Mesele rejim tartışmasıdır!

Bugün türban üzerinden yürütülen tartışma, bu anlamıyla bir siyasal tartışma ve rejim tartışmasıdır. Bu siyasal mücadelenin bir tarafında AKP tarafından temsil edilen ya da AKP şemsiyesi altında bulunan siyasal İslamcılık bulunmaktadır. Meseleyi böyle ortaya koymadan, liberallerin dar gözlüğü ile işi kişi hürriyeti ya da inanç özgürlüğüne indirgemek tam bir körlüktür!

CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği ve türbanın kamuda serbestiyetine yönelik yasallaştırma girişimi, siyasetin ve ülkenin geleceği tartışmalarının bam teline vurmuştur.

Yürütülen tartışmaların özeti, ülkenin geleceğine yönelik politik ve toplumsal tasavvurların ne olduğunu, bütün düzen aktörlerinin niyetini, kimliğini ve hedeflerini açığa çıkaran bir turnusol kâğıdı işlevi görmüştür.

CHP lideri, “toplumun kanayan yaralarını artık kapatalım” söylemi üzerinden attığı bu adımı meşrulaştırmaya çalışırken “iktidara gelirse CHP türbanı yasaklayacak” şeklinde AKP’nin ve siyasal İslamcıların elindeki silahı almak istediğini söylemiştir. İşin bir boyutu seçimlere yaklaşırken CHP’nin taktiği olarak görülebilir. Ancak bu taktik çok tehlikeli bir sürece kapı aralamıştır. CHP’nin Millet İttifakı bileşenleriyle adaylık pazarlığının bir unsuru olarak gündeme getirilen bu adım, ülkenin kanayan yaralarını kapatma siyasetinin ne olduğunu da tartışmayı gerekli kılıyor. “Türban” ülkenin kanayan yarası mıydı? Yoksa asıl sorun rejim sorunu mudur? Son 20 yıllık AKP iktidarının ve Türkiye’nin siyasal İslamcılıkla sorunu, doğrudan bir rejim sorunu olarak ele alınmadığı takdirde kılıf kıyafet üzerinden yapılan tartışmaların ayakları havada kalacaktır. Kaldı ki türban sorunu, siyasal İslamcıların ve AKP karşı-devriminin siyasal simgesi olarak kullanılırken…

40 yıllık İran İslamcı rejiminde insanlar “artık yeter ve dini kurallara göre örtünmeye hayır” derken, Türkiye’de siyasal İslamcılarının 20 yıllık iktidarında CHP, türbana resmiyet kazandırıyor!

CHP lideri tarafından atılan bu adıma ilk destek, AKP’nin eski paydaşlarından geldi. Abdullah Gül, Saadet Partisi ve Gelecek Partisi liderlerinin destek açıklamaları, Bülent Arınç ve eski Adalet Bakanı Abdülhamit Gül tarafından verilen destekle devam etti. Yine benzer bir destek ‘yasal ya da anayasal düzlemde bu açılımı destekleriz’ sözleriyle HDP’den geldi. AKP ise, Kılıçdaroğlu’nun attığı bu adımı anayasal değişikliğe taşımak için fırsat olarak görürken özünde kurduğu rejimin bütün köşe taşlarını yerleştirmenin yolunu açmak için kullanacaktır. Buna geleceğiz; ancak siyasal İslamcılar, bütün kanatlarıyla, bu adımı bir demokrasi ve barış söylemi içinde gündeme getirip aslında AKP’nin laiklikle ve Cumhuriyetle 20 yıllık hesaplaşmasının noktasını koyma gayreti içinde olacaklardır.

AKP, her zaman gizli gündemlere sahip bir parti olmuştur. AKP’nin ittifaklar siyaseti, AKP’nin süreci ne kadar iyi okuduğunun göstergesi değil, ilkesiz ve oportünist bir politik kimliği ayakta tutan “omurganın” gizli gündeme sahip olmakla doğrudan ilişkili olduğunun göstergesidir. AKP, kendi gizli ajandasını adım adım hayata geçirmek için her yolu mubah gören bir partidir. İktidardan önce Soros’la görüşür, bugün Soros düşmanı kesilebilir. Dün liberallerle kol kola durur, bugün liberalleri hapse atabilir. Dün kavmiyetçi dediği Bahçeli ile bugün yan yana gelmekten çekinmez. AKP’nin siyasi tarihindeki ittifaklar bileşeni AKP’nin politik başarısı değil, AKP’nin gizli ajandasının gücünden gelmektedir. Çünkü iktidar, Türk İhvancılığını yaramaktadır ve her türlü ittifak, “dava” için sorun edilmemektedir. İttifak bileşenleri bile AKP’nin nasıl bir parti olduğunu göstermeye yeter de artar bile. Liberaller, milliyetçiler, ulusalcılar, Kürt siyaseti şeklinde bir liste oluşturabilirsiniz. Yollar ayrılınca da liberalleri, Kürt siyasetçilerini ya da ulusalcıları hapsetmek işten bile değildir. AKP’nin bu yeteneğine değinilmesi aynı zamanda ittifakın diğer kanadında bulunan kesimlerin politik öngörüsüzlüklerini de ifade eder; ancak bu işin başka bir boyutu. Hasılı, ifade etmek istediğimiz, AKP’nin İran’a bakıp “bakın biz 20 yıldır kimsenin kılıf kıyafetine karışmadık” sözünün güvenilir ve tutar yanı yoktur. Fırsatını bulamadılar. Ancak CHP liderinin son adımı, AKP açısından yeni bir mevzi olacaktır.

Konu gericilik ve siyaset olunca AKP’nin dinci kimliğine yapılan vurgu, asla AKP’nin sınıfsal kimliğinden ayrı ve bağımsız ele alınmamalıdır. AKP, sermaye sınıfının çıplak diktatörlüğünü temsil eden bir parti olarak çıplaklığını din örtüsü ile kapatan bir partidir. Bu açıdan AKP’nin “dava”sının ideolojik söylemi İslamcılık ise yanına büyük harflerle yazılması gereken bir başka şey de sermaye diktatörlüğüdür. AKP, ranttır, yağmadır, talandır, rüşvettir, yolsuzluktur, mafyadır, çetedir ve sömürüdür! AKP’nin gerçek kimliğinin örtüsü din yani türban olmuştur!

Bugün türban üzerinden yürütülen tartışma, insan hakları ya da inanç özgürlüğü çerçevesinin çok ötesindedir. Kaldı ki, insan hakları ve inanç özgürlüğü söz konusu edilecekse AKP’nin sicili kapkaranlıktır! Nefret dili, kendisi dışındaki herkesin düşman sayıldığı “hain, müptezil, sürtük, ayyaş, zillet” hakaretleriyle her gün kendisini dışa vurmaktadır. AKP’nin dayandığı tarikat ve cemaatlerin ırkçı ve faşist dillerini yazmaya bile gerek yok.

Bugün türban üzerinden yürütülen tartışma, bu anlamıyla bir siyasal tartışma ve rejim tartışmasıdır. Bu siyasal mücadelenin bir tarafında AKP tarafından temsil edilen ya da AKP şemsiyesi altında bulunan siyasal İslamcılık bulunmaktadır. Meseleyi böyle ortaya koymadan, liberallerin dar gözlüğü ile işi kişi hürriyeti ya da inanç özgürlüğüne indirgemek tam bir körlüktür! Bugün istibdat rejiminden, tek adam yönetiminden, baskı, hukuksuzluk, adaletsizlik ve demokrasi eksikliğinden bahsediyorsak, mafya, çete, yağma ve ranttan şikâyet ediyorsak AKP eliyle kurulan rejimi ve siyasal İslamcılığı merkeze koymak durumundayız!

Ülkemizde siyasal İslamcılığın kökleri eskidir. Ancak siyasal İslamcılığın son 80 yıldır dünyada emperyalizmin bir aparatı olarak kullanıldığını büyük harflerle belirtmek gerek. Bu bir yana, Türkiye’de siyasal İslamcılık hep bir retorik siyaseti olagelmiştir. “Taksim’e cami, Ayasofya camidir, Abdülhamit ulu hakan, Vahdettin’den kahraman, zulüm gören türban, faiz haram”

Faiz haram denilip nasıl bir rant, yağma ve yolsuzluk düzeni kurulduğu herkesin malumu. Öte yandan, Taksim’e cami yapılmıştır, Ayasofya camiye dönüştürülmüştür, Abdülhamit ismi devlet kurumlarına verilmiş, Vahdettin aklanmış, türban ise kamu yönetimine fiili olarak sokulmuştur. Bugün İslamcı retorik bütün başlıklarıyla yaşama geçerken, İslamcılık gerçeği ise istibdat rejimiyle sonuçlanmıştır. İslamcılığın siyasi retorik başlıklarının ülkenin ve emekçilerin kurtuluşuna hizmet etmediği, “Huzur İslam’da” ve “Adil Düzen” sloganlarının içi boş bir söylemden ibaret olduğunu bugünkü gerçeklik fazlasıyla ortaya koymaktadır.

CHP lideri tarafından gündeme getirilen türbana yasallık kazandırma girişimini, AKP’nin Alevi açılımıyla birlikte ele alındığında bir seçim yatırımı olmanın ötesinde Türkiye’nin din temelli bir rejime gidişatının önündeki bir engelin daha aşılması olarak görmek gerekmektedir. Bir sonraki adımda “inanç özgürlüğü” adıyla tarikat ve cemaatlere yasallık getirilmeyeceğinin garantisi yoktur. Alevilere yönelik adımın hemen sonrasında böylesi bir adımın “tekke ve zaviyeler hakkında kanunun” ilgasıyla birlikte gündeme gelmesi olasıdır.

AKP eliyle kurulan rejim liberallerin deyişiyle İkinci Cumhuriyet kavramıyla açıklanabilir mi? Bir tarafıyla evet. Birinci Cumhuriyet karşıtlığı üzerinden kendisini var eden liberalizm ve gericilik, 1923 Cumhuriyeti’nin yerine yeni bir rejimi birlikte kurmuşlardır. Dinci gericilik politik ayağını, liberalizm ise ideolojik payandalığını üstlenmişti. Bugün türbana resmiyet kazandırma adımı, özünde “ikinci Cumhuriyetin” yerleşmesinin adımlarından birisi olarak tarihe not düşülmelidir. Bu gündem, aynı zamanda, CHP liderinin bir başka yanlışıyla yürütülmüştür: Türban ve başörtüsünü eşitleyen bir dil. İhvancı geleneğin siyasal simgesi olan türban ile kültürel bir öge olan başörtüsü arasındaki ayrımı ortadan kaldırarak, siyasal İslamcılığa yeni bir alan daha açmıştır. Biliyoruz ki, ülkemizde kadınların kılık kıyafeti hiçbir zaman yasaklanmadı ve tarihsel-kültürel örtünme biçimleri de bu toplumda hiçbir zaman yasak kapsamına alınmadı. Tartışmanın özünde yatan olgu şuydu: Laik bir devlette, kamu hizmeti görenlerin dini bir simge taşıması meselesiydi. Cüppeli ya da çarşaflı hâkim, polis, subay, psikolog vb. bir görüntü ve olgudan bahsediyoruz! Bugün, dini kimliğini ön plana çıkaran bir yargının, ‘görüntüsü böyle ise zihniyetinin ne olacağı belli’ bir durumda medeni kanuna riayet edeceğinin garantisi nedir? Medeni hukuka göre mi yoksa “inancı gereği” şeri hükümlere göre mi hukuku yorumlayacağını nasıl açıklayacağız? Mesele elbette tek başına kılıf kıyafette değil, mesele kılık kıyafetin bir sonuç olarak ortaya çıktığı, gericiliğin ve bu zihniyetin devleti ele geçirmesindedir!

O yüzden laikliği yeniden tartışmak gerekiyor. İnsanların inançlarına göre yaşaması başka bir şey, inancını devlete ve kamu yönetimine dayatması ise başka bir şeydir. Bugün türban tartışmasının özünde bu dayatma, laikliğin tasfiyesinin türban üzerinden gündeme getirilmesi vardır. Türbanın, sınıfsal ve siyasi olarak ise neyi örttüğünü söylemeye gerek bile bulunmuyor!

Bütün bu tartışmalar ise, yanı başımızdaki İran gerçeği görmezden gelinerek yapılıyor. Dikkat ediniz: Sağ basında hiçbir kalem İran üzerine tek bir laf bile etmiyor. Çünkü İran’daki gerçek; din devleti ve gerici şeriat rejiminin somutlanması olarak faşist rejimleri aratmayan bir baskı ve polis devletine dönüşmüş olmasıdır. Ama daha da ötesi artık toplumun bu karanlıkta ve dini kurallara göre yaşamak istememesidir. Bugün türbanı dayatanlar, yarın herkese türbanı dayatacaklardır; kimsenin şüphesi olmasın! Gericilikten demokrasi ve insan hakkı beklemek ise ya cehalet ya da gaflettir.

Benzer biçimde Millet İttifakı’nın öncüsü CHP bile bugüne kadar İran konusunda kadınların kılık kıyafetine karışılmasın demek dışında somut tek bir laf bile etmemiştir. Aynı tez bugün Kürt siyaseti tarafından da dile getirilmektedir. HDP meseleyi önce milliyetçilik üzerinden ele alıp “saçını kesme eylemleri yaparken” hiçbir zaman gericilik ve laiklik kelimesini ağzına almamış, daha doğru deyişle bunu merkeze koymamış, sorunu kadınların nasıl isterlerse öyle yaşamasına bağlamıştır. Ancak mesele kadınların giyim kuşam tercihi değildir, mesele bizzat dinci gericilik tarafından dayatılan baskı ve örtünme zorunluluğudur! Mesele siyasidir, mesele rejim meselesidir! İranlı kadınlar devrim istemektedir! Meseleyi kadınların giyim kuşam tercihine indirgeyerek, kişisel özgürlükler üzerinden siyaset yapmaya kalkışmak, İran rejimini ve niteliğini karşıya almamak anlamına gelir!

Ortada olan türban ve rejim diyalektiğidir! Hem İran’da hem de Türkiye’de. Örtünme ya da türban tartışması İran’da bir rejim sorunudur! Türkiye’de ise kurulan rejimin yolunu açan bir siyasal simgeye verilen cevaz olarak rejimin yerleşmesine hizmet dışında bir anlama gelemez. Türkiye’de verilmeyen direnç, İran’ın geçtiği yola çıkar!

Madem istibdat rejimi var, bu siyasal İslamcılıktan ayrı ele alınabilir mi? Türbanı da siyasal İslamcılıktan bağımsız düşünmek mümkün müdür? Eğer söz konusu inanç özgürlüğü ise din derslerinin zorunlu olmaktan çıkması başa yazılmalıdır. Bunun mücadelesi verilmeden inanç özgürlüğünden bahsetmek inandırıcı ve samimi değildir!

Peki bugün ülkemizin gerçeği nedir? Tarikat ve cemaatlerin politik ve “kültürel” iklimi belirlediği birçok il ve ilçemizde oruç tutmayanların, saçını uzatan ya da top sakal bırakan gençlerin, kadınların değil erkeklerin şort tarzı pantolon giydiği için “bile” dövülebildiği sır mıdır? Hangi özgürlük?

Sıkça yazdığımız bir tespiti burada bir kez daha belirtmeliyiz. CHP’nin başını çektiği Millet İttifakı, bugün AKP rejimiyle hesaplaşmayı değil, AKP eliyle kurulan rejiminin tadilatına, başka bir sözcükle ifade edeceksek restorasyonuna soyunmuştur. Güçlendirilmiş parlamenter rejim ortaklığı, özünde CHP eliyle ülkenin merkez sağının yeniden inşasından ibarettir. CHP liderinin türban açılımı, cumhurbaşkanlığı pazarlığının bir unsuru olarak gündeme getirilirken CHP’nin ortanın solundan merkez sağa kayışının da göstergesi olmuştur. Bu süreç, CHP’nin sağa kayışı kadar, liberalizm tarafından pompalanan sulandırılmış laiklik girdisiyle de doğrudan ilgilidir. Özgürlükçü laiklik kavramı ile dinci gericiliğe verilen prim, bugün tarikat ve cemaatlerin devleti ele geçirmesine yol açmıştır. Şimdi yeni bir aşamaya daha bizzat AKP rejimi tarafından geçilmeye çalışılmaktadır.

Meseleyi inanç özgürlüğü ya da kılık kıyafet düzleminden çıkarmak gerek. Sorunun doğru tespiti aynı zamanda politik mücadelenin yolunu da çizecektir. Bugün AKP rejimi olarak kodladığımız 20 yıllık karşı-devrim süreci, kapitalist düzende bir burjuva iktidar olarak özgün bir yere sahiptir. Bu özgünlüğü yok saymak 20 yıldır Türkiye’de yaşanan dönüşümleri yok saymak anlamına gelir. AKP eliyle “yeni bir Türkiye” inşa edilmiştir. Kurulan tek adam rejimi, sermayenin çıkarlarını merkezileştiren, emek düşmanı, emperyalizmin taşeronluğunu üstlenen ve bunu dini bir ideolojik kılıfla örten açık bir sermaye diktatörlüğüdür! AKP eliyle gerçekleştirilen 20 yıllık dönüşüm, AKP’nin istibdat rejimidir. “Post-modern” dinciliğin, dini referanslarla kurduğu istibdat rejiminin simgesi ise türbandır!

Ülkemizin kanayan yarası türban değildir. Ülkemizin kanayan yarası Soma’dır, Sivas’tır, Ankara Gar Katliamı’dır, Suruç’tur, kadın cinayetleridir, tarikatlardaki istismar vakalarıdır! Gerici bir rejimden Alevilerin eşit yurttaşlığını, milliyetçi bir hükümetten Kürt sorununda çözümü, İhvancı bir rejimden sığınmacılar sorununun çözümünü, NATO’cu bir iktidardan faşist ve gladio artıklarının katliamlarının hesabının görülmesini, beşli çeteyi besleyenlerden emekçilerin haklarını almasını beklemek mümkün değildir!

AKP eliyle kurulan rejime karşı mücadele edilir, müzakere değil!

Kanayan yaraları kurutmak için devrimden aşağısı kurtarmaz.