MERCEK| Menderes’ten Erdoğan’a sağın ekonomi yönetiminin öyküsü

Türkiye’de “sağın” iktidar olduğu dönemleri ve bu dönemlerdeki ekonomi politikalarını incelerken ortaya çıkan tablodan yapılan soyutlamalar ortak bir çerçeve çizmektedir. Her dönem ne kadar tarihin ilerleyişi doğrultusunda kendine özgün koşullara sahip olsa da… Bu sebeple incelenen dönemlerde bir tarih yazımının yanı sıra ortaya konan ekonomi politikalarının çıktılarına değinmeye çalışacağız.

MERCEK| Menderes’ten Erdoğan’a sağın ekonomi yönetiminin öyküsü

Seyhun Sarıtaş

MENDERES DÖNEMİ (1950-1960): DEVLETİ SATIYORLAR!

İki kutuplu dünya ile birlikte şekillenen konjonktürde Türkiye’nin konumu tartışma konusuyken 1946 yılında, Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın CHP’ye mecliste takrir vermesi sonrası kurulan DP (Demokrat Parti) için net bir yer teşkil ediyordu. Bu durum ise Türkiye’nin ilk “sağ” iktidarının ekonomik yönelimini ortaya koymaktadır. Devletçilik ilkesi üzerinden şekillenen tartışmalarda DP kadroları devletçiliği farklı bir şekilde yorumluyordu. Parti tüzüğünde “…Özel teşebbüs menfaatleri genel menfaatin te’lifi ve korunması zaruratinden ileri gelmektedir. Bizim devletçiliğimiz, ekonomik koşullarımızın çizdiği yoldur.” şeklinde bir devletçilik anlayışı ortaya konuyordu. Bu anlayışla birlikte DP’nin iktidarı liberal ekonomi politikalarının gerçekleştirilmesi, ABD’den alınacak yardımlar ile ekonomik kalkınmanın sağlanması şeklinde gerçekleşiyordu.

ABD emperyalizmi SSCB’nin diğer ülkeler üzerindeki etkisini kırmak ya da başka bir deyişle diğer ülkelerin sosyalizme yüzünü dönmemesi için belli planlar ortaya koyuyor ve bu yıllarda Türkiye savaş sonrası ekonomik durumun iyileştirilmesi adına önce Truman Doktrini daha sonra da Marshall Planı’na dahil oluyordu. Burada not alınması gereken bir durum savaş sonuna 250 milyon dolar döviz rezervi ve 1946 yılında 100 milyon dolara yakın dış ticaret fazlası veren bir ekonominin -1947 CHP iktidarıyla Truman Doktrini, 1950 DP iktidarıyla Marshall Planı- bir anda dış yardım arama çabasına girmesinin garipliğidir.  Emperyalistlerden alınan sıcak para ile birlikte DP, liberal ekonomi anlayışını gerçekleştirmek için adımlar atıyordu. 1951 yılında Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu, 1954 Yabancı Sermaye Teşvik Kanunu ve Petrol Kanunu ile birlikte yabancı sermaye girişleri için uygun hukuki yapı oluşturuluyordu.

DP’nin gerçekleştirmek istediği ekonomi politikalarını Menderes 26.05.1954 tarihli konulmasında şu şekilde ortaya koyuyordu:

Hususi teşebbüs çalışması ve gelişmesi için lüzumlu hukuki ve fiili emniyet havasının yerleşmesini temine matuf bütün tedbirler alınacaktır. Yabancı teşebbüs, sermaye ve tekniğinden geniş ölçüde faydalanmanın şartları tahakkuk ettirilecek ve icapları yerine getirilecektir. Devlet bütçelerinin cari hizmetler ve sarfiyatında azami tasarrufla hareket edilecek, memleketin iktisadi takatiyle mütenasip denk ve muvazeneli bütçeler getirilecek, buna mukabil iktisadi kalkınmaya ve bir kül halinde vatandaşların istihsal gayretleri ve faaliyetlerini desteklemeye matuf sermaye yatırımlarına mümkün olan en geniş hissenin ayrılması temin edilecektir.

Bunlara ek olarak, tarıma önceliğin verileceği, sanayi sektöründe özelleştirmelerin önünün açılacağı, fiyat istikrarının korunması sağlanacağı ve dış ticarette devlet müdahalesinin en aza indirileceğini söylüyordu. Menderes hükümetlerinde bu program çok değişmeden uygulandı.

Tüm bunlarla birlikte emperyalizmin savaş sonrası kurduğu örgütlere üye olunuyordu. -1947 yılında İMF, Avrupa İktisadi İşbirliği Örgütü’ne, 1952’de NATO’ya- 1946 yılında Missouri zırhlısının ziyareti ile Türkiye-Amerika yakınlaşması üzerinden halk tarafından sempati kazanılmaya çalışıyordu.  1950 yılında Kore Savaşı’na katılma kararı ile birlikte bu durum pekiştirildi. Türkiye ekonomisi için Amerikalı ekonomi uzmanları gelerek kamunun etkisinin küçültülmesi konusunda raporlar hazırlıyordu. Bir süre sonrada Türkiye’den Amerika’ya yetiştirilmek üzere götürülen uzmanlar daha sonra Türkiye’ye dönerek kamu içerisinde çalışma yürütüyor, liberal ekonomi anlayışının yerleşmesini sağlıyordu ve bu anlayış da günümüzde devam etmektedir.

DP iktidarı liberal ekonomi anlayışını ne kadar gerçekleştirmeye çalışsa da ekonomik olarak başarı sağlayamıyordu. 1950 yılından 1955 yılına kadarki süreçte dış ticarette devlet müdahalesini azaltarak 28 milyon dolar olan dış açığı 5 yıl gibi bir sürede 9 kata yakın bir şekilde arttırarak 184 milyon dolarak çıkardılar. Bunun yanı sıra bütçe açığında da 7 kata yakın bir artış yaşanıyordu. Karaborsacılık, enflasyon ve pahalılık artıyordu.

DP iktidarı 1956 yılında bu kötü gidişi durdurmak için yine devlet müdahalesinin arttırılmasına karar veriyordu. Milli Koruma Kanunu ile birlikte karaborsacılara karşı bir savaş başlatıyordu. Gümrük tarifeleri ve kotalar arttırılıyordu.

Menderes hükümeti bu gidişatı durduramayacağını anladığında ise Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı’ndan yardım talebinde bulunuyordu. OEEC’nin raporu ise Türk Lirasının değerinin düşürülmesi, ihracatın teşvik edilmesi ve bütçe harcamalarının kısılmasıydı. Bütçe harcamaları ise 1950 başından DP iktidarının sonuna gelindiğinde artmış olsa da eğitim, sağlık alanında yapılan harcamalar toplam harcamalara oranla sabit kaldığını, genişleme dönemlerinde bile bu iki alanın çok az bir şekilde arttığını ve buna karşın vergilerin arttırıldığını görebiliriz.

OEEC’nin bu paketi yürürlüğe koyması karşılığında ise Türkiye’nin 400 milyon dolarlık borcunu ertelemiş ve 359 milyon dolar kredi vermiştir.

Menderes dönemini özetleyecek olursak, liberal ekonomi anlayışının yerleştirilmeye çalışılması ve buna paralel olarak emperyalizmle iş birliği yapılarak para yardımı alınması, bu yardımlar ise askeri ve ekonomik yüklerle birlikte geliyordu. Sonuç olarak dış ticaret ve bütçe dengesinin negatif yönlü ilerlemesi ve yabancı sermaye çekmek adına yapılan politikaların ekonomik olarak bağımlılığı arttırdığı bir dönemi göstermektedir.

ÖZAL DÖNEMİ

Özal dönemi, emperyalistlerin ekonomik anlamda yeni bir modele geçiş yaptığı (Neoliberal ya da Yeni Muhafakar ekonomik yaklaşım. Parsalcılık -Milton Friedman ve F. Von Hayek’- Arz Yönlü İktisat -Arthur Laffer-) ve uluslararası saldırısının arttığı bir dönemdir. Bu döneme açıklarken “şok doktrini” kavramı da kullanılmaktadır. Neoliberal politikalar gerek ekonomik ve gerek sosyolojik olarak radikal kararların alınmasını gerektiriyordu, İngiltere ve ABD’de şiddetle uygulanan politikalar Türkiye’de de ilk örneklerinden birini yaşıyordu. Bu politikaların gerçekleşmesinde emperyalist kurumlar (İMF, Dünya Bankası) ve anlaşmalar (Washington Uzlaşısı, Bretton Woods) kilit rol oynamaktadır. Emperyalistlerin yanı sıra Türkiye sermaye sınıfı da bu kararların alınmasında sabırsızdı. Eczacıbaşı ve TÜSİAD belli ilanlarla iktidarın ekonomi politikasındaki değişikliğin gerçekleşmesi için çaba gösteriyordu. Türkiye sermaye sınıfı doğrudan İngiltere ve ABD ile görüşmeler gerçekleştiriyor ve neoliberal politikaların Türkiye’ye yerleşmesi için planlar yapıyordu.

Özal ise Türkiye’de bu politikaları hayata geçirmek için sermaye işbirlikçiliği konusunda en optimal isimdir. MESS ve Sabancı Holding’in yöneticiliği, yerli sermaye çevreleri ile yakın ilişki, Dünya Bankası ile bağlantıları sebebiyle sermayenin güvenebileceği biridir. Bilsay Kuruç’un 12 Eylül’ün araştırılması için 16/10/2012 tarihinde toplanan ve TCMBB’de kurulan komisyon için mecliste yaptığı bir konuşmada Rahşan Ecevit’in TÜSİAD’ın 15 Mayıs 1979 yılındaki muhtırasını hazırlayanın Turgut Özal olduğunu kendisine aktardığını söylüyordu…

Gerek Türkiye’deki sınıf savaşımının doruklara ulaşması, işçi sınıfının örgütlü gücünün baskılanması ve neoliberal politikaları hayata geçirilmesinin gerektirdiği radikal adımlar aslında 1 yıl önce hazırlanan ve şartların olgunlaşmasının (olgunlaştırılmasını) beklendiği söylenen darbenin gerçekleşmesini ortaya koydu.

1980 öncesi ithal ikameci model ile içe yönelik kalkınma hedefleyen Türkiye ekonomisi, 1980 sonrası ihracata yönelik kalkınma adı altında, özelleştirmeleri ve devlet müdahalesinin minimizasyonunu merkeze koyan politikalar izlemiştir.

1979 yılında ekonomideki işsizlik, enflasyon, dış ticaretteki açıklar, ithal ikameci modelin sonucu olan döviz sorunu gibi sorunlara karşı 24 Ocak Kararları diye anılan istikrar programı dönemin başbakanı Demirel’e Özal tarafından sunuldu.

Para politikasında, Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu kaldırılarak, döviz dolaşımı ve kontrollü tutulan faiz hadleri serbestleştirildi. Yaşanan açıklar ise faiz hadlerinin yükselmesine sebep olurken spekülatörlere elverişli bir finansal piyasa oluşmuş oldu. Faizlerin yükselişi ise faaliyet dışı, reel olmayan kârların yükselmesine sebep oldu. Burjuvazi yeni bir birikim yolu kazanırken, yabancı sermaye içinde fırsat oluşmuştu.

1980 ile birlikte ihracata açılma, dış piyasalarda tutunma gücü olmadığı anlaşılınca vergilerde değişiklik yapılmasına yol açtı. İhracat için vergi alınması durumu ihracat için devletin mali destek uygulamasına dönüştürüldü. Bunun üzerine dış alıcılar hükümete baskı yapılarak vergi modelinin katma değer vergisine geçilmesinin önünü açtı. Gider vergisi yerine katma değer vergisine geçildi. Bu durumda ANAP iktidarının temel ekonomik politikası olarak ortaya koyduğu ihracata yönelik kalkınma modeli, ihracatın vergiler sebebiyle düşmesine yol açtı ve işlevsiz hale geldi. Cari açık bu sebeple artmaya başladı, cari açığı dengeleyebilmek içinse sermaye hareketlerini arttırmak adına faizler yükseldi. Yüksek faiz ile birlikte sıcak paranın ülkeye çekilmesi şeklinde ortaya konan politika günümüze kadar gelmektedir. Bu durum üretimin gerilemesini, ekonominin dışa bağımlılığının artmasını, ithalatın artmasını yani dış açığın artmasını, ekonominin montaj ve ticaret alanına yönelmesini getirdi.

1980 yılında 2 milyar dolar olan yabancı sermaye girişleri 1990 yılına gelindiğinde 8,5 milyar dolara çıktı. Yabancı sermaye girişleri kısa vadede etkili olsa da uzun dönemde getirisi ile birlikte çıkış yaptığında ekonomide yıkıcı etkiler bırakmaktadır. Bunun yanı sıra ekonominin bağımlı olmasının en temel sebeplerinden birini oluşturmaktadır.

Yine bu dönemde KİT’lerin özelleştirilmesi büyük ölçüde tamamlandı. 1980 yılında KİT’lere yapılan harcamaların bütçe giderlerindeki oranı %16,4 iken 1990 yılında %1,9 olmuştur. KİT’lerin özelleştirilmesine gerekçe olarak bu kurumların devlet güvencesi altında olması sebebiyle yolsuzlukların çok olması gösteriliyordu…

Özetleyecek olursak Özal dönemi başından sonuna kadar yerli ve yabancı sermayedarlarının kâr oranlarını arttıracak, kamu kesiminin etkisini azaltacak, halkın vergi yükünü arttıracak ve bu vergilerin sermayeye aktarılmasının önünü açacak, ülkenin ürettiği değerin, reel ücretlerin sabit tutulmasıyla, yerli ve yabancı sermayeye aktarılmasının önünü açacak politikaların hayata geçirilmesiyle sonuçlandı….

ERDOĞAN DÖNEMİ

Erdoğan’ın iktidara geldiği dönem aslında doğrudan İMF’ye Türkiye ekonomisinin teslim edildiğini dönemdir. Diğer sağ iktidarlarda da emperyalistlere belirli kurumlar ve anlaşmalar aracılığıyla ekonominin teslim edilmesinin yanı sıra bu dönem neoliberal politikaların uluslararası alanda büyük ölçüde işlerlik kazandığı, sermaye hareketlerinin büyük ölçüde önünün açıldığı, toplumsal direncin büyük ölçüde kırıldığı bir atmosferi yansıtıyordu. Bu sebeple emperyalizmle siyasi-ekonomik iş birliği ve yerli sermayenin çıkarlarının savunulması Erdoğan döneminde daha keskin bir hal alıyordu.

Yine bir kriz dönemi sonrası popülist siyasetin etkisiyle birlikte iktidara gelen AKP “sağın” ekonomi politikalarının temelini oluşturan kavramları korumaya devam ediyordu. Ecevit hükümetinden İMF anlaşması devir alan ve 2005 yılında 3 yıllık yeni bir standby anlaşması imzalayan AKP 10 milyar dolarlık bir kredi ile -bu kredinin verilmesinin zorlukları bulunsa da İMF kredi talebini “istisnai” buluyordu- ilk yıllarını garanti altına alıyordu. Bu kredinin alınması çerçevesinde neoliberal politikalar devam ettiriliyor, İMF denetiminde ise görece “serbestleşme” ilerleyen dönemlerde sağlanıyordu.

Uluslararası sermayenin yanı sıra yerli sermayenin karlarının arttırılması, (kar arttırılması derken, halkın ürettiği artı değerin ve tasarruflarının gerekli hukuki yollar sağlanarak -hibe gibi- sermayeye aktarılması) hedeflenmiş ve başarılı olmuştur.

Emperyalizmin bağımlılaştırma politikaları görece revizyona girmiş olduğu bu dönemde faiz-dışı fazla kavramı ön plana çıkmış, özerk merkez bankaları ile enflasyon hedeflemeleri ve döviz kurunda serbest dalgalanma anlayışı işletilmiştir.

Erdoğan döneminde uzunca bir süre politika faizini diğer ülkelere görece yüksek tutarak, yabancı sermaye girişlerini arttırma politikası izlemiştir.

Yap-işlet-devret modeli hala Erdoğan’ın dilinde palazlansa da bu modelin temelinde, alınan borçlar ve halkın ödediği vergi yükünün arttırılması sonucunda elde dilen kamu birikimiyle yapılan yol gibi alt yapı yatırımlarının bir dönem sonra özelleştirilmesi, halkın üreterek kazandığı paraların özel sektöre aktarılması anlamına gelmekte ve buradaki kârın sürekliliğinin sağlanması hedeflenmektedir.

Yapılan özelleştirmeler ise ilk dönemlerde bütçeye katkıda bulundu. TÜPRAŞ, TEKEL, TELEKOM ve SEKA önde gelen örneklerdir.

TKH Ekonomi Masası’nın “Yalanlar ve Gerçekler Rakamlarla Türkiye Ekonomisi” ocak 2022 raporunda AKP’nin son dönemine dair veriler ortaya konmaktadır. 2002-2008 arası bir şahlanma dönemi olarak ortaya konan politikaların sonuçları ise rapordaki veriler ışığında ortaya konmuştur.

2002-2021 yılları arasında vergi gelirleri 150 kat artmasına rağmen bütçe açığı tarihi zirvelere ulaşmıştır.

Dış ticarette Erdoğan’ın ihracatı şu kadar arttırdık diye sürekli yaptığı konuşmalar ise gerçeği yansıtmamaktadır. İhracatın artışının yanı sıra bağımlılığın artması ve üretkenliğin azalması sonucunda Cumhuriyet tarihinin en yüksek dış açığına ve borcuna ulaşılmıştır.

Enflasyon, işsizlik gibi temel göstergeler yine tarihi zirvelere ulaşmıştır. Emperyalizme ve sermayeye peşkeş, her ne kadar bazen görüntüde çatıştığı alanlar olsa da, Türkiye’de en yüksek seviyelere ulaşmış ve şuanda yaşadığımız krizin ana sebebini oluşturmuştur.

ERDOĞAN DÖNEMİ BAĞLAMINDA SONUÇ

Türkiye’de sağın ekonomi politikalarının sonuçlarının resmini çizeceksek:

EMPERYALİST KURUMLARDAN KREDİ TALEBİ,

BAĞIMLILIK ,

ENFLASYON ve HAYAT PAHALILIĞI,

İŞSİZLİK,

ÖZELLEŞTİRME,

TÜRKİYE EKONOMİSİNİ EMPERYALİST KURUMLARA TESLİM ETME,

SERMAYEYE PEŞKEŞ,

SÖMÜRÜ VE YOLSUZLUK,

ZAM,

ÜRETİMDE GERİLEME, DIŞ AÇIK,

70 CENT’E BAĞIMLI BİR EKONOMİ YARATMA,

YANDAŞ KURUMLARA HİBE, YOLSUZLUK,

GELECEKSİZLİK…

İncelediğimiz üç döneminde de sağın ekonomi politikalarında ortak bir yan taşıdığı aşikâr. Türkiye’de “sağ” hükümetlerin ve sermaye sınıfının “Ülke çıkarları ne gerektiriyorsa onu yapıyoruz.” şeklindeki yaklaşımı bir öyküden öteye gitmemektedir. Ülke çıkarlarını ABD emperyalizmi ile yakınlaşma ve özelleştirmeler ile yerli sermayeyi zenginleştirme politikası olarak görmek tam anlamıyla kapitalist-emperyalist sistemin gerekliliklerinin yerine getirilmesidir. Üç dönemde de sembol haline gelen kişilerin ortak olarak, ülke çıkarları söylemi ve devlet demokratlarının bu yöndeki yaklaşımının sonuçları aslında “ülke” kelimesinden kastın sermaye olduğunu ortaya koyuyor.

Yabancı sermayenin ülkeye girmesi, yerli sermayedarlar yaratılması -ki AKP döneminde bunun en büyük örneği 5’li çete ve yeşil sermaye olarak müteahhitler olarak karşımızda duruyor-, devletin müdahalesinin azaltılması üç dönemde de “sağın” en başa yazdığı politikadır.

Bu politikanın ise her seferinde ortaya çıkardığı sonuç aynı olmuştur ve bugünde bir benzeri karşımızda durmaktadır.

Bugün yaşadığımız durum bir tekrardan ibaret görülse bile, tarihin ilerleyişi gereği yukarıda da dediğimiz gibi özgün koşulları vardır. Kapitalist-emperyalist sistemin geldiği nokta itibariyle yaşadığı tıkanma yeni bir dönemi aralamaktadır. Yeni dönemi ise diğer dönemlerden ayıracak olan emekçilerin mücadelesidir.

 

Kaynakça

Türkiye İktisat Tarihi, Korkut Boratav

İktisat Üzerine Düşünceler, İzzettin Önder

SBB Ekonomik Göstergeler

Yalanlar ve Gerçekler Rakamlarla Türkiye Ekonomisi, TKH Ekonomi Masası

TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı, Darbe 12 Eylül

Özal Döneminin Ekonomi Politiği- Kerem Karabulut

Türkiye Ekonomisi, Kepenek, Yentürk

Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi, Yeldan Erinç