Madeleine Albright’ın ardından: Emperyalizm ve emperyalist sistem

Madeleine Albright’ın ilklerine imza attığı bu politikalar bir süre için emperyalist sistemin Soğuk Savaş sayesinde büründüğü “dostane” rekabet görüntüsünü korudu. 1990’larda küreselleşme, karşılıklı bağımlılık, tarihin sonu gibi türlü iddialarla başlayan bu siyaset neticede büyük birer ekonomiye sahip Doğu Avrupa ülkelerinin sisteme bağlanmasıyla bir sona gelmiş oldu. Bu ülkeler önce 1999 ve 2004’te NATO’ya ve daha sonra 2004 ve 2007’de Avrupa Birliği’ne üye oldular.

Bu yazı esasında geçen hafta yazılacaktı. Ancak araya giren hastalık nedeniyle ancak bu haftaya hazır olabildi. Bu açıdan kusura bakılmaması dileğiyle başlayalım.

ABD’nin ilk kadın Dışişleri Bakanı Madeleine Albright önceki hafta içerisinde 85 yaşında hayatını kaybetti. ABD Başkanı Bill Clinton’ın ilk döneminde ABD’nin Birleşmiş Milletler Büyükelçisi ve ikinci döneminde Dışişleri Bakanı olan Albright 1993’ten itibaren ABD’nin Sovyetler Birliği sonrası dış siyasetinin temellerini atan figürlerden biriydi.

Bu açıdan, Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği’ne karşı “yumuşama” döneminin mimarı Nixon ve Ford döneminin bakanı Henry Kissinger ve Sovyetler Birliği’ni çözülüşe götüren süreçte Reagan yönetiminin bakanı George Schultz ile birlikte son yarım yüzyılın en etkili dışişleri bakanlarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

*          *          *

Her ölen badem gözlü olabildiğinden Madeleine Albright için güzellemeler yapacak her türden kalemşör çıkacaktır. Kadın olduğundan, Nazilerden kaçışından, tam bakan olacakken ortaya çıkan Musevi kökenlerinden bahsedenler olacaktır. Yakasına taktığı broşlarla verdiği mesajları kıssadan hisse edecekler çıkacaktır.

Ancak biz onu, BM Büyükelçisi iken 1996 Mayıs ayında katıldığı “60 Dakika” programında Irak’a uygulanan ambargolarla ilgili “500 bin çocuğun öldüğünü duyduk. Bu Hiroşima’da ölen çocuklardan fazla. Sizce buna değdi mi?” sorusuna düşünmeden bir solukta verdiği cevap ile hatırlıyoruz.

“Bunun zor bir tercih olduğunu düşünüyorum ama buna değdiğini düşünüyoruz.”

*          *          *

Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin çözülmesinin ardından tarih 1917’ye geri sardırıldı diyebiliriz. Albright ve benzerleri Büyük Ekim Devrimi ile değişen Sykes-Picot Anlaşması gibi emperyalist bölüşüm planlarını ABD öncülüğünde güncellemeyi önlerine koydular.

Bunu yaparlarken hızlıca Doğu Avrupa’daki eski sosyalist ülkeleri hızla emperyalist sisteme bağlayarak İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’daki sonuçlarını ortadan kaldırdılar. İkinci aşaması kanlı bir şekilde Yugoslavya’nın parçalanmasıydı.

Esasında Slovenya birlikten zaten kolayca ve sessizce kopmuştu. Geçmişte bir Nazi kukla devleti olarak kurulan Hırvatistan ise Hırvatların bulunduğu her yerde Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında derin çatışmalar bırakarak kendisini oluşturdu. Bosna Hersek’in kuruluşu ise bu etnik çatışmaların zirvesinde sağlandı. Tüm bunlara itirazı olan Sırplar ise Yugoslavya’yı ayakta tutmaya çalıştıkça NATO’nun saldırılarıyla imha edilerek parçalandı.

Sovyetler Birliği’nin desteği ile emperyalist ülkelere karşı bağımsız kalmaya çalışan Birinci Dünya Savaşı’nda nüfuz alanlarına ayrılmış ancak 1950’lerden sonra bağımsızlıkçı milliyetçi hareketler sayesinde kurulan devletlere sıra geldi. Bunların Mısır gibi bazılarında iktidarlar işbirlikçi olarak kurulmuş veya öyle olmaları sağlanmışken Suriye ve Libya gibi iki aykırı örneğin üzerine çullanıldı. Libya direnemezken Suriye müttefikleri İran ve Rusya’nın da desteğiyle tekrar ayağa kalkabildi.

Emperyalizmin bir diğer saldırı kolu ise doğrudan Sovyetler Birliği’ni oluşturan ülkelere yöneldi. Rusya, doğal nüfuz alanı saydığı ve güvenlik açısından da haklı kaygılar duyduğu bu çevreleme siyasetinin ikinci aşamasına karşı etkili sayılabilecek bir direnç göstermeyi başardı.

2000’lerin başında “renkli devrimler” süreciyle başlayan müdahaleler sırasında, Orta Asya’da Kazakistan ve Kırgızistan’ın da katıldığı Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü ile Şanghay İşbirliği Örgütü ile etkin olurken, Kafkaslar açısından ise 2008’de Gürcistan’a ve 2015’de Suriye’de ABD, AB ve NATO destekli cihatçılara karşı askeri operasyonlara bir set çekebildi.

Ukrayna ise bu siyasetin Avrupa’daki koçbaşı olarak en son 2014’teki Avromaydan olayları ve Donbass’taki katliamlarla girişirken Rusya önce Kırım’ı Ukrayna’dan kopararak ve Donbass’taki Rus etnik nüfusunun bağımsızlığını destekleyerek ve en sonunda da doğrudan bir askeri müdahaleyle buna cevap verdi.

*          *          *

Madeleine Albright’ın ilklerine imza attığı bu politikalar bir süre için emperyalist sistemin Soğuk Savaş sayesinde büründüğü “dostane” rekabet görüntüsünü korudu. 1990’larda küreselleşme, karşılıklı bağımlılık, tarihin sonu gibi türlü iddialarla başlayan bu siyaset neticede büyük birer ekonomiye sahip Doğu Avrupa ülkelerinin sisteme bağlanmasıyla bir sona gelmiş oldu. Bu ülkeler önce 1999 ve 2004’te NATO’ya ve daha sonra 2004 ve 2007’de Avrupa Birliği’ne üye oldular.

Doğrudan savaşlar ile başlayan, ABD’nin maliyet itirazları ile daha çok dolaylı vekalet savaşları ve ekonomik ambargolar gibi araçlarla süregelen bu emperyalist yeniden paylaşım yayılmacılığı Dünya Savaşlarının ardından Soğuk Savaş dönemini dahi mumla aratacak ağır yıkımlara neden oldu.

Bu yıkımların arasında emperyalist tekeller yeterli karları bulamadığındaysa artık küreselleşme yerine “medeniyetler çatışması” gibi distopyaları dinlemeye başlamıştık.

*          *          *

Bugün emperyalist sistem dışarıdan değil aksine içeriden dinamiklerle aynı şekilde yürümekte zorlanıyor. Almanya ve Fransa’nın başını çektiği Avrupa Birliği ABD’nin aldığı paya itiraz ederken, ABD’de de özellikle askeri maliyetlerin paylaşılmasını istiyor.

Bakmayın liberal ve sosyal demokrat bir iktidar ile Almanya’nın ABD ile birlikte hareket eder gözüktüğüne, Amerikancı sosyal demokrat ve yeşillerin Ukrayna başlığındaki tavırlarının esasında bu sürtüşme dinamiğinin yavaş ilerleyen ama aşındırıcı sonuçlarını görece hızlandıran bir yanı bulunuyor. Örneğin Almanya’nın askeri harcamalarını arttırması son tahlilde ABD ile askeri olarak karşı karşıya gelmesini daha olanaklı kılacaktır.

ABD, AB ve NATO’nun planlarının devamı bugüne kadar olduğu gibi kanlı savaşlar, ağır ekonomik yıkım dışında bir vaat sunmuyor. Her direnenin payını aldığı bir dünyadayız. Artık ve henüz bir dünya sosyalist sistemine sahip değiliz.

*          *          *

Savaş elbette hiç kimseyi mutlu edebilecek, olağanlaştırılabilecek bir durum değil. Ancak siyaset de bu duygular üzerine yapılamıyor.

Dolayısıyla karşınızda 500 bin çocuğun katledilmesini “uygun bir maliyet” olarak sayan emperyalizm varken başka tarafları bunlarla eşitlemek için fazla aceleci olmamak gerek. Üstelik işin içinde hala emperyalizmin planları ve yayılmacılığı varsa.

Emperyalist sistemin son 30 yıllık politikalarını etkili bir biçimde şekillendiren Madeleine Albright’ın ardından artık bu politikaların yürütülemediği bir dünya için feleğin tekerine sokulan çomakları arttırmak üzere…