"İşçi sınıfının bugün ihtiyaç duyduğu reçete siyasaldır"

"Bizlerin bugün 20.yüzyılın ortasındaki pratikleri aynen uygulayacak bir örgütlenme pratiğine girme şansımız bulunmuyor. Öte yandan sorun ekonomik değil, siyasaldır. Sendikaların bir geçim ve kontrol aracına dönüşmesi de, sermaye güçlerinin siyasetteki ağırlığından kaynaklıdır. İşçi sınıfının bugün ihtiyaç duyduğu reçete siyasaldır."

2022 Temmuz ayı işçi sendikaları üye sayıları bakanlık tarafından açıklandı. Bakanlık verilerine göre işçi sendikalarının üye sayıları artmış görünüyor. Son yıllarda benzeri verilerin açıklanmasıyla birlikte sendikaların durumunu, emekçi sınıfları bekleyen süreci TKH MK üyesi Irmak Ildır ile konuştuk. Ildır, 20.yüzyılın ortasındaki pratikleri aynen uygulayacak bir örgütlenme pratiğine girme şansı olmadığını belirterek, sorunun ekonomik değil siyasal olduğunu vurguladı.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı işçi sendikaları üye sayılarını her altı ayda bir açıklıyor. Son olarak Temmuz 2022 tarihli üye sayılarını açıkladılar. Son açıklanan tebliğe göre üye sayısı artmış gözüküyor. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

Bakanlık, kendi sisteminde kayıtlı olan sendikalı işçi sayılarını her yılın Ocak ve Temmuz aylarında duruyor. Yılda iki kez açıklanan bu sayılar, 2013’ten beri bakanlığın belirlediği kendi kriterlere göre açıklanıyor. Uzun süredir “sendikalı işçi” sayısı açıklanan tebliğlere göre artışta. Ancak gene işçi sayısı da artış gösteriyor. O nedenle artış oranları oldukça düşük.

2022 Temmuz verilerine göre 2 milyon 280 bin işçi sendikalı gözüküyor. Bakanlığın verilerine göre tüm işçilerin yüzde 14,26’sı sendikalı. Sayısal olarak 2013’ten beri en yüksek sayıya erişilmiş olsa da, 2013’ten bu yana oransal olarak en yükseğe 2021 Temmuz döneminde varılmıştı. 2021 Temmuz ayında sendikalı işçi oranı 14,41 olmuştu. Ancak bu orana varılmasının nedeni salgın kaynaklı istihdamda yaşanan daralmaydı. Şimdi işçi sayısı artınca, oransal olarak belli bir miktarda azalma yaşandı.

Gene de buna rağmen sendikalı işçi sayısı küçük miktarlarda artış gösteriyor. 2012’de Bakanlık’ın yaptığı değişiklik sonrası 2013 Ocak ayında işçi sendikalaşma oranı yüzde 9,21’di. O dönem toplam 1 milyon bin 671 işçi sendikalıydı. Her yıl küçük miktarlardaki artışla şimdi 14,41 oranına gelindi.

Uzun süredir sendikalı işçi sayısının arttığından bahsediyorsunuz. Bunun nedeni nedir?

İşçi sendika üyeliklerindeki “artışın” sadece teknik bir terim olduğu ortada. Sadece iki ölçüt ile bu durumun neden teknik bir artıştan ibaret kaldığını açıklayabiliriz. Birincisi; toplu sözleşme yetkisi sahibi işçilerin oranıdır, ikincisi bu artışın “kaynağıdır”. İkisi de rahatlıkla ölçülebilir.

Sendikalı olmanın en büyük avantajı olan “toplu sözleşme yapma yetkisi” son derece düşüktür. Ülkelerin mevzuatları birbirinden farklı olduğu için, sendikalaşma düzeyi ile toplu sözleşme yapma yetkisi doğrusal bir ilişki yok. Ancak örneğin İtalya’da tüm işçilerin sendikalı olmasalar dahi “toplu sözleşme yapma yetkisine” sahip olduğu biliniyor. Türkiye’de toplu sözleşme yetkisine sahip işçi oranı, yüzde 9 civarındadır.

İkinci ölçüt ise sendikalaşmanın kaynağı olduğunu söylemiştik. Özellikle 2017’den beri sistematik artışın nedeni taşeron işçilerin kamuya geri dönüşü kaynaklıdır. Yerel yönetimlerdeki işçiler kamuya işçisi sayılınca sendikalaşma oranlarındaki artış bir anda hızlandı. Özellikle iktidara yakın yandaş ve sarı sendikalar arasında ciddi bir yarış var.

Düzen partileri hâkim oldukları yerel yönetimlerde kendine yakın gördükleri sendikalara işçileri geçirerek “biz örgütlenmeye saygılıyız” imajı veriyor. Dahası, yerel yönetimlerdeki işletmeleri kendi arka bahçesi olarak gören düzen partilerinin kendi işçilerini “kontrol etme” pratiğine dönüşüyor bu tür örgütlülükler. Aynısını kamunun diğer kesimlerinde de görebilirsiniz.

Öyleyse bu artışın nedeni sermaye partilerinin “politik imajları” mıdır?

Elbette işçilerin sendikalaşma eğilimindeki artış yalnızca buradan kaynaklanmıyor. Emekçilerin kriz koşullarında ekonomik mücadeleleri bu sendikal arayışları tetikliyor. Özellikle bir dizi bağımsız sendikanın ve DİSK içindeki bazı sendikaların bu konudaki pratikleri “her türlü zorluğa karşı” önemlidir. Gene de bu pratiklerin geniş emekçi kesimleri tarafından “izlendiğini”, “takdir edildiğini” bilsek de, örgütlenmelerin önünde çeşitli yasal engeller vardır.

2022 Temmuz’u itibariyle Türkiye’de 216 sendika bulunuyor. Yasalara göre toplu sözleşme yetkisi, bir işkolundaki işçilerin yüzde 1’ini örgütleyen sendikalara verilmiş durumda. Bu sendikaların sadece 60 tanesi barajı geçebilmiş durumda. Üstelik barajı geçen sendikaların 49 tanesi Türk-İş ve Hak-İş üyesi. Bu iki sendika, özellikle de Hak-İş, iktidarın desteğiyle bu büyüklüğe ulaşmış durumda. 2013’ten bu yana büyümesi üç kat!

Dolayısıyla bu sendikalaşma türü, aslında sermayenin ve onların partilerinin arka bahçesi haline dönüşmüş yapılar tarafından büyük oranda sağlanmış durumda. Bu tür “destekli” sendikalar sermayenin kontrol gücü haline dönüşmüş “ticaret” örgütlenmeleridir.

Bunun en önemli örneklerini Türk Metal de ya da Hizmet-İş, Yol-İş gibi sendikaları da görebilirsiniz. Sadece patronlarla içli dışlı olmak gibi özellikleri yok, aynı zamanda patron örgütlerinden aldıkları paralarla ve fonlarla “ticari örgütlenmeler de” kurmuş durumdalar. Dolayısıyla ortada “imajdan” fazlası var. Sermaye düzeninin bekası için bu oluşumlar aracılığıyla “sendikalaşma” destekleniyor.

Geçtiğimiz günlerde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin bir konuşmasında “sendikalaşmanın önünde duran kim varsa bizi bulur” şeklinde bir cümle kurdu. Bu durum gerçeği yansıtıyor mu?

Açık bir biçimde hayır. Örneklerini bolca gördüğümüz bir şekilde, bağımsız bir işçi örgütlenmesi ortaya çıktığında en başta bakanlık yetkilileri patronların yardımına koşuyor! İşkolu tespit davaları öncesinde el altından “kimlerin sendikalı olduğunun sızdırılmasından”, her türlü kayıtdışılığın sümen altı edilmesine kadar bir çok uygulama ile işyeri örgütlenmelerine zorluk çıkarılıyor. Bu gibi uygulamaları DİSK içinde Nakliyat-İş ve Birleşik Metal, bağımsız sendikalar İYİ-SEN, AV-SEN, Bağımsız Maden-İş gibi sendikalar iyi bilir. Bu sendikaların ve işçilerin yaşadığı pratik açık: sendikalaşmanın önünde duran sadece patronlar değil, onların siyasi temsilcileri de durmaktadır.

“Öyleyse neden bu açıklamaları yapmak zorunda hissediyorlar?” sorusu okurların aklına gelebilir. Amaçları “şirin” gözükmek değil. Gene yukarıda ifade ettiğimiz üzere yandaş sendikaların önünü daha fazla açmak niyetleri. Ortada kriz koşulları varken, sarı sendikaların pratiklerini işçiler çoktan aşmış durumdalar. Ancak “sahte örgütlenmelerin” önünün açılması ve “demokrasi” görüntüsünün verilmesi gerekiyor. Aksi durumda, su yatağını bulacak ve taşan nehir “sarı sendikaları” kum gibi süpürüp götürecek.

Bu durumda sendikaları ve işçi sınıfını bekleyen nedir? Ortada tamamen “kontrollü” bir yapı mı var?

Türkiye uzun yıllar sendikalaşmada alt basamaklarda kalan bir ülke. OECD ve ILO’nun verileri farklı olsa da, bu verilere göre uzun yıllar ortalamanın gerisinde kalmaktadır. 2020 yılının verilerine göre OECD ortalaması yüzde 15, gene OECD’ye göre Türkiye’de sendikalaşma yüzde 10 civarında. Şimdi resmi veriler OECD’nin açıkladığı ortalamaya yakınsamış durumda. Bu yakınsamayı sağlayan dinamikleri yukarıda ortaya koymaya çalıştık. Ancak ortada “tamamen” kontrollü bir yapı yok.

Sarı sendikaları aşan bir dizi pratik son beş yılda pek çok örnekte karşımıza çıktı. Bunların örgütlenme eğilimini beslediği açık. Gene de bu eğilimin esas belirleyici güç olmasına mesafe vardır.

Bizlerin bugün 20.yüzyılın ortasındaki pratikleri aynen uygulayacak bir örgütlenme pratiğine girme şansımız bulunmuyor. Öte yandan sorun ekonomik değil, siyasaldır. Sendikaların bir geçim ve kontrol aracına dönüşmesi de, sermaye güçlerinin siyasetteki ağırlığından kaynaklıdır. İşçi sınıfının bugün ihtiyaç duyduğu “reçete” siyasaldır. O nedenle siyasal ve ekonomik mücadele arasındaki mesafeyi kapatmak gerekmektedir. Sosyalistlerin önündeki görev, bu mesafeyi kapatmaktan geçmektedir.

“Sınıf tavrını ortaya koyacak” dediğimiz zaman bu mesafeyi kapatmak için yola çıkmıştık. Şimdi bu konuda bizler gibi düşünen dostlarımızın sayısının arttığını görüyoruz. Bu olumlu bir gelişmedir. Şimdi bunun hakkını vererek yola devam etmemiz gerekmektedir.