Elden kaçırılan bir bilimci: Arthur Von Hippel

Von Hippel’in anlatımına göre jeneratörlerden bahsettiği bir dersinde “Detaya gerek olmadığını ve Türkiye’nin bunlardan şimdilik bir veya ikisine ihtiyacı olduğunu, daha pahalı jeneratörleri ürettiği mallar karşılığında yurt dışından satın alabileceğini” söyler. Derslerini Almanca anlatmakta ve hemen arkasından Türkçeye çevrilmektedir. Sonradan sözlerinin şöyle çevrildiğini öğrenir: “Profesör detaya girmeye gerek görmüyor. Çünkü sizler zaten bunu anlayamayacak kadar aptalsınız. En iyisi Türkiye bu jeneratörleri patates, portakal satıp yurt dışından alsın.”

 

1933 Üniversite Reformu, Almanya’dan Nazi baskısından kaçıp Türkiye’ye gelen bilim adamları bazında düşünüldüğünde, elbette öncelikle olayın büyüklüğü konuşulur ve doğrusu da budur. Bu konuda ikinci sırada ise Albert Einstein’ın tam Türkiye’ye gelecekken bazı bürokratik sorunlar nedeniyle gelemediği ve kaçırılan fırsat vardır. Belki bu konunun ayrıntılarına ileride girerim ama bugün Einstein kadar tanınmayan ancak Türkiye’nin gerçekten elinden kaçırdığı bir bilimciden, Arthur von Hippel’den söz edeceğim.

Von Hippel 1898 Almanya doğumlu bir fizikçi. Uzmanlık alanı malzeme fiziği. Ailesinde çok sayıda bilim insanı var. Naziler iktidara geldikten sonra akademi üzerindeki baskılar artar ve özellikle Nazi partisine bağlılık bildirisini imzalamayanlar kara listeye alınır. Arthur von Hippel de bunlardan birisidir. Ayrıca eşinin Musevi olması ayrı bir sorundur. Hippel bağlılık bildirisini imzalamadığı gibi, eşinden ayrılmayı da reddeder. Tam da bu sırada, İsviçre’de bulunan Schwartz aracılığıyla, yeni kurulan İstanbul Üniversitesine kabul edilir ve yanına bir asistanı ile teknisyenini alarak İstanbul’a gelir. Gelirken, sıfırdan başlayarak çağdaş bir fizik laboratuvarı kurmak için gerekli araç ve gereci de toparlar. Malzemeler Türkiye’ye zamanında gelmesine karşın, gümrük bürokrasisini aşabilmeleri altı ay sürer. Bu süreçte çok becerikli bir kişi olan teknisyeni Rieger ile pazardan topladıkları malzemelerle geçici bir laboratuvar kurarlar. Hippel’in İstanbul pazarları için ilginç bir saptaması vardır: “Pazarın en garip mallar için bitmez tükenmez bir tedarik kaynağı olduğunu keşfetmiştik. Oraya gidip ‘Büyük İskender’in kılıcı’ demeniz yeterliydi; beş dakika içinde, adamın biri ‘Büyük İskender’in kılıcı’ ile çıkıp geliyordu”.

Von Hippel ve yardımcıları tüm güçleriyle eğitim ve bilim çalışmalarının içine girseler de, ayrıca hükümet de kendilerini desteklese, göçmenlerin işlerini baltalayan pek çok grup vardı. Elbette başta, Üçüncü Reich geliyordu, elçilik aracılığıyla psikolojik de olsa baskı uygulamaya devam ediyordu. Bunun dışında, “Hristiyan milliyetçiler, Almanya ile dolaysız bağları olan antisemit çevreler, yerlerini göçmenlere kaptıran profesyoneller, yerlerinden edilmeyen fakat kazanılmış haklarını korumaya çalışanlar, idareyi ele geçirmek isteyen genç Türk akademisyenler, daha düşük maaş alan Türk meslektaşlar ve ulusal gurura yönelik hakaret konusunda aşırı duyarlı öğrenciler”. Örneğin, dünyaca ünlü göz doktoru Profesör Igersheimer’e muayene olmaya hiç hastanın gelmediği dikkat çekiyordu. “Sonunda, halefinin bir dilenci tutup muayene odasına gelen hastalara kör olacaklarını söylediği anlaşıldı.” Dilenci uzaklaştırıldıktan sonra hasta akışı düzelmiş ve birkaç ay sonra bir bakanın katarakt ameliyatını yapması istenmiş. Arthur von Hippel’in başına gelenler ve sonunda ayrılma öyküsü böylesine basit ve inanması güçtür:

Von Hippel’in anlatımına göre jeneratörlerden bahsettiği bir dersinde “Detaya gerek olmadığını ve Türkiye’nin bunlardan şimdilik bir veya ikisine ihtiyacı olduğunu, daha pahalı jeneratörleri ürettiği mallar karşılığında yurt dışından satın alabileceğini” söyler. Derslerini Almanca anlatmakta ve hemen arkasından Türkçeye çevrilmektedir. Sonradan sözlerinin şöyle çevrildiğini öğrenir: “Profesör detaya girmeye gerek görmüyor. Çünkü sizler zaten bunu anlayamayacak kadar aptalsınız. En iyisi Türkiye bu jeneratörleri patates, portakal satıp yurt dışından alsın.”(1)

Ertesi gün kıyamet kopar. Gazeteler Türk düşmanı ilan eder, hatta profesör olmadığını, Almanya’da eski elbise tüccarı olduğunu yazar. Dekanlık soruşturma açar ve sonunda beş yıllık iş sözleşmesi iptal edilip bir yıla indirilir. Sonrasında Kopenhag’daki Niels Bohr Enstitüsü’nden gelen teklif üzerine, Türkiye’den ayrılır. Bir yıl sonra da Amerikalıların çağrısına uyup Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’ne geçer.

Burada öncelikle radar konusundaki çalışmalarının İkinci Dünya Savaşı’nda çok yararlı olması üzerine tanınırlığı artsa da esas başarısı geleceğin teknolojisi olduğu düşünülen nanoteknoloji üzerinedir. Bu bilimin kurucusu kabul edilir ve 1976 yılından beri malzeme bilimi ve mühendisliği alanında yeni buluşlara imza atan bilimcilere Arthur von Hippel madalyası verilmektedir. Gerek radar gerekse nanoteknoloji konusundaki buluşları temel alınarak dev üretim tesisleri kurulmuştur.

Arthur von Hippel’in Türkiye’den ayrılış öyküsü hakkında tüm bilgilerimiz kendi aktardıkları. Soruşturma ile ilgili bütün kayıtlar 1942 yılındaki Zeynep Hanım Konağı (Fen Fakültesi olarak kullanılıyordu) yangını ile yok olmuştur.

Ancak, Nazizm’e karşı dik durmuş, Türkiye gelip sözleşme imzalamış, laboratuvar kurabilmek için olağanüstü gayret sarf etmiş bir bilim insanı basit nedenlerle kaçırılmamalıydı. Bilim yönetimi, en az bilim üretimi kadar önemli bir uğraştır.

(1) https://www.eurovizyon.co.uk/von-hippelin-adini-duydunuz-mu-makale,6795.html

Not: Bu yazı için Arnold Reisman’ın Nazizmden Kaçanlar ve Atatürk’ün Vizyonu (Çev.: Gül Çağalı Güven) Türkiye İş Bankası Yay., 2011 kitabından yararlandım.