitesi oluşturuyor. Yine 2002 yılında verili işsizlik sayısının %2’sini üniversite mezunları oluştururken, 2022 yılında verili işsizlik sayısının %40’ını üniversite mezunu bizler oluşturuyoruz. Yani her 10 işsiz yurttaştan 4’ü üniversite mezunu. Bu rakam da yine her sene olduğu gibi artıyor. AKP’nin her şehre bir üniversite politikası, en başında Türkiye’de okur yazarlık ve eğitim seviyesinin arttırmaya yönelik bir hamle gibi gösterildi. Bu çok büyük bir aldatmacaydı. Tüm şehirlerde açılan üniversiteler zaten vasat durumda olan eğitimin kalitesini adeta yok etmiş oldu. Bugün ülkemizde 81 il var ve 81 ilde de üniversite bulunuyor. Özellikle maliyeti düşük olan fakülteler önce açılıyor (İİBF, Hukuk, Edebiyat, İlahiyat vb.) daha sonra buraya alanında yetkinlikleri çok şüpheli olan akademisyenler(?) atanıyor. Atanan akademisyenlerin ciddi bir kısmının yabancı dil yeterlilikleri dahi bulunmuyor. Çoğu akademisyen mezun olduğu lisans alanında bile çalışmıyor. Bu tabela okulların mantar misali türetilmesi, iktidarın anlattığı “Eğitim seviyesin göklere çıkartacağız…” masalından çok farklı bir sebep taşıyor. Öncelikle ülkemiz muhtelif, gelişmekte olan kentlerde bu okulların açılması o yerelliklerde istihdam yaratıyor. Öğrenci nüfusun bu bölgelere gitmesi ticari bir dolaşım yaratıyor. Bunun yanı sıra en yakıcı neden üniversite eğitiminin işsizliği geciktirmesi. Ülkemizdeki gençler 18 yaşında değil, 22 – 23 yaşlarında işsiz kalıyor. Bu sayede verili işsizlik gecikmiş oluyor. AKP iktidarı bu tabloda sanki bir başarı öyküsüymüş gibi üniversite mezunu sayısının artışını anlatıyor. Kısa vadede tabloyu düzeltmeye yarayan bu ucuz planlar Türkiye’de eğitim sisteminin iflas etmesine neden olmuştur. Bunların yanı sıra bir de vakıf üniversiteleri gerçeği var…

Türkiye’de açılan ilk vakıf üniversitesi 1984 yılında İhsan Doğramacı tarafından kurulan Bilkent Üniversitesidir. İhsan Doğramacı aynı zamanda 12 Eylül askeri faşist darbesinin komutanlarının emriyle YÖK’ün kurucusu ve ilk başkanı olmuştur. Bilkent Üniversitesinin kurulması aslında eğitimde özelleştirmenin ilk adımıydı. 24 Ocak kanunlarının temel politikası olan özelleştirmeler: sanayi, sağlık, hizmet derken en sonunda eğitime de girmiş oldu. Başlarda bu kurumlar sahip olukları sermayenin etkisiyle fazla ilgi gördüler. Keza bu kurumların devletle olan bağları görece daha zayıf olduğu için ve şartları daha düzgün olduğu için birçok akademisyen tarafından tercih edildi. Daha sonra bu kurumların sayısı kontrolsüz şekilde artmaya başladı. Bugün sayıları 79’a ulaşmış bulunuyor. Özellikle büyük şehirlerde patronlar her apartmanı bir üniversiteye dönüştürmeye başladı. Bu üniversite fikrine, varlık sebebine en büyük hakarettir. Bu üniversiteler ülkemizde diploma fabrikalarına haline gelmiştir. Kentlerimizin her köşesinde diploma pazarlayan bu üniversitelerinin birçoğunun kampüsü dahi bulunmuyor.

Üniversite yaşamımız tek başına bizlere çok zorlu badireleri peşi sıra getiriyor. Devletin sağladığı 850 TL olan geri ödemeli öğretim kredisi hiçbir şeye yetmediği gibi, bizi mezun olduktan sonra yaşamımıza borçlu başlatıyor. Geçen aylarda cumhurbaşkanı yaptığı bir konuşmada “Biz iktidara geldiğimizde öğrenim kredisi 45 liraydı nereden nereye geldik…” dedi. 2002 yılında AKP iktidara geldiğinde asgari ücret 188 liraydı… Ailelerimiz ve bizler yaratılan maddi ve manevi yükün altında kalıyoruz. Günden güne artan ekonomik kriz, başını alıp giden enflasyon, yaşam pahalılığı ile ortalama 4 yıllık üniversite eğitimimiz bir servete mal oluyor, sonu işsizliğe ve geleceksizliğe çıkan bir servete. Devlet yurtları üniversite kapasitelerini karşılamıyor, tarikatlara ve cemaatlere peşkeş çekilen özel yurtlar ateş pahası, konut krizinin yaşanmasıyla ev bulmak da aynı seviye de zor ve artık barınamıyoruz. 11 Ocak 2021’de Elâzığ Üniversitesi tıp fakültesi öğrencisi olan Enes Kara arkadaşımız eğitimi için kalmak zorunda olduğu(!) tarikat yurdunda yapılan baskılara dayanamayıp yaşamına son verdi. Enes, bu baskı ve zulme maruz kalan on binlerce arkadaşımızdan yalnızca biri.

Eğitim hayatımız boyunca bize sunulan “sınıf atlama” vaatlerinin hiçbir gerçekliği olmadığı gibi mezun olduğumuzda bulduğumuz işler insanca bir yaşamı dahi imkânsız kılıyor. Okullarından mezun olup iş bulacak kadar “şanslı” olan arkadaşlarımız özel sektörün sömürüsüne maruz kalıyor. Haftanın sadece bir günü izin yapıyor, günde 10 – 11 saat haftanın altı günü çalışıyor. Açlık sınırında, güvencesiz ve yeteneklerimiz körelten işlerde çalışmaya mahkûm ediliyor, patronlarımızın refahı için yaşamaya zorlanıyoruz. Keza bilimsel ve teknolojik ilerlemenin getirdiği yeni üretim biçimlerine verili eğitim sistemi yanıt olamıyor. Çoğu arkadaşımız alanında iyi okullardan bu gelişmelerden bi’haber mezun oluyor. Yeni üretim biçimlerinin (otomasyon, yapay zekâ vb.) yarattığı koşullar istihdamı oldukça düşürüyor bu da işsizliğe yeni kaplar aralamış oluyor.

Ölümü gösterip bizi sıtmaya mahkûm eden bu ücretli kölelik düzeninde, alanında yetkin ve ciddi birikime sahip olan arkadaşlarımız dahi çareyi yurt dışına gitmekte arıyor. Yurt dışına gitme fikri bugün genel bir kanı olarak gençliğe “tek çaresi” olarak sunuluyor. Bizler bunun tek çare olmadığını hatta çare bile olmadığını biliyoruz. Yurt dışında bizleri bekleyen muhteşem hayatlar bulunmuyor. Bugün kapitalizm neredeyse tüm dünyada hâkim ve sömürü her yerde devam ediyor. Politikanın yaşamımızda ne kadar önemli olduğunun farkındayız, sermaye düzeni bize yıllardır “siyaseti karıştırmayın” vurgusu yapsa da bizi bu günlere yanlış politikaların getirdiğini gün gibi açık ve ortadadır. Siyaset hayatımıza bu denli, doğrudan müdahale ediyorsa biz de siyasete müdahale etmek zorundayız. Ülkemizi seviyoruz, burada mutlu ve özür şekilde, tüm insanlık için üreterek yaşamak istiyoruz ve yaşayacağız. Bu geleceksizliğe mahkûm olmayacağız!

Bu karanlık dönemi aydınlığa çıkarmak yine biz gençliğin elinde. Çünkü biliyoruz ki, yarına kalacak olanlar yarınları üretenlerdir. İsteği sadece insanca bir yaşam ve eşitlikçi bir düzen olan biz gençliğe çok iyi biliyoruz ki bu patron devleti tarafından verilmeyecek. İstediğimiz yaşamı bizlere haklı ve örgütlü mücadelemiz sağlayacak. Özgür ve onurlu bir yaşamı üretenler yöneten olduğunda kazanacağız. Şimdi bu umudu büyültüyoruz, çünkü biliyoruz ki “Okumuş insan emekçi halka karşı sorumludur.” Taşıdığımız aydınlanma bilinci budur. Bu bilinci işçi sınıfıyla omuz omuzsa sırtlayıp 1 Mayıs’a gidiyoruz. Çünkü biliyoruz ki gençliğin yolu işçi sınıfının politik hareketinin yoludur.