“Kürt açılımı”nın öyküsü: Bir sonraki istasyon neresi?

“Kürt açılımı”nın öyküsü: Bir sonraki istasyon neresi?

01-09-2022 12:33

Sürecin içinde yer alan özneler açısından “Kürt sorununa çözüm”ün sermaye düzeni içerisinde ele alınması ve emperyalizmin müdahalelerine açık bir şekilde gerçekleşmesi başat faktör olmuştur. O yüzden bunların hepsi başarısızlığa uğramıştır.

Neşe Deniz Babacan

AKP iktidarı döneminde Kürt meselesinde ortaya konulan açılım ya da “çözüm süreci”nin günümüzde yerinde yeller estiği herkesin malumu. Konunun AKP iktidarı, tüm kanatları ile Kürt siyaseti, sermaye devleti, liberaller ve emperyalizm gibi birden fazla muhatabı, bileşeni mevcuttur.

Bu anlamıyla, AKP’li yıllarda yaşanan gelişmelere geriye dönük göz atmak önem taşıyor. 2000’li yıllarda İmralı’da başlayan süreç, Oslo’dan geçti, Habur’a uğradı, Irak’taki gelişmelerle her zaman iç içe oldu, Eşme ruhu adı altında kimlik kazandırılmaya çalışıldı, akil insanlarla liberal propagandaya alan açıldı, HDP ile siyasallaştırıldı, Suriye gündemi ile yeni bir boyut kazandı, 2015’teki Dolmabahçe mutabakatı ile kapanışı yaşadı. Ancak ne olursa olsun sürecin içinde yer alan özneler açısından “Kürt sorununa çözüm”ün sermaye düzeni içerisinde ele alınması ve emperyalizmin müdahalelerine açık bir şekilde gerçekleşmesi başat faktör olmuştur. O yüzden bunların hepsi başarısızlığa uğramıştır.

Tek tek olguları değerlendirmek elbette mümkün ancak sürecin bütününe bakmak için öznelerin son yirmi yıllık pozisyonlarının arka planını değerlendirerek başlayabiliriz.
AKP iktidarı ve sermaye devleti: Emperyalizmin desteği ve Türkiye burjuvazisinin onayı ile iktidara gelen AKP açısından açılım, iç ve dış dinamikler bağlamında pragmatik olarak ele alınmıştır. Buradaki önemli olan birkaç parametreyi ifade etmek gerekirse şunları ifade etmek gerekir:
– Emperyalizme bağımlılık
– Sermaye düzenine biat
– Belli bir zaman tarihe kadar FETÖ ve liberaller ile kurulu olan ittifak
– Kürt sorununda siyasi çözümün, iç politikada “asgari demokrasi” (Kürtlere demokratik hakların verilmesi), özellikle AB ile ilişkiler bağlamında ise “azami demokrasi” (Terörle mücadele yasasının kaldırılması, AB yerel yönetimler özerklik şartı gibi başlıkların gündeme alınması) gibi çift yönlü bir düzlemde ele alınması
– Sünni kimliği üzerinden propaganda edilen din birliği
– Kürt meselesinde askeri çözüm ile Kürt hareketinin tasfiyesinin sonuçsuz kalması üzerine “siyasi çözüm” ve açılım süreçlerinin gündeme getirilmesi.
– 1999 yılında Abdullah Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye getirilmiş olması.
– AKP iktidarının, 1923 Cumhuriyeti’ni yıkma ve İkinci Cumhuriyet’I kurma konusundaki rolü, bunun Kürt açılımındaki etkisi.
Abdullah Öcalan ve Kürt siyasi hareketi açısından açılım süreçleri ile ilgili parametreler ise şunlardır:
– Gerilla mücadelesi ile devlet kurulmasının mümkün olmadığına dair teorik, pratik çıkarımlar.
– Bunun sonucu olarak merkeze anayasal statü talebinin yerleştirilmesi.
– Abdullah Öcalan’ın cezaevinde olmasına rağmen kısa sürede örgütün liderliğini ele almış olması. Bununla birlikte hareketin Avrupa kanadı ve Kandil’in varlığını koruması ve legal Kürt partisinin iç siyasette giderek önem kazanması.
– Kürt siyasetinde 1990’larda başlayan liberalleşme sürecinin 2000’li yıllarda liberaller ile güçlü bir alışveriş içerisine girerek, günümüzde ise ittifak karakteri kazanmış olması.
– Kürt siyasi hareketinin 1923 Cumhuriyeti ve Kemalizm konusundaki negatif pozisyonu ve AKP iktidarı ile yürütülen açılım süreçlerinin arka planında İkinci Cumhriyet’in kuruluş dinamiklerinin işlemesi.
– Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrasında ulusal hareketlerin adım adım emperyalizmin yörüngesine girmesi.

Bunlarla birlikte 2003 yılında Irak’ın ABD tarafından işgali sonrasında 2005 yılında Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) yani Barzani iktidarının kurulması ve 2011 sonrasında Suriye’de yaşananları yukarıda ifade ettiğimiz başlıkların arkasında yer alan iki önemli tarihsel kesit olarak ele almak gerekmektedir.

AÇILIMIN BİRİNCİ PERDESİ: DEMOKRATİK CUMHURİYET TEZİ

Abdullah Öcalan tarafından 2000’lerin başından itibaren ortaya atılan bu tez AKP’nin iktidara gelişi ile birlikte açılım süreçleri açısından anlam kazanmıştır. İşin bir tarafında demokratlık iddiasında olan bir iktidar, diğer tarafında ise statü talebini koyan Kürt hareketi bulunmaktadır. Açılımın zemini olaraksa “vesayet altında inim inim inleyen ve demokrasiden nasibini almamış bir ülke”nin gündeme getirilmesi iki taraf açısından da optimum bir düzlem oluşturmuştur denilebilir. (Burada bir not olarak Irak ve Suriye örneklerini ele almakta fayda var. Kürt sorunu ve statü kazanımı bağlamında ABD’nin Irak işgali Barzani tarafından desteklenmiş, PKK tarafından ise konuya sessiz kalınmıştır ve ABD’nin “işgal demokrasisi”nden beklentiye girilmiştir. Suriye’de ise Kürt siyasi hareketi doğrudan ABD ile işbirliği yaparak Suriye’nin bölünme dinamikleri üzerinde özerklik ve statü arayışına girmiştir. Irak ve Suriye’nin her ikisinin de emperyalist merkezler ve liberalizm tarafından “vesayet altında inim inim inleyen ve demokrasiden nasibini almamış ülkeler” olarak değerlendirildiğini de bu noktada hatırlatmak büyük önem taşıyor)

Sürece liberallerin dahli ise bu açıdan kaçınılmazdır. Bunun pratik örneklerini ise 2007 seçimlerinde Kürt siyasi hareketinin liberaller ile yapılan ittifakla “Bin Umut Adayları”nı çıkarmasında, Ergenekon operasyonlarına Kürt hareketinin kimi zaman açık, kimi zaman üstü örtülü olarak destek vermesinde, demokrasi sorununun Kürt sorununa endeksi halde ele alınmasında görebiliriz.

Özellikle 2007’ye kadar olan dönem AKP iktidarı açısından Avrupa Birlikçiliğin zirve yaptığı ve bununla ilintili olarak Kürt sorunu ve açılım meselelerinin merkeze alındığı bir dönem olarak gerçekleşmiştir denilebilir. Bunun karşılığında Kürt siyasi hareketi de sürecin “uyumlu bir bileşeni” olacağına dair yeşil ışık yakmıştır. Pratikte yaşanan sorunlar, uzlaşma dönemlerini takip eden çatışmalı süreçler ise işin doğası gereği yaşanmıştır. Bir önceki satırlarda yazanlar ile bu durum arasında ise çelişki bulunmamaktadır Kapitalist sistem içerisinde ve emperyalizmin belirleyiciliğinin yüksek düzeyde olduğu bir coğrafyada böylesi bir açılımdan ancak bu kadarı çıkmıştır.

AÇILIMIN İKİNCİ PERDESİ: OSLO’DAN HABUR’A SEKEN AÇILIM VE 2011 DÖNEMECİ

PKK’nin lider kadrosunda yer alan Mustafa Karasu’ya göre Oslo görüşmelerinin ilki 2008 yılı Eylül ayında yapılıyor. 2011 yaz aylarına kadar devam eden süreç arada 2009 yılında Habur’da yaşananlar ile sekteye uğrasa da bir düzeyde devam etmiştir. Oslo görüşmelerinde PKK temsilcileri, MİT görevlileri, mektuplar ve yazışmalar aracılığı ile Abdullah Öcalan ve üçüncü ülke temsilcileri de bulunuyor. Bu üçüncü ülke temsilcilerinin varlığının, emperyalist ülkelerin sürece açık bir şekilde dahil olduğunu gösterdiğini bu noktada not etmek önem taşımaktadır. Hatırlatmak gerekirse sonrasında, 2011 Eylül ayında Oslo görüşmeleri basına sızıyor, açılım süreci boyut değiştiriyor ve 2012 yılının ilk aylarında Hakan Fidan’ın üzerinden MİT krizi yaşanıyor.

Oslo görüşmelerinin öncesindeki tarihsel kesitte Kuzey Irak’ta IKBY’nin kurulması ile birlikte Kürt hareketinin daha fazla inisiyatif alma çabasını, bununla birlikte Demokratik Konfederalizm ve Demokratik Özerklik açılımlarını gündeme getirdiğini görmekteyiz. AKP iktidarı ise benzeri şekilde Kuzey Irak’a açılmak ve burada pozisyon almak, emperyalizme verdiği sözleri tutmak ve İkinci Cumhuriyet’e geçiş adımlarının atıldığı bir dönemde Kürt siyasetini bu sürece dahil etmek için açılım adımlarını sıklaştırmıştır.

Bu bağlamda 2010 referandumu dönemi büyük bir test anlamına gelmiştir. O dönem Selahattin Demirtaş’ın başkanlığını yaptığı Barış ve Demokrasi Partisi (BDP)’nin boykot çizgisi 2010 referandumundaki Anayasal değişiklikler içerisinde Kürt sorununa dair vurgular bulundurulmamasına dayandırılmıştı. AKP iktidarının, FETÖ ve liberaller ile birlikte örgütlediği bu referandum süreci bilindiği üzere “Vesayet ile hesaplaşma”, “asker zümresine karşı halk egemenliğinin sağlanması” gibi başlıklar üzerinden propaganda ediliyordu. Kürt siyasi hareketinin, kabalaştırarak ifade ettiğimiz bu yönelimlerde AKP’den pek farklılaşmadığını biliyoruz.
Ergenekon operasyonları ile zemin hazırlanan referandumun, HSYK’ya dönük değişikliğin ve devlet içerisindeki dönüşümün önemli halkalarından birisi olduğu açıktı. Boykot politikası AKP iktidarına bir karşı çıkış anlamına gelmiyordu. 2010 referandumundaki BDP’nin boykot politikasının AKP iktidarının işine geldiğini ve hatta “Evet”e hizmet ettiğini söylemek doğru olacaktır.

Bu tanımı geliştirmemizi sağlayan şey ise sadece matematiksel veriler ya da istatistiksel anlamda analiz edilen seçim sonuçları değil elbette. Referandumdan bir yıl sonra ortaya çıktığı üzere 2010 yılı hâlâ gizli Oslo görüşmelerinin yürütüldüğü bir döneme denk düşüyor ve Kürt hareketi ihtiyatı elden bırakmıyor. Dolayısıyla referandumda AKP, FETÖ ve liberallerin tezgahının bozulmaması adına gericiliğe, işbirlikçiliğe ve sömürüye kapılarını sonuna kadar açan bir rejime dışarıdan da olsa onay verildiğini unutmamak gerekiyor.

AÇILIMIN ÜÇÜNCÜ PERDESİ: EŞME RUHUNDAN DOLMABAHÇE MUTABAKATINA

2011 sonrasında bu sefer Suriye’de yaşanan gelişmeler, AKP iktidarının Kürt açılımını etkileyen bir durum yaratmıştır. Oslo görüşmelerinin sızması ve MİT krizi üzerinden FETÖ ile gerilim yaşayan AKP iktidarı Kürt açılımını bu sefer Türkiye’nin içinde halletmeye çalışan bir pozisyon içerisine girmiştir. Ancak bununla beraber Suriye’ye dönük emperyalist müdahale Kürt sorununu doğrudan belirleyen bir karakter kazanmıştır.
Bu noktada, 2011 seçimleri sonrasında AKP iktidarı ve sermaye düzeni açısından İkinci Cumhuriyet’e geçişin önündeki engellerin kalktığı bir döneme girildiği açıktır. Bu durum Kürt meselesine müdahale konusunda eli daha da güçlenen AKP iktidarına, Kürt emekçilerinin liberal, piyasacı düzene eklemlenmesi ve Kürt kimliğinin bu yönde bir dönüşüme tabi tutulması gibi görevlerini yerine getirmek için olanaklar sunmuştur. 2012 sonrasında, 2015 yılı Şubat ayında ortaya çıkan Dolmabahçe mutabakatına kadar devam eden açılım sürecinin özü “Kürtlerin İkinci Cumhuriyet’e eklemlenmesi”dir. Bunun pratik sonucu ise açılım sürecinde Abdullah Öcalan tarafından PKK’nin tasfiyesinin gündeme getirilmesi, Türkiyelileşme sloganı altında HDP’nin açılım sürecinin partisi olarak Selahattin Demirtaş önderliğinde kurulmasıdır.

Son “çözüm süreci”nin kodlarından bir tanesinin Eşme ruhu olarak lanse edilmesi ve PYD lideri Salih Müslim’in Ankara’da ağırlanması işin Suriye’deki boyutuna işaret edilmesi anlamında önem taşır. Diğer taraftan HDP’nin o dönem üstlendiği rol gerek açılımın ülke içerisinde propaganda edilmesi açısından gerekse ulusal bir hareketin legal partisinin tam boy liberal bir karakter kazanmasının yolu olarak gündeme gelmiştir. Sonraki evrede, HDP’nin liberalizm ile Kürt ulusalcılığının sentezinin ana yatağı olması bu açıdan şaşırtıcı olmamıştır.
Bu noktada iki önemli olgunun altını çizmek gerekmektedir. Bunlardan birincisi Kürt hareketinin Gezi direnişi konusundaki tutumudur. AKP iktidarına karşı ortaya çıkan büyük halk direnişine Kürt hareketi “çözüm sürecine” zarar gelmemesi için mesafeli kalmış ve direnişin içerisindeki “darbeci unsurları” tespit etmekle meşgul olmuştur. Bu durum 2010 dönemecindeki pozisyona paralel olarak değerlendirilebilir.

İkinci olgu ise “çözüm süreci”nin Suriye’deki gelişmeler vesilesiyle sona ermesidir. 2014 sonrasında ABD’nin Suriye’de cihatçı örgütler ile olan işbirliğini geri plana atarak doğrudan Kürt siyaseti ile işbirliğine girmesi, Türkiye’de sermaye devleti ve dolayısıyla iktidardaki pozisyonu zorlanmaya başlayan AKP açısından ters bir durum yaratmıştır. Dolayısıyla, AKP ittifaklar politikasında revizyona giderek açılım süreçlerini sonlandırmış, Kürt siyasi hareketi de Suriye’deki “kazanımlarını” özerklik ilanları ve kent savaşı ile Türkiye’ye taşımaya çalışmak gibi bir yola girmiştir. Hepsinin bileşkesinde ise kapitalist Türkiye’de Kürt sorununa çözüm çıkmayacağı bir kere daha tescillenmiştir. Önce “Hasretle beklediğim bir çağrıdır” yorumu yaptığı Dolmabahçe mutabakatını sonrasında reddeden ve açılım sürecini bitiren Tayyip Erdoğan’ın süreci içine soktuğu hal ironik bir durumda ziyade, İkinci Cumhuriyet’te Kürt sorununun geleceğine dair bir dizi başlığı barındırması açısından anlamlı görülmelidir. Örnek vermek gerekirse, PKK’nin silahlı mücadelesinin sona ermesi kadar AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı önümüzdeki süreçte de gündeme gelme ihtimali taşıyacaktır. AKP iktidarının temsilcileri ve HDP temsilcileri arasında 28 Şubat 2015 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda hazırlanan ancak devamı gemeyen mutabakatta öne çıkan başlıklar şöyledir: PKK’nin dağdan inmesi, genel af, AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı çerçevesinde demokratik özerklik, vatandaşlık yerine eşit yurttaşlık, bölgesel kalkınma, iç güvenlik yasasının yeniden ele alınması, anadilde kamu hizmeti, Kürt kimliğinin anayasal güvence altına alınması, yeni anayasa. Bu tartışmalardan çıkan temel sonuç, Kürt siyasetinde Demokratik Cumhuriyet tezinin bir kere daha güncellenmesi ve anayasal statü talebinin ortaya konulması olmuştur. Bunların paralelinde Abdullah Öcalan’ın hapis koşullarının gevşetilmesi ya da ev hapsinin gündeme gelmesi de sürecin arka planında işleyen dinamiklerden bir tanesidir. Ancak, bilindiği üzere bunları hiçbirisi hayata geçmemiş durumdadır.

YENİ REJİMİN YERLEŞMESİ VE KÜRT SORUNU

AKP iktidarının ve açılım süreçlerinin son tahlilde Kürt siyasetinin adım adım İkinci Cumhıriyet’e eklemlenmesi anlamına geldiğini açıklamaya çalıştık. Bu konuda oldukça yol alınmıştır. Artık, verili haliyle Kürt siyasi hareketinin geleceği İkinci Cumhuriyet’in bağımlı değişkeni haline gelmiş durumdadır. Sermaye devletinin gelecekte atması muhtemel adımları da bu durum belirleyecektir. Başta HDP olmak üzere Kürt siyasetinin bugün AKP iktidarına karşı olması ile yukarıda bahsettiğimiz durum arasında ise bir çelişki bulunmuyor. Bunun için HDP’nin verili pozisyonuna bakmak yeterli görünmektedir. HDP bugün İkinci Cumhuriyet’i ortadan kaldırmayı hedefleyen devrimci bir çizgiden ziyade Millet İttifakı ve liberallerden oluşan restorasyoncu koalisyonun bir parçası pozisyonda yer almaktadır. Kürt siyasi hareketi İkinci Cumhuriyet rejiminin bağımlı değişkeni olabilir ancak bunların hepsinin üzerinde tarihsel bir olgu olan Kürt sorunu ve Kürt emekçilerinin kurtuluşu Türkiye’de sınıf temelli sosyalizm mücadelesinin bağımlı değişkeni olmaya adaydır ve gelecekte bunun başarılması muhtemeldir.