'İstikrar' beyin eşitliği nerede 'vesayet'?

Bu anlamda son 20 yılın pratiklerini sermayenin ihtiyaçları ve iç çelişkileri düzleminde ele almak, Cumhuriyet'in belli evrelerini de aynı şekilde okumak bizi daha anlamlı bir siyasal tartışmaya götürecektir.

'İstikrar' beyin eşitliği nerede 'vesayet'?

İlker Demirer

Okurlarımız için baştan neden bu başlığı tercih ettiğimizi açıklayalım. 2008 yılında İTÜ’de “Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği” tarafından düzenlenen etkinlikte konuşmacılardan birinin söylediği “istikrar senin neyine vesayet” cümlesi dönemin AKP basını tarafından çok sık dillendirilen bir söylemi haline gelmişti. [1]  Liberallerle AKP’nin ittifakını temsil eden siyasal anlayış açısından, söz konusu bu cümleler üzerinde tepinecek kolay lokmaydı. Bu ittifaka göre söz konusu cümlenin öznesi olan iki kadından biri, dernek temsilcisi de olan CHP’li eliti, diğeri ise AKP’ye oy veren “gündelikçi kadın” ise iktidarın dışındaki halkı, “sivil toplumu” temsil edecek şekilde okunmalıdır. Kendisi “müesses nizamın” nimetlerinden faydalanarak bugüne gelen asker-sivil bürokrasinin kendisini halktan “üstün” görmesi “kolonyalist (sömürgeci)” anlayışın izdüşümü olarak görülmelidir. Gene aynı ittifaka göre Türkiye’nin son iki yüzyıllık tarihi biriktirdiği tüm sorunların kökeninde işte kendini böyle üstün gören bir anlayış söz konusudur!

Şimdi gelin biraz kasedi ileriye sayalım ve bugüne gelelim. Dün liberallerle AKP’nin oluşturduğu koronun yerin dibine soktuğu bu “asker-sivil bürokratik elitin” yerini alan “otantik burjuvazinin” “vesayet hanıma” nasıl davrandığını biraz düşünelim.[2] Asker-sivil bürokrasinin bırakmış olduğu nimetlere kendisi çöken “otantik burjuvazi” ve onun “türedi bürokrasisi” “vesayet hanım” hakkını istediği zaman ne demiş olabilir? “Ne hakkı, biz “başörütüsü hakkını” zaten almadık mı?” demiş olabilir mi?

İstikrar beyin keyfi gıcırında, Kuzguncuk’taki yalısında kırk farklı işletmeden maaş alırken, yanındaki minik Gobbels’ler ile sosyal medyada “terör” estirirken, “vesayetin hanımın” oğlu/kızı ne olacak diye düşünen var mıdır? Yoktur ve olmasına da ihtimal yoktur. Bol hamaset soslu siyasetin özü, sınıf egemenliğinin pekiştirilmesi, emekçi halkın rıza ve zorbalık yoluyla kendi egemenliğinin engellenmesidir. Dolayısıyla, bizim “vesayet” şimdi istikrar beyi gene destekler de, oğlunun/kızının geleceğini, kendi gençliği gibi heba etmeye pek o kadar kolay razı olur mu, orası bilinmez.

Gel gelelim, söz konusu “askeri vesayet” tartışmalarının geçmişten bugüne kadar uzanan özü de, esas olarak Türkiye’de sermaye düzeninin nasıl tesis edileceği, emekçilerin yarına nasıl ikna edileceği ile yakından ilgisi vardır. Dahası tartışmaların ana ekseni, sermaye egemenliğinin ve sınıf iktidarının devamı da dahil olmak üzere, aslında ülkenin siyasal rotasının hangi düzlemde ilerlediği ile yakından ilgisi bulunmaktadır.

CUMHURİYET VE ÜÇ DÖNEM

“Arkeolojik” bir araştırma yaparak geçmiş tartışmaların hangi kökenden ve katmandan geldiğiyle ilgilenmeyeceğiz, ancak askeri vesayet tartışmalarının hangi temelden başladığını anlamak için, Türkiye’nin son yüzyılına damga vuran etmenleri dönemlerine göre ayırmak gerekmektedir. Kabaca tarif etmek gerekirse, son yüzyılın siyasi istikametine damga vuran tartışmaları üç ana döneme ayırabiliriz. Birincisi Meşrutiyet’ten erken dönem Cumhuriyet’in “kurucu” dönemine kadar gelen süreyi kapsayan (1908-45) dönemdir. Bu döneme damgasını vuran ana siyasi etmen Türkiye’nin nasıl “muasırlaşacağı (çağdaşlaşacağı)” ya da bu eğilime karşı nasıl tepkiler vereceği ile yakından ilgilidir.[3]  Bugünkü Kemalist ve İslamcı siyasetin kurucu öğeleri tam da bu dönem şekillenirken, muasırlaşma ile “burjuva devrimi” peşi sıra gelmiştir. Bu döneme dönük, ileride revizyonist tarihçilerin en sevdiği eleştiri olarak “korporatizmin”, ya da devlet eliyle burjuva sınıfı yaratmanın “burjuva devrimiyle çeliştiği iddiası gelse de, “burjuva sınıfı yaratmanın” sadece devlet eliyle mümkün olmadığı bugün biliniyor. Dahası sınıfsal içeriği değişen Türkiye’nin yönetici kademesinin çağdaşlaşma ile modern bir kapitalist ülke yaratmak arasında paralellik kurduğu da bilinmektedir. [4] Sınıf egemenliğinin tesisi ve toplumsal formasyonu belirleyiciliği bu tartışmada esastır.

Bu sürece karşı çıkanı da, destekleyeni de, eleştirel katkı sağlayanı da bu eksenin belirleyiciliği altında tartışmayı yürütmüştür. Çağdaşlaşmanın üst yapısal değişimleri nasıl ve hangi yönde değiştirmesi gerektiği üzerine dönük yürütülen tartışmada, Türkiye’nin geri kalmışlığı temel kalkış noktasıdır. İkinci evre, birincisinin bıraktığı yerden başlar. 1946-90, Soğuk Savaş dönemi, Türkiye’nin az gelişmişliğinin hangi “kalkınma” yoluyla gerçekleşeceği üzerinde şekillenir. Türkiye bu anlamda, dünyada da yalnız değildir. Soğuk Savaş’ın sıcak noktalarının aksine, “soğutulması gereken sıcak temas” olasılığı bulunan bir ülkedir. O yüzden Türkiye’nin nasıl kalkınacağı sorunu, aynı zamanda serpilip gelişen burjuva sınıfının egemenliği nasıl “sürdürülebilir” kılacağının da önemli bir tartışması haline gelir.

Elbette, içinde bulunduğu dünyadan kurtulamayan Türkiye sermaye sınıfı ve kapitalist üretim ilişkileri, kendi zıttını da yaratır. Kapitalist olmayan yoldan kalkınma tartışması, dönüp dolaşır “sosyalizme” çıkar. 1946-90 yılları arasındaki “kalkınma” tartışması bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesiyle birleşmesi, adeta bir ters kutuplanmadır burjuva sınıfı için. Bu dönemin İslamcı siyaseti ve milliyetçiliği, anti-komünist bir çizgiyi sürekli diri tutacak öğeleri beslerler. İslamcı siyaset bu dönemin ana aktörü değil, “kilit” unsurudur. Milliyetçi siyaset ise sermaye düzeninin işçi sınıfına karşı “vurucu timi” özelliğindedir. İkisi de iktidarı almaya heveslenmez ancak siyasetin kırmızı çizgilerini belirler. Sermaye düzeninin sıkıştığı, krizleri çözemediği bir anda sağ siyasetin tüm bölmeleri işçi sınıfı hareketine karşı baskı ve zor aygıtını devreye sokmaktan çekinmez. Bu anlamda darbe öncesi ve sonrasının bir sürekliliği bulunmaktadır. Darbe öncesi siyasi, ideolojik ve toplumsal atmosfer, sermaye güçleri adına düzenlenmiş, daha sonra 12 Eylül darbesi örgütlü işçi sınıfı hareketi ve solu ezmeye yönelmiştir.

1946-90 arasındaki dönem, erken Cumhuriyet dönemine oranla fikirlerin daha fazla zor gücüyle kabul ettirildiği, toplumun sermaye için hizaya sokulduğu bir evredir. Bu anlamda sağ siyasetin “otantik burjuvazinin demokratik özlemlerini” taşıması ya da burjuva devriminin demokratik yanının temsilcisi sayılması, seçim-demokrasi eşitliğinin kurulmasından ibarettir. 12 Eylül sonrasında oluşan toplumsal/siyasal atmosfer, “kalkınma sorununa” kapitalist yoldan verilen cevabın ürünü olmuştur. İkinci evre de bu şekilde kapanmıştır.

İkinci evrenin kapanışına dünya siyasetinde sosyalizmin geriye çekilişiyle birlikte Cumhuriyet’in kuruluş ve gelişim aşamaları tamamlandığı, sermaye iktidarının ihtiyaç duyduğu dönüşüme denk düşecek bir tartışma damgasını vurmuştur. Esas mesele, “demokratikleşme” maskesi altında sermaye iktidarının merkezileşmesi, merkezkaç kuvvetleri, dinci gericilik ve ulusal sorun, gücünün kırılmasıdır. Bu anlamda siyasal İslamın, uluslararası bir proje olarak iktidara taşınması gündeme gelmiştir. 90’lardan itibaren başlayan bu yeni evrede, liberaller, İslamcılar ve Kürt hareketi “demokratikleşme” temel tespitiyle yola çıkarak kendi tarih okumalarını geliştirmişlerdir. Kabaca ilk evrenin siyasal eleştirisini temel alan bu yaklaşımların, Türkiye’nin kendi özgün dinamikleriyle değil, bir grup asker-sivil bürokratik iradenin basıncıyla “Batılılaştığı” tespitini yapar. Liberaller bunu “yanlış Batılılaşma” olarak görürken, İslamcılar ise “kadım Doğu medeniyetinin” reddi ve kesintiye uğraması olarak görür.

İSLAMCILAR VE LİBERALLER; ELEŞTİREL OKUMA MI, SİYASİ İKTİDAR PROGRAMI MI?

Ancak burada bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Post-Kemalizm olarak ifade edilen bu dönemde, farklı siyasi grupları ve çevreleri aynı potaya sokmaya amacı fazla anlamlı değil. [5] Bu anlamda, tartışmanın devamı olarak görülen, yeni dönemin “post-post Kemalizm” olarak tarif edilmesi hem siyasi, hem de mantıksal olarak hatalıdır. 90’larda başlayan bu evreye sermayenin merkezileşmesi eğilimi ağırlık koymuştur. Sermaye iktidarının hangi mekanizmalarla yeniden kurulacağı, İslamcı siyasetin merkeze çekilmesiyle son bulabilecek bir olgu değildir. Farklı akımların Cumhuriyet eleştirisine dayanan tarihsel yorumları, “eleştirel tarih okumasından” fazlasıdır. Bu eleştiri, sermaye egemenliğinin 2000’li yıllardaki yeni yönelimi için siyaseti daha sıkışık bir alanda tariflediği bir yeniden kuruluş açılımının ideolojik altlığıdır. 2000’lere damga vuran ve yeni bir rejimin kurulmasıyla sonuçlanan süreç, ancak böyle bir tarih okumasıyla mümkün olabilirdi. Sermayenin ihtiyaçları gereği, siyasetin dönüşümü toplumsal bir desteği asgari düzeyde zorlamaktadır. Bu anlamda üçüncü evre bir Post-Kemalist dönemden ziyade, karşı-devrimin iktidara gelme sürecidir. Dahası bundan sonrası için ise temel meseleyi “demokratikleşme” olarak görmek sermaye egemenliğinin yarattığı pratiği de es geçmek anlamına geliyor.

Cumhuriyet’in ilk yıllarına dönük geliştirilen “milli burjuvaziyi” yaratma ve sermayenin müsadere yoluyla aktarılması, tüm yüzyıl boyunca Cumhuriyet’i hiç bırakmamış bir gerçekliktir. Özellikle son 20 yılda bu anlamda sermaye iktidarı daha kurumsallaşmış, kendi içindeki çelişkileri belli sermaye gruplarını tasfiye ederek çözmüştür. FETÖ’den Uzanlara, Karamehmetler’den, Doğan’a kadar sermayenin el değiştirmesi siyasi ihtiyaçlara göre şekillendirilmiştir. Dahası, son 20 yılda “milli burjuvazi yaratma” döneminde emsaline pek rastlamadığımız bir biçimde ülke kaynaklarının dar bir çevreye “peşkeş” çekilmesi de ayyuka çıkmıştır. Anlayacağınız vesayet değil, sınıf iktidarı esas meselemizdir!

Bu anlamda son 20 yılın pratiklerini sermayenin ihtiyaçları ve iç çelişkileri düzleminde ele almak, Cumhuriyet’in belli evrelerini de aynı şekilde okumak bizi daha anlamlı bir siyasal tartışmaya götürecektir. Eğer hayali karakterimiz olan emekçi kadının, gerçek bir siyasi güç olması ise temel meselemiz, işte işin bam teli siyasi tartışmaların sermaye iktidarının ve düzeninin iç yapısıyla ilgili olduğudur. Bu noktada son parantezi de sola açmak gerekiyor. Doğru hamleyi, doğru yere vurmak gerekiyor. Dün, solun liberal kesimlerine eklemlenen kesimlerin düştüğü hata, siyasi pratiği sınıf mücadelesinden ayrı değerlendirmekten kaynaklıydı. Bugün de, liberallerin konumunu “sınıfsızlığın sınıfsız eleştirisi” düzleminde ele alırsak, aynı hataya biz düşeriz. Buna ihtiyacımız yok, ihtiyacımız olan şey sermaye iktidarına karşı işçi sınıfının ayağa kalkışına öncülük etmektir. Eski bir ifadeyle söylemek gerekirse; “eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir.”

Anlayacağınız vesayet hanımın eşitliği ve özgürlüğü elde etmesi ancak maddi güçle olur… Biz o maddi güce sahip olacağız!

Notlar

[1] Konu hakkında ulaşılabilen ilk yazılardan biri:
https://www.yenisafak.com/yazarlar/nazmiye-yilmaz–pazar/istikrar-senin-neyine-vesayet-9979

[2] “Otantik burjuvazi” tanımlaması yaparak AKP’yi burjuva demokratik devrimi tamamlayan unsur olarak göklere çıkaran Birikim tayfasının, özgün sosyalizm tariflerini okurken, son 10 yıldaki siyasi gelişmelerin tam aksi istikamette ilerleyerek bugünlere gelmesi de pek manidar. Ömer Laçiner, az soslu sosyalizm tarifine çalışırken, azıcık da Türk sağının tarihine çalışırsa İslamcı-milliyetçi “blok beton” görme olasılığı çok daha fazla olurdu. Özgün burjuvazi tarifleri için: Laçiner Ömer, “Sosyalizmin tarifine çalışacağız”, 2007, Birgün Gazetesi, https://birikimdergisi.com/guncel/167/omer-laciner-ile-soylesi-sosyalizmin-tarifine-calisacagiz

[3]  Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s.17-40, 33.baskı,  YKY Yayınları:İstanbul,  Bir dönem ünlü “Doğu Despotizmi” ve Asya tipi üretim tarzı (ATÜT) tartışmalarının içinde yer alan Berkes, esas meselenin farklı geleneklere sahip İslam devlet anlayışında olduğunu belirtek, Türkiye’deki ana eksenin “çağdaşlaşma”, laikliği de aşacak şekilde, olduğunu pek çok kez tekrar eder.

[4] Korparatizm tezinin en ateşli savunucusu olan ve “tutarlı” bir Weberci analiz yapan Taha Parla’nın bu konudaki tespitleri bugün bile sürmekte. Kim bilir, Parla’ya göre bugün bir Ziya Gökalp olmasa da, korparatif devlet anlayışı ruhen yaşıyor olsa gerek. https://t24.com.tr/yazarlar/taha-parla/sef-sistemi-ve-meslek-orgutleri-fasizmin-devresi-kapaniyor-mu,37256

[5] Aytürk İlker, Post-Post Kemalizm: Yeni bir paradigmayı beklerken, 2015, s.34-48, Birikim (319)