Gezi Davası'nın anımsattıkları

Üniversitelerin eğitim ve bilim dışında böyle bir görevi de var çünkü. Üstelik bu tip hukuksuz uygulamalara da yabancı bir toplum değiliz.

Gezi Davası sonuçlarının elbette kabul edilebilir bir tarafı yok. Öncelikle Gezi’nin bir hak olduğu, yargılanamayacağı noktası var; yemek, içmek, nefes almak gibi bir insan hakkı olan karşı çıkmanın yargı konusu olması zaten bir garabet. İkincisi, hadi diyelim böyle bir suç var, peki o zaman bu suçun kanıtları nedir ki insanlara ağırlaştırılmış müebbet veya 18 yıl hapis cezaları veriliyor? Eminim bu kadar uzun süre yatmayacaklar ama içeride kaldıkları tek bir dakika bile kabul edilebilir değil, bir an önce özgürlüklerine kavuşmaları gerekiyor. Ancak sanırım onları götürecek bir uçak yok, rahip Bronson da veya gazeteci Deniz Yücel’deki gibi.

Akademinin, özellikle de hukuk fakültelerinin bu yaşananlara tepki göstermesi, hadi biraz yumuşatayım yaşananların hukuksuzluk olduğunu açıklaması gerekiyor; en azından bunu yapmalılar. Üniversitelerin eğitim ve bilim dışında böyle bir görevi de var çünkü. Üstelik bu tip hukuksuz uygulamalara da yabancı bir toplum değiliz. Bırakın Nazım Hikmet’e hapis cezası verilen 1938 Harp Okulu Davası’nı veya 12 Eylül sonrası Erdal Eren’in idam edilmesini (her ikisinde de tek bir kanıt yoktu), doğrudan akademinin kendisi suç olmayan bir konudan yargılanmış ve kanıt olmadan cezalandırılmıştı:

DTCF Tasfiyesi diye bilinen süreç resmen Dekan Prof. Dr. Enver Ziya Karal’ın Millî Eğitim Bakanlığına 13 Aralık 1945’te yazdığı raporla başlar. Bu raporda öğretim üyeleri Behice Boran, Pertev Naili Boratav ve Niyazi Berkes’in “İstanbul’da yayımlanan ve siyasi görüşü, ilmî düşünceyle uzlaşma kabul etmeyen” bir dergiye yazı sözü verdiği, bu durumun “okuldaki eğitim-öğretim için sakınca barındırdığı” belirtiliyordu. O dönemde yüksek öğrenim kurumları doğrudan Millî Eğitim Bakanlığına bağlıydı. Konuyu inceleyen Bakanlık Müdürler Encümeninin Bakanlık emrine alınma isteğini görüştüğü toplantıda sadece İsmail Hakkı Tonguç “tahkikat yapıldıktan sonra alınmaları kanaatindeyim” diyerek karşı çıksa da Bakan Hasan Ali Yücel encümenin kararını onaylamıştı. Böylece 15 Aralık 1945’te bahsedilen öğretim üyeleri Bakanlık emrine alındı ancak sonrasında Danıştay, 26 Mart 1946 günü oy birliği ile bu kararı iptal etti.

Yetmedi, tekrar soruşturma açıldı ve yargılama kararı çıktı. Yargılama sonucu Boratav aklansa da Boran ve Berkes “görevi kötüye kullanmak” tan cezalandırıldı ancak bu kararı da Yargıtay bozdu. Sonrasında TBMM kararıyla bu üç öğretim üyesinin kadroları iptal edildi ve böylece tasfiye edilmiş oldular (5 Temmuz 1948).

Öğretim üyelerine yöneltilen tüm suçlamalar solcu olmak, ilerici bir dergiye makale yazma sözü vermek, Ruhi Su ile samimi olmak gibi ciddiyetten uzak şeylerdi, yani ortada suç yoktu; Gezi gibi. Üstelik suç olsa bile kanıtı yoktu (yine Gezi gibi). Yukarıda bahsettiğim Tonguç’un karşı çıktığı nokta bir yana Ankara Üniversitesi Senatosunda olanlar da şaka gibidir: “Millî Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer’in bir sorusu üzerine Senato üç öğretim üyesi hakkında soruşturma açılması kararı verir (21 Haziran 1947). Görüşme sırasında Hukuk Fakültesi senatörü Prof. Ernst Hirsch’in “Bu kişiler dinlendi mi?” sorusuna karşılık Tıp Fakültesi senatörü Prof. Dr. Nüzhet Şakir Dirisu ‘Buna hacet yok. Hepimiz bunların komünist olduğunu biliyoruz’ demesi üzerine Hirsch de ‘Ben de körbarsağın sol omuzda olduğunu iddia ediyorum’ cevabını vermiştir. Daha önce soruşturma raporunda ‘müspet delil bulunamamıştır’ denmesine karşın senato üç öğretim üyesinin çıkartılmasına oy çokluğu ile karar verdi”.

Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için Uğur Mumcu’nun 40’ların Cadı Kazanı (İlk baskı 1990, kitapçılarda um.ag 2018 baskısı var) ve Mete Çetik’in Üniversitede Cadı Avı (İlk baskı 1998, sahaflarda Tarih Vakfı Yurt ve Dipnot Yay. baskıları var) kitaplarına bakılabilir.

Aslında sürecin içerisinde Muzaffer Şerif Başoğlu ve Mediha Berkes de vardı. Berkes daha önce istifa ettiği için tasfiye dışında kalmıştı. Muzaffer Şerif’in başına gelenler daha ilginçtir: 1944’te “Komünizm propagandası ve milli menfaatlere düşmanlık” iddiasıyla gözaltına alınıp 27 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Arkasından, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın baskısıyla 40 günlük tutukluluktan sonra, yurt dışına çıkma koşuluyla serbest bırakıldı. Amerikan hükümetinin verdiği bir bursu kabul eden Başoğlu askeri bir uçakla ABD’ye gidip, akademik yaşamına orada devam etti. Yani uçak işi de özgün değil.

Demek istediğim AKP döneminde tanık olduklarımızın hiç birisi yeni değil; sadece dozu çok arttı. Çetik’in “DTCF tasfiyesi II. Dünya Savaşı sonrasında içte sermaye egemenliğini kurma ve dışta ABD’ye bağlanma yolunda yaratılan sağ terörünün üniversitedeki ayağını oluşturur” sözü de halâ geçerlidir; söylediklerinin dozu arttı o kadar.