Kurdun Günü: İnsan insanın kurdu (mu) dur?*

Film, günümüzde tedirginliğini duyduğumuz yakın gelecekteki olasılıklara işaret etmesiyle dikkat çekiyor. Haneke’nin uyarısıysa, her filminde çattığı burjuva sınıfınadır.

Kurdun Günü: İnsan insanın kurdu (mu) dur?*

Tülin Tankut

Avustuyalı film yönetmeni Michael Haneke, kendi deyişiyle “kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği” filmler yapmıştır. Bunlardan biri de, 2003 Fransız yapımı “Le Temps  Du Loup ” Kurdun Günü’dür. Film, sinema çevrelerince post apokaliptik – kıyamet sonrası- dram olarak nitelendirilse de politik açıdan hâlâ güncelliğini koruduğundan daha geniş bir bakış açısından değerlendirilmeyi hak ediyor, kanımca.

Belirsiz bir zamanda ve yerde küresel bir felaket yaşanmaktadır. İki çocuklu, kentli bir aile, arabalarıyla yazlıklarına giderler. Ancak evden içeri girdiklerinde tüfeğini onlara doğrultmuş bir adamla karşılaşırlar. Adam göçmendir, eşi ve iki çocuğuyla evi işgal etmişlerdir.  Ev sahibi George, “burası özel mülk” dese de ailesini korumak için her şeyi göze almış olan silahlı adama sözünü dinletemez.  Pazarlık yapmaya kalkar; adam tüfeğini ona doğrultur, bunun üzerine George, dokuz- on yaşlarındaki oğlu Ben’e ve yeni yetme kızı Eva’ya dışarı çıkmalarını söyler.  Göçmen, akabinde gözünü kırpmadan George’u öldürür. George’un eşi Anne’e, ölüyü de alıp gitmelerini emreder.

Anne; çocukları, pek az erzak, bir çanta ve bisikletle ayrılır yazlıktan.  Tanıdığı bir yetkilinin kapısını çalar, durumu anlatır, kocasının gömülmesi gerekmektedir, yardım ister.  Ama adam, “olanları bilmiyor musunuz, kentten neden ayrıldınız, geri dönün” diyerek kadını başından savar. Anne ‘in yazlıktaki komşularını araması da işe yaramaz. Herkes kendi derdine düşmüştür.

Babasız kalan aile bir bilinmeze doğru gitmektedir. Yol boyunca ateşler yanmakta, sığırlar harlı ateşte kavrulmakta, her yerde felaketin izlerine rastlanmaktadır. İlk gün, yanlarındaki konserve ve kolalarla idare ederler. Anne, barınacak bir yer ve yiyecek aramaya çıkar, çocukları ahır gibi kapalı bir barınağa bırakır. İki kardeş yerleşirken Ben’in muhabbet kuşu kafesinden kaçar.  Özgür uçuşlarına başlar. Ben onu yakalamaya uğraşır; beceremeyince burnu kanar. Eva küçük annedir adeta; hemen onu sırtüstü yatırır, burnuna tampon yapar. Sonra kuşu yakalayıp kardeşine uzatır.  Kuş uçmak için çırpınırken Ben onu montunun içine saklar.

Yola devam ederlerken ıssız bir yerde gördükleri boş bir eve sığınırlar. Ben, ölen kuşuna bahçede mezar yapar. Gece sabaha karşı Eva, Ben’in kaybolduğunu fark eder. Annesini uyandırır, çakmakla çalı çırpıdan meşale yaparak birlikte çocuğu ararlar. Epey aradıktan sonra Ben, çobana benzer on beş- onaltı yaşlarında bir gençle döner. Yorgun ve üşümüştür. Nereden geldiğini söylemez. Kimseyle konuşmaz. Yabancı çocuk da kendini tanıtma ihtiyacı duymaz. (O ortamda zaten kimlik bir şey ifade etmez) Çocuğun dediğine göre güneyde, trenin durduğu bir istasyon vardır; trene binmek için rüşvet verilmektedir.

Aileye yabancı çocuk da katılır. Yolda manzara ürkütücüdür: Susuzluktan ölmüş, kaskatı kesilmiş hayvan ölüleri, çorak arazi… Treni durdurmak için peşinden koşarlar ama tren yoluna devam eder. Çocuk, onları tren garına götürür. İçeride birileri oturmaktadır. Anne, iletişim kurmak için genç bir adama sigara ikram eder.  Adam onun dilini bilmez, göçmendir, kadın işaretle treni sorar, garda durup durmayacağını öğrenmeye çalışır. Derken birileri daha gelir. Başlarında gardaki  asayişi sağlayan , kendini lider ilan etmiş Koslowski  adında, silahlı bir adam ve onun haydut  çetesi  vardır .

Küresel felaket insanları bulundukları yerden kaçmaya zorlamaktadır. Koslowski, “treni durdurmak için tren yolunu bloke etmeliyiz” der. “Bedava değil tabii, eğer buradan gitmek istiyorsunuz” diye ekler. Bir kadın ona verdiği rüşvetin işe yaramadığından yakınır. Kavga çıkarır. Bir adam pille çalıştırdığı cep telefonuyla, üst düzey yetkilileri arar. Gelen yanıt: Kuzeyde stoklar kontrol altında. Suya ve toprağa zehirli atıkların karışması yüzünden tarım durmuş.  Küçük ve büyükbaş hayvanlar telef olmakta.  Kirlilik yüzünden hayvan ölümleri artmakta.  Enerji tasarrufu için genel bilgiler… Stoklar bitmiş, personel eksikliği nedeniyle iptal edilen işler…

Sinirler iyice gerilmiştir. Kavgacı kadın hırsından, dua etmekte olan kadını paylar: Kes şunu, dayanamıyorum!

Ama akabinde özür diler. Sinirlerini bozan Koslowski’dir. “Belki de hiç gelemeyecek tren” diye bağırır, adama. “Belki de Güneyde barikat kurmuşlardır” diye alaylı yanıt verir adam, uzun süredir treni bekleyen kadını çileden çıkarır.

Kaos, panik, ölüm kalım mücadelesi…Hayatta kalmanın giderek zorlaşması…yaşamın ne kadar değersizleşebileceği, ancak varlıklı olanın hayatta kalma şansının olabileceği gözler önüne serilmiştir. Herkes birbirine nerelisin, kentli misin, bizim gruptan mısın gibi liberal kimlik anlayışını çağrıştıran sorular sorar.  Aslında amaç, birbirlerinin ellerindeki mal varlığını öğrenmektir. Paranın yerini   takas (değiş – tokuş) almıştır.  Çakmak, çakı, pil, revaçtadır. Saat gözden düşmüştür. “Time is Money” (Vakit nakittir) dönemi kapanmıştır.  Hasta çocuğu için su arayan kadının bedeni de değiş- tokuş kapsamındadır. Kentli bir kadın, Koslowski ‘den cinsel hizmet karşılığında mal tedarikinin mümkün olduğunu ima eder Anne’a. Kentliliğiyle övünen bu kadının   hurafelere inanmasıysa Anne’i şaşırtır. Koslowski’nin “Just” olduğunu düşünüyorum, der kadın. Dünya var olduğundan beri otuz altı tane “Just’” ün insanları koruduğunu söyler.

Toplumsal denetim kalktığından insanların bencil duyguları açığa çıkmıştır. Öyle ki köyden husumetliler bu ortamda bile kavgaya tutuşurlar.  Toplumun çizdiği ahlaki kurallar çiğnenmektedir.   İnsani duygularını kaybetmeyen yalnızca Eva’dır. Rahatlamak için yanıt gelmeyeceğini bile bile ölmüş babasına mektup yazar, mülteci kampı gibi bir yerde yaşamanın maddi- manevi sıkıntılarını anlatır.

Anne mücevherlerini satar. Eva karşılığında aldıkları yiyecekten birazını, Koslowski’nin hırsızlıkla suçlayıp gardan kovduğu yabancı çocuğa götürür. Çocuk, besleyip büyüttüğü köpeğin elini ısırmasının (nankörlüğünün) yarattığı düş kırıklığı içindedir. Eva’nın gösterdiği yakınlığa karşılık vermez.

Geceleri balık istifi gibi garda, yerde yatılır. Ahlak öylesine sukût etmiştir ki bazı çiftler, çoluk çocuğun gözü önünde cinsellik yaşamaktan çekinmezler. Gencecik bir kız tecavüze uğradıktan sonra kendini öldürmüştür. Ölürken de böyle bir dünyada yaşamak istemediğini haykırmıştır.  Çevre karanlık olduğundan fail belli değildir. Anne, kocasını öldüren göçmene rastlar garda. Bağıra çağıra adama katil olduğunu söyler, ama kim kime dum duma, adam inkâr eder. Koslowski kavganın üstüne gelir, Anne’in derdini dinler, “Elimden bir şey gelmez ki, hem herkesle ilgilenemem ki” diye geçiştirir. Adamlarından biri, “Öldürdüğüne dair kanıt yok” diye atılır. Koslowski , politikacı gibi sureti haktan görünüp son sözünü söyler: “Ben yargıç değilim, hüküm veremem.” Çevresine toplanmış olan kalabalık da ona inanmıştır.

Güçlülerle güçsüzler karşı karşıya kalınca güçsüzün payına tabii olmak düşer. Gardakilerin   içinden muhalif çıkmaz. En ufak dayanışma kıpırdanmaları bile Kolowski ve çetenin zorbalığıyla engellenir. (Hak arayacak bir merci yok. Kitle iletişim araçları çalışmaz. Linç olayları, yağmalamalar, tecavüz…Dayanışma nasıl olsun ki?)

Gök gürültüsüyle başlayan sağnak halindeki yağmur, kuraklıktan sonra herkese iyi gelmiştir. Taslarda su toplanır. Koslowski , yağmur suyunun depoda toplandığı  haberini verir. “Gidin, yararlanır, dedikten sonra zevzekliğe başlar: “Su tüccarlarının atları çok su içiyordu, üç tanesini öldürdük; akşam yemeğinde et yiyeceksiniz.” Anne, treni sorar adama. Ama o “ne treni “deyip ilgilenmez kadınla.  Ben, vagonlardan birinin altına sığınmıştır. Yağmur durunca gar binasına gelir. O sırada yaşlı, kaba saba bir adam ilgi çekmek için efsaneler anlatmaktadır. Kötülük dolu dünyayı rayına oturtmak için kendilerini kurban eden insanlardan söz eder. Çıplak olarak ateşin içine girip yanıyorlarmış. Bunlardan epey varmış; bulundukları kentleri

tek tek sayar; “köy meydanında kendi gözlerimle gördüm” diyerek devam eder. Bunlar otuz altı kişiymiş.” Dünyadaki otuz altı adil adam” olarak anılmaktadırlar. “Ateş çocukları “gibi hurafeler…Bunların günümüzde halkı kandırmak için uydurulmuş komplo teorilerinden farkı yoktur.  Biri, “kes şunu” diyerek adamı susturur. Bir “Just”tür gidiyordur; kentlisinden köylüsüne…Haneke, belki de kültürel yozlaşmaya tepki olarak sanatı yüceltir.  Eva, pille çalıştırdığı el radyosundan klasik müzik dinleyen genç bir adamın yanına gider, radyoyu açmasını rica eder.  Müzikle yaşadığını hissetmektedir genç kız. Haneke’nin, sanata ve sanat eğitimine ne kadar değer verdiği şu sözünden bellidir: “Her şey yok olsa da sanat kalır”

Treni durdurmak için rayların üzerinde ateş yakılır. Ben, çalı çırpıyla ateşi canlandırır. Sonra çırılçıplak soyunur. Yaşlı köylünün anlattıklarından etkilenerek kendini insanlığın kurtarıcısı olarak ateşe atacağı sırada, uzaktan bir adam onu görür, koşarak yanına gider, kucaklayıp ateşten uzaklaştırır. Çocuk debelenerek karşı koymaya çalışır. Burnu kanamaktadır. Adam onu sakinleştirir, hurafelerin çocuğun zihnini ele geçirmesini engellemek için öğüt verir: “O aptal kafayı üşütmüş. Her duyduğuna inanmayacaksın. Bunu yapmaya (ateşe atlamaya) hazırdın. Önemli olan bu. “Bir yetişkin olarak çocuğu avutması onun görevi olmakla birlikte sözü, “ama yarın buraya spor arabalı birileri gelecek, her şey düzelecek” diye sürdürmesi, aklının hâlâ eski düzende olduğunu göstermektedir.

Film kırsalda, hareket halinde bir trenle biter. Trenin Batı uygarlığının geri geleceği umudunu simgelediği; ya da tam tersi, yok oluşa doğru gittiği söylenebilir mi? Filmde felaketin nedenleri üzerinde durulmaz. Ancak, felaket öncesi düzenin (küresel kapitalizm) sınıfsal karakterini belli eden örnekler çoktur. Özellikle değiş- tokuş sırasında toplumsal eşitsizliklerin izleri açıkça görülür. Öte yandan refah toplumunun çöküşünde laiklikten uzaklaşmanın altı defalarca çizilir. Duayla rahatlamaya çalışanların duyguları anlaşılabilir ama tıpkı günümüzde olduğu gibi, halkı kandırmak için uydurulmuş komple teorilerine benzer biçimde, gücünü militarizmden ve dinsel dogmalardan alan hurafelerin kentte bile yaygınlaşması, Ben’in kulağının hurafelerle doldurulması; dahası yumuşak başlı, duyarlı yeni yetme Eva’nın burjuva hümanizminin dinsel öğelerle beslenmiş olması  v.b. örnekler sayılabilir. Hıristiyanlığın iyilik anlayışı, adalet için açları doyurmaktır. Eva da her vesileyle buna uyar; yabancı çocuğa keçilere dokunmaması için uyarır, kıt olan suyun, bebeklere süt vermeleri için üç tane keçiye ayrıldığını söyler.  Fedakârlık abidesidir adeta. (Gönüllü kölelik mi demeli?) Olaylar karşısında isyan etmez. Ölmüş babasına mektup yazmış olması da bir yana, yabancı çocuğa dostluk eli uzatırken “bana yardım edebilirsin” demesi daha önce, kimseyi umursamadığını itiraf eden çocuğun bu beyanını bile bile onun üstüne düşmesi, Eva’nın hayata tutunabilmek için birinin kanatları altında korunma ihtiyacı duyduğuna – babasız kaldı- işaret eder. Ancak, zamanın ve mekanın belirsiz olduğu (kıyamet sonrası)  bu tür   filmlerin  karakterleri üzerine yapılan yorumlarda elbette ki yanılgı payı olabilecektir. Burada da Eva karakteri, tekilliği içinde çizildiğinden tarihsel birey özelliği taşımamaktadır.

İlişkilerde, kentlinin taşradakine bakışı; taşradakinin kentliye güvensizliği, Batılının göçmeni hor görmesi (Kolowski, yabancı çocuğu hırsızlıkla suçlar) kadınlara değer verilmemesi gibi örnekler de eski düzenin önyargılı bakış açısını ortaya koyar. Film boyunca, o kıtlık ortamında izleyicinin gözüne sokarcasına sık sık teneke kola kutularının gösterilmesi de manidardır.  Kısacası, dünyayı talan ederek yaşanmaz hale getirenlerden geriye, trene binemeyen eski düzenin potansiyel kurbanları ve silahlı çetelerle açlık, susuzluk, şiddet ve anarşi kalmıştır. Filmin, Rusya Fedarasyonu’nun kuruluşundan sonra çekildiği göz önüne alınırsa, Kolowski isminin, o  dönemde yaşanan kaosu hatırlatmak için  seçildiği düşünülebilir. Aynı şekilde, bir zamanlar, siyasetin dilinde varsıl kuzey, yoksul güney kıyaslaması yapılırdı, trenlerin yönü aracılığıyla bu tarihsel gerçek de filme taşınmış oluyor.

Film, günümüzde tedirginliğini duyduğumuz yakın gelecekteki olasılıklara işaret etmesiyle dikkat çekiyor. Haneke’nin uyarısıysa, her filminde çattığı burjuva sınıfınadır. (Bu felaketi de kendileri yaratmıştır) Öte yandan “Yurttaşlık” hakkının kalmadığı o kaos ortamında toplumsal kurtuluş için   köylü, işçi, emekçi, aydın v.b. kesimlerden etkili bir muhalefetin çıkması beklenebilir miydi? Teknoloji, ekonomi durmuş; eğitim, sağlık, güvenlik, iletişim v.b. sistemleri çökmüş, yaşam durma noktasına gelmiş. Peki, ya  trene binme ayrıcalığı olanlardan , çaptan düşmüş eski düzeni  ayağa kaldırmaları  beklenebilir mi?

Belirsizlik ortamı filmin sonunda da değişmez. Trenin alacakaranlıkta, sömürüden biraz olsun kurtulmuş kırsalda yol alması, geleceğin belirsizliğini ima eder. Dünyanın hali bugün de budur. Avrupa’da enflasyon yüzde 10’ a ulaşmış. Gelir dağılımındaki anormal eşitsizlikler, işsizlik v.b. ekonomik sorunlar, seçimlerde aşırı sağ partileri güçlendirmiş. Doğal gaz fiyatlarının kışın artacağı ön görülüyor. Almanya’da şimdiden elektrik kesintisi yapılıyor, duş süresinin kısaltılması v.b. önlemler alınıyor. Su, yaşamsal önemini hissettiriyor.  Fiyat artışlarına karşı halk tasarrufa zorlanıyor. Küresel ısınma yüzünden 2050 yılında 150- 300 milyon insanın göç etmek zorunda kalacağı (2018 haberi) iddia ediliyor. (Yaşam savunucularının, “iklim için ses ver” sitesi dünyaya çağrı yapıyor.) Son olarak Fransa’da (20. 9.2022, haberi) ‘ışıkları söndür ‘kampanyası başlatıldı.  Bir yandan da nükleer, çevresel felaketler, salgın hastalıklar tehlikesi… Filmde gördüklerimiz, insanlığı felakete sürükleyen eski düzenin, insanın/ canlıların hayatta kalması ve toplumsal güvenliği için uygun olmadığını gözler önüne seriyor.

*  İngiliz filozof Thomas Hobbes’ın ünlü sözü. Latincesi: homo homini lupus. Kimi yorumculara göre bu söz, meyve- meyve kurdunun metaforudur. Lupusun, dört ayaklı yırtıcı, etcil memeli olduğu da iddialar arasındadır. Filozofun, devletin kökenlerini ve gerekçesini açıklamak için yazdığı “Leviathan” ( Tevratta dev anlamına geliyor)  adlı kitabına dayandırılan bu söz, insanın doğuştan iyi mi kötü mü olduğu konusunda tartışmalara neden olmuştur. Filmin adı, yönetmenin bilinçli olarak yaptığı bir ironi kanımca.