Doğa yalan söylemez

Kapitalizmin arızalarını geçici olarak düzeltip ya da giderip rayına oturttuğumuzda patolojiyi beslemiş oluruz. Oysa bir tıp mensubu bir hastayı tedavi ettiğinde doğanın doğru çalışan sistemini doğru işleyiş rayına oturtmuş olur. Diğer bir deyişle, geniş bir genellemeyle, tıp mensubu patolojiyi önlemiş, ana-akım iktisatçı ise patolojiyi güçlendirmiş olmaktadır.

Krizlerle ilgili bir konuşmaya davet edildiğimde genellikle krizlerin neden ve nasıl oluştuğundan ve nasıl önlenebileceğinden söz etmeyip, krizlerin sistemle ilişkisini anlatarak alanı genişletmeye çalışırım. Çoğu zaman bu stilim yadırganabilir, hatta “biz bu kişiyi hangi başlıkta konuşmaya çağırdık, o nelerden söz ediyor!” şeklinde tepkilerin geliştiğini hissederim. Böyle durumlarda eleştiriler şahsıma yöneltilmez, ama bir dahaki seferde de bana yer verilmez vs.

Peki, neden ben böyle davranıyorum; bu davranışım cehaletin sonucu mudur? Hayır, bu davranışım ne cehaletin sonucudur, ne de zannedildiği gibi gariptir, tam tersi, kasıtlı ve amaçlı olarak konunun dışına çıkarak bir mesaj vermek istiyorum. Vermek istediğim mesaj şudur: Krizler kapitalizme özgü olup, sistemin yaşamını idame etmesi için elzem ekonomik ayarlardır ya da sarsıntılardır. Durum bu olduğuna göre, ne krizin tanımını yapmanın ne de krizden nasıl çıkılacağını anlatmanın hiçbir anlamı olmayacağı gibi, bu tür yaklaşımlar zımnî olarak krizleri meşrulaştırır ve krizlerin kaynağı olan sistemin örtülü olarak kabullenilmesi ve yaşatılması sonucunu doğurur. Diğer bir deyişle, krizler anlatılacağına, krizlerin ana sebebi ve içinde oluştuğu sistemin anlatılması ve anlaşılması çok daha anlamlıdır.

Bu mantık yapısının temelinde şöyle bir düşünce yatar. Kullandığımız dil kafa yapımızı oluşturur. Dil ile düşünce yapısı da beynin formatlanmasını gerçekleştirir. Herhangi bir konu konuşulmaya başlandığında, yani konunun içine girildiğinde, beyin o konuya yönlendirilmiş olarak çalışmaya ve konu etrafında başlangıçta konuşulmamış dahi olsa, konu işlendikçe aynı konuyu zenginleştirebilecek farklı düşünce ve çözümler üretmeye yönelebilir. Bu düşünce yapısından hareketle, krizler üzerinde ya da krizlerin önlenmesi veya krizlerden çıkış konuları üzerinde konuşmayı yeğlemem. Çünkü kapitalist sistem etrafında kafa yormak ve dinleyenleri de bu konuda yoğunlaştırmak istemiyorum. Örneğin, krizlerin nasıl önleneceği konusuna bir kez giriliyor olsa, belki ileri sürülen çözümlerin kat be kat fazlası dinleyiciler tarafından da üretilebilir. O zaman sistem mantığı ufuktan kaybolur, krizler normalleşir ve dikkatler sisteme değil, krizden kurtulmaya yönelir. Bu arada sistem de hışmımızdan kurtulmuş olur! Çok büyük bir genellemeyle, o büyük zekâ Keynes’in yaptığı tam da budur; krizlerin sebebinin ortaya koyulması ve çaresinin geliştirilmesi! Kapitalizmin birinci krizinde Marx insanların örgütlenerek krizi sistem değişikliğine dönüştürmeyi düşünürken, ikinci krizde Keynes sistemi kurtararak insanlığı kapitalist sömürü içine gömdü. İşin ilginci, Marx’ın dehasına karşın, Keynes’in cinliğinin ürünü olan 1945-1970’ler aralığı “kapitalizmin pembe dönemi“ olarak hâlâ hasretle anılmaktadır. Bu düşünce doğrultusunda, istenmeyen bir konunun hiçbir şekilde leh ve aleyhinde konuşulmaması ve doğrudan reddedilmesi yanlısıyım. Örneğin, toplumsal tercih ülkeyi sömürgeleştiren ucube başkanlık sistemini ret ise, artık önümüzdeki dönemde durum nedir diye bir tartışmayı salt beyhude değil, bazı beyinlerin bu konu üzerinde çalışmasını sağlayabilen yanlış yaklaşım olarak görmek gerekir, diye düşünürüm.

Gelelim yazının başlığına: Doğa Yalan Söylemez! Bu konuyu en iyi anlatan karşılıklı iki alandan biri tıp, diğeri ise ana-akım iktisattır. Bir tıp elemanı bir hastalığı tedavi ederken, doğa içinde ve doğaya yabancılaşmadan gelişmiş anatomik ve fizyolojik doğal bütünselin doğal ve güvenilir yürüyüşünü aksatan patolojik durumu izale etmeye, böylece doğanın işleyişinin kendi konumuna döndürülmesine yardımcı olmaya çalışır. Çünkü tıpçı doğaya yabancılaşmamıştır ve doğanın yalan söylemediğine inanmakta ve ona hizmet etmektedir. Peki, ana-akım iktisatçı ne yapmaktadır? Ana-akım iktisatçı ise, ya aldatılmış olduğu koşulda yanlış bilinçlenmiş aklıyla, ya da, günümüzün başat davranış normlarıyla, konumunu ve cebini düşündüğü durumda hırsla bağlandığı patolojiyi korur. Zira iktisadi olaylar bütünseli doğal ve güvenilir bir sistem olmayıp, zorbalık ve kanla kurulmuş, silah, ideoloji ve kitap gücüyle sürdürülmeye çalışılan, doğaya ve onun doğal parçası olan insana yabancılaşmış bir tür patolojik yapıdır. Tarihsel deneyimlerde de izlenebildiği üzere, kapitalizm, kendi haline bırakıldığında, günümüzün neoliberalizm uygulamalarında ve ondan da daha vahşi durumlarda görüldüğü şekliyle, doğayı ve onun bir parçası olan insanı dahi tedricen öldürücü niteliği ile sermayenin maddi ve sosyal gücüne tapan insan yapısı bir sistemdir. Hal böyle ise, asırlardan beri devam ederek ideolojik gücüyle insana kendisini “doğal” olarak öğretmiş olan kapitalizmi sürdürürken aslında sömürü üzerinde yükselen patolojik yapıyı da korumuş oluruz. Hem patolojik yapıyı korumak, hem de gelir dağılımı bozukluğunu ya da doğanın elimizden gitmesini sorun olarak görmek, bilinç bulanıklığında sistemin sömürücü unsurlarıyla işbirliği içinde çalışmak demek değil midir? Tıp alanında doğa yalan söylemiyor, fakat kapitalizm alanında hırsın aklı teslim aldığı durumda insan doğaya yabancılaşıyor ve yalan söylüyor, söyletiyor.

Geçmiş dönemlerde Adam Smith gibi ahlakçılar ya da John Bates Clark gibi ilahiyatçılar dahi iktisat üzerine eğildiklerinde, her ne kadar doğa bilimleriyle iktisat arasında benzerlik kurarak denge görüşünü geliştirmiş olsalar da, doğanın sistem elemanlarını kodlamasından farklı olarak, güç ve sermayenin kodladığı sistemin temellerini kurmuşlardır. Ana-akım iktisat tarihinin acı gerçeği, arada geliştirilmiş itirazlara kulak tıkayarak, bizatihi güçlünün kurallarıyla oluşturulan temeller üzerinde yükseltilmiş tümörel yapı ve onun ürünü patolojilerle boğuşma tarihidir. Doğanın kodladığı biyolojik sistem ise, kapitalizmin bu alana dahi yaptığı saldırıları bir tarafa koyarsak, kendisine ve çevreye yabancılaşmadan simbiyotik düzende, doğal çizgisinde varlığını sürdürebilmektedir. Oysa kapitalist ekonomi sistemi, Marx’ın ifade ettiği gibi, yüzeyde sakin görünümlü, fakat içsel çatışmalı ve her an patlamaya hazır bir sistemdir. Bu durumun sağlıklı olmadığı açıktır.

Ana-akım iktisat biliminin (!) gelişme çizgisinin ne denli patolojik olduğu Marx ile Piketti arasındaki farktan açıkça anlaşılır. Şöyle ki, her iki yazarın da ünlü kitaplarının adı “Kapital” dir. Ne var ki, Marx kapital olgusunu, diyalektik süreç, sömürü, yabancılaşma olguları üzerine oturtup, monopolleşme, krizler ve sınıflaşma olarak toplumu şekillendiren bir üretim aracı olarak yapısal temelde ele almıştır. Bu hâli ile Marx patolojinin etrafında dolaşmamış, yapıyı deşmiş, aydınlatmış ve ortadan kaldırılması gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Piketti ise, sistemin patolojik ürünü olan servet balonunu ana doku (sorun!) gibi ele almış, fakat bizatihi balon oluşumunun yapısal-organik sebebi üzerinde gereği kadar durmayıp, Tobin vergisi gibi bazı aletlerle müdahale edilebileceğini savlayıp, bunun da olanaklı olmadığı gibi bir tavırla sonucu sonuçsuz bırakmıştır. İki düşünür arasındaki beyinsel fark, beynin algılaması bağlamında, sistemin yapılanması ve işleyişinin ele alınış farklılığında açıkça görülmektedir. Marx sistemi içselleştirmeden üçüncü şahıs konumunda analiz etmiş, Piketti ise sistemi içselleştirmiş ve özünde kabullenmiş olarak, sisteme yabancılaşmadan incelemiştir. Birininki sisteme inanmadan reddedici dışarıdan bakış, diğerininki ise zımnî olarak sistemin inançla içselleştirilmiş incelenmesidir. Hegel anlayışıyla, hiçbir obje ya da öğe içinden incelenemez ve anlaşılamaz kabulüyle, iki düşünür (biri içeriden, diğeri dışarıdan) arsındaki farkı görebiliriz. İşte bundan dolayı, kapitalizme veya bir siyasi sisteme ya da bir olguya karşı isek, onun işleyişi, kabullenir tavırla içeriden değil, reddedici yaklaşımla dışarıdan ele alınmalıdır. Bu sebepten dolayı, kapitalizminin krizi nedir ya da nasıl önlenir gibi sorular üzerinde değil, doğrudan kapitalizm nedir konusu üzerinde durulmalıdır. Zira kapitalizm nedir ana soru üzerinde durulduğunda, Kant yaklaşımıyla sorunlar öngörebilir.

Kapitalizmin arızalarını geçici olarak düzeltip ya da giderip rayına oturttuğumuzda patolojiyi beslemiş oluruz. Oysa bir tıp mensubu bir hastayı tedavi ettiğinde doğanın doğru çalışan sistemini doğru işleyiş rayına oturtmuş olur. Diğer bir deyişle, geniş bir genellemeyle, tıp mensubu patolojiyi önlemiş, ana-akım iktisatçı ise patolojiyi güçlendirmiş olmaktadır. Marx bize patolojiyi gösterdi, Keynes ise ikinci kapitalist krizde parçalanarak, tedricen kendi mahvına sürüklenen sisteme destek vererek, onu bir kez daha rayına oturttu ve bugünkü halimizi bize (kazandırdı!)! Vay halimize, vahim değil mi?