Aktivist değil örgütlü mücadele

Aktivist değil örgütlü mücadele

30-04-2022 13:28

Bizler kurtuluşumuzun dönem dönem sivrilen, toplumsal kırılmalarda ortaya çıkan bir ‘aktivizm’dense yarını sabırla, ilmek ilmek örecek bir iradede yattığını biliyoruz

Ceren Soner

Her üretim biçimi ve ilişkisi, kendi insanını yaratıyor. Bireylerin düşünüş biçimini belirleyen de bu üretim ilişkileri içerisindeki konumları oluyor. Engels’in Feuerbach’dan aktardığı gibi; “Sarayda yaşayan başka, kulübede yaşayan başka düşünür.” Yani bizler, özgür kararlar verdiğimizi düşünürken bile aslında yaşadığımız sistem ve içerisinde bulunduğumuz konum tarafından belirleniyoruz. Bu, “Dünyayı üç tane aile yönetiyormuş” gibi bir komplo teorisi değil elbette. Hayatımıza şöyle bir dönüp baktığımızda net bir şekilde fark edebildiğimiz bir gerçeklik. Nerede yaşayacağımıza, nasıl bir hayatımız olacağına içine doğduğumuz ailenin koşulları karar veriyor örneğin. Nasıl bir çocukluk geçireceğimize, hangi imkanlardan mahrum kalacağımıza, ileride ne okuyacağımıza (ya da okuyup okuyamayacağımıza) ve ne meslek seçeceğimize özgürce karar verdiğimizi düşünen var mı? Geleceğe dair kimsenin güvencesinin olmadığı bir sistem bu. Bizler de gençlik olarak payımızı fazlasıyla alıyoruz bu güvencesizlikten…

Yalnızca geleceğe emin bir şekilde bakabilmek değil tek özlemimiz. Ne giyeceğimizi bile dikte eden bir tüketim toplumunun içinde yaşıyoruz örneğin. İnsanlara nasıl yaklaşacağımız, hangi çağdışı düşünceleri normalleştireceğimiz, ilişkilerimizi nasıl kuracağımız, neye gülüp neye ağlayacağımız, ne kadar bencil olabileceğimiz… ve daha birçok örnek. İnsanlık dışı bir sistemin içinde insan kalmaya çalışıyoruz. Bizlere sürekli rekabeti öğütleyen, daha küçücükken sınavdan sınava koşturan, yedi yaşımızdan itibaren gördüğümüz eğitimin boşuna olduğu bir sistem bu. Bizlere sürekli birilerinin üstüne basmamız gerektiğini yoksa bizim üstümüzden geçileceğini işliyorlar. İnsan bunun için dünyaya gelirmiş, bunun için yaşarmış gibi anlatılıyor; çünkü bu düşünce bizlerin olmasa da başkalarının işine geliyor. İnsanı bireyci düşünmeye itmek, çevresinden bihaber hale getirmek, ne olursa olsun kişisel hedeflerden sapmayan bireylere dönüştürmek gerekiyor ki toplumun geri kalanını ve yaşananları görmezden gelebilelim; “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyebilelim. Tüm bunlar o kadar kurnazca oluyor ki bazen, görmekte zorlanabiliyoruz çünkü doğduğumuz gün itibariyle hep bunlarla kuşatılmış; ailelerimizden, öğretmenlerimizden, televizyonlardan bunu duymuşuz. İnsanlığın dününü bilmiyoruz ki bugününü anlayalım, yarınını kurabilelim. Peki bu kadar kuşatılmışlığın içindeyken etkilenmeyi ve belirlenmeyi aşmanın yolları yok mu? Var elbette; bilinçlenme…

Bilinçlenme ancak bireyin; tarihsel materyalist bir bakışa sahip olmasıyla gerçekleşebilir. Yani; tarihin ilerleme mekanizmasını kavrayabilmek, bu süreçlerdeki ve toplumdaki yerimizi anlamlandırabilmek gerekiyor. Yoksa bırakalım ne neden oluyor, neden yaşadığımızı bile anlamakta zorlanırız. Yukarıda dedik ya, insanlığın dününü bilmek gerekir ki bugünümüzü anlayabilelim. Bu bilinçle baktığımızda görüyoruz ki toplum, oluşumundan beri örgütlü ve iş birliğine dayanan bir yapı olmuş ve bu sayede bireyler hayatlarını devam ettirebilmişlerdir. Mülkiyetle birlikte sınıflar da ortaya çıkmış ve bir sınıf mülk sahibiyken diğer sınıf mülk sahiplerinin emrinde ya köle olarak ya da ancak yaşamını idame ettirebilecek bir ücretle çalışmıştır. Tarihteki büyük değişimleri ise, örgütlü bir sınıftan başkası gerçekleştirmemiştir. Bütün bunları bilmek, tarihin neresinde olduğumuzu anlamak açısından önem taşımaktadır, anlamak ise değiştirmenin ilk adımı olduğu için önemlidir.

Bilinçlenme; değiştirme gücünü vermesi dolayısıyla çıkarımızadır, o zaman diğer sınıfın da aleyhine olmalı. Tüm bu kuşatılmışlığın sebebi tam olarak burada yatmaktadır. Bu düzenin sürmesinden bir çıkarımız olmadığına göre, sanki varmış gibi buna inandırılmalıydık. Önümüzde imkanlarla dolu bir gelecek, sonsuz fırsat ve kaybedecek bir sürü şeyimiz varmış gibi bir algı yaratıldı. Böylelikle bizleri ezen, güvencesiz bırakarak hayatımızı ve tercih hakkımızı elimizden alan bu düzene karşı başkaldırmayacaktık. Eğer hayatımızda yanlış giden bir şeyler varsa bunun sorumluluğunu kendimizden başkasında aramayacaktık. Yani her şey düzenin devam etmesi içindi. Bunu sağlamanın en basit yolu ise, toplumu ve dolayısıyla bireyleri bilinçsiz bırakmak fakat bu yazıdaki hedefimiz ikinci yolu açığa çıkarmak olacak yani; yanlış bilinçlendirme.

Tarihin her döneminde sömürü düzenine başkaldıranlar olmuştur. Düzen sahipleri iyi bilirler ki bu başkaldırılar doğru şekilde örgütlendiğinde saraylar yıkılmış, iktidarlar devrilmiştir. Başkaldıranlar ise işkencelerle, ölümle sınansalar bile azalmamışlar, bitmemişlerdir. 1917 Ekim Devrimi, içinde yaşadığımız düzenin bir gün yıkılabileceğine ve yerine insanca bir yaşam kurulabileceğine dair en somut örneklerden biri olmuştur. Bunu bilen kapitalistler, Ekim Devrimi’nin kazanımlarını karalamak ve yok etmek için ellerinden geleni yapmakta, Sovyet Rusya’sını kendisinden önce var olan ve ‘halkların hapishanesi’ olarak anılan Çarlık rejimiyle bir tutmak için tarihsel çarpıtmalara başvurmaktadır. Sovyetlerin çözülüşünden sonra ise saltanatlarının bir gün biteceği gerçeğini olabildiğince ötelemek için bu tarihsel çarpıtmalara devam etmişler; artık sınıfların sönümlendiğini söyleyecek kadar ileriye gitmişlerdir. İnsanlığın birikimini ve tarihini yok sayan bu yaklaşımın ideologları; yazdıkları uzun makaleler ve verdikleri seminerlerle neyi hedefliyorlardı? Biraz önce bahsettiğimiz yanlış bilinçlendirme işte buralardan çıkmaktadır.

Yeni nesilleri sınıf kavgasının artık mazide kaldığına, geçerli ve gerekli olanın sivil toplum kuruluşları çatısı altında verilecek bir aktivizm mücadelesi olduğuna ikna etmek başka türlü mümkün değildi. Bu sürece paralel olarak bir sürü STK açıldı ve gerek uluslararası anlamda gerek devletler tarafından fonlanarak siyaset buralara indirgenmek istendi. Bizleri bütünlüklü bir kavga vermekten alıkoyabilmek için mücadele başlıklara ayrıldı; kimlikler bir yere, kapitalizmin yarattığı çevre sorunları bir yere, ekonomik talepler bir yere kondu. İçerisinde bulunduğumuz sınıfa yabancılaştırıldığımız için problemlerimizin ortaklığını ve kapitalizmle bağını görmemiz zorlaştı. Örgütlülük fikriyatından git gide uzaklaşarak bireysel mücadelelere hapsolduk. “Herkes kendi kapısının önünü temizlese…” mantığından öteye gidemeyen bir çözüm işaret ediliyor bizlere. Örneğin; plastik kullanımımızı azaltmamız gerektiğini öğütleyenler, çevreyi asıl katledenin sermayenin kâr hırsı olduğundan asla bahsetmiyor. Yakın gelecekte içme suyu bulamama ihtimalimiz gün geçtikçe artıyor fakat atıklarını tatlı su kaynaklarına döken fabrikalar hiçbir yaptırımla karşılaşmadan üretime devam edebiliyorlar. Depremler oluyor, binalar yıkılıyor ve söylenenin kendisi önceden tedbirli olmak, deprem çantası hazırlamak… Neden binalar depremde yıkılıyor? Afet kayıplarını asgari düzeye indirmenin toplumcu bir yolu yok mu? Ya kadın cinayetleri? Mücadelemiz öldürülen kadınların davalarında adaletin yerini bulması için mi olmalı yoksa kadınların öldürülmeyeceği bir düzen için kavga mı vermeliyiz? Bu ve birçok örnek aslında düzene dair bütünlüklü bir mücadele vermek gerektiğini bizlere anlatıyor. Bunun yeri ise sınıfın taleplerini ve siyasetini yükselten, reform değil devrim isteyen bir örgütlü toplam yani partidir.

Şu ana kadar insanlığın dünden bugüne nasıl geldiğini, sömürü düzeninin düşüncelerimizi nasıl hapsettiğini ve yerine kendi düşüncelerini koyduğunu, mücadelenin nasıl olması gerektiğini anlatmaya çalıştık. Aslında tüm bunlar, yaklaşan 1 Mayıs’ın bizler için neden önemli olduğunu daha iyi anlayabilmek için açılmış konular. Çünkü bizler kurtuluşumuzun dönem dönem sivrilen, toplumsal kırılmalarda ortaya çıkan bir ‘aktivizm’dense yarını sabırla, ilmek ilmek örecek bir iradede yattığını biliyoruz. Bu irade, yani örgütlü mücadele her sene olduğu gibi bu 1 Mayıs’a taşınmalı çünkü 1 Mayıs; işçilerin, kadınların, gençlerin yani emeği üzerinden geçinilen herkesin taleplerini haykıracağı, bilincini ve mücadelesini göstereceği, sömürenlere “yeter!” diyeceği en önemli gündür. Çünkü 1 Mayıs; işçi sınıfının tarihsel kazanımıdır. Bize öyle kolay kolay baş eğdiremeyeceklerini ancak 1 Mayıs’a güçlü gelerek gösterebilir, kazanımlarımıza 1 Mayıs alanlarında sahip çıkabiliriz. Unutmayalım, kapitalizmin devamını isteyenler için işçi sınıfının örgütlü gücünden daha korkutucu hiçbir şey yoktur…

Paranın padişahlığını, karanlığını yobazın ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selam!