DİSK'ten 100. yıl bildirgesi

"Demokratik ve sosyal Cumhuriyet, örgütlü bir toplumla ve örgütlü işçi sınıfıyla mümkün olacak, hep birlikte kurulacak."

DİSK'ten 100. yıl bildirgesi

Cumhuriyet’in kuruluşunun 99. yılında DİSK, “İşçilerin 100’üncü Yıl Bildirgesi: Demokratik ve Sosyal Cumhuriyet ile Emeğin Türkiye’si” toplantısı düzenledi.

DİSK’in İstanbul’daki Genel Merkezi’nde düzenlenen toplantıda bildirgeyi okuyan DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, “Ülkemizde de toplumun yüzde 99’unun kendi geleceği, ülkenin geleceği, neyi üreteceği, nasıl üreteceği ve nasıl bölüşeceği üzerinde söz ve karar hakkının olmadığı bir düzeni inşa edenler, Cumhuriyet’in içinin boşaltılmasının sorumlularıdır” diye konuştu.

Bildirgede şunlar kaydedildi:

Bir yandan yaklaşık yarım yüzyıldır Cumhuriyet fikrinin tüm dayanaklarını ortadan kaldıran neoliberal yıkım stratejisi, diğer yandan bu stratejinin bir sonucu olarak ortaya çıkan otokratik tek adam zihniyeti ülkemizi bir enkaz altında bırakmış durumda. Bu enkazın altında kalmamak için tek yolumuz var. Cumhuriyet’i kendi anlamına uygun biçimiyle, yani halk egemenliğiyle yeniden kurarak, laik, sosyal ve demokratik bir hukuk devleti niteliğine gerçekten kavuşturarak geleceğe taşımak. Cumhuriyet’i halk egemenliğiyle güçlendirmek ve geleceğe taşımak için Cumhuriyet’in tüm dayanaklarını ortadan kaldıran egemen politikayı doğru anlamak gerekmekte. Egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğu bir yönetim biçimi olarak tarif edilen Cumhuriyet ile otokrasi ve tek adam yönetimi bağdaşmaz.

Toplumun yüzde 1’inin, toplumun yüzde 99’unun üzerindeki egemenliğine dayalı bir rejim ile Cumhuriyet taban tabana çelişir. Toplumun büyük çoğunluğu işçilerden oluşurken sermayenin egemenliğini esas alan bir düzen ile Cumhuriyet fikri uyuşmaz. Toplumun yarısını oluşturan kadınların toplumsal yaşamın her alanındaki eşitliğini kabul etmeyen, edemeyen bir anlayış ile Cumhuriyet fikri bağdaşmaz. Cumhuriyet, bir ulusun egemenliği kendi elinde tuttuğu yönetim biçimi olarak tanımlanır. Dolayısıyla Cumhuriyet, özünde halkın egemenliğine işaret eder.

“CUMHURİYETTE EGEMENLİĞİN SİMGELEŞTİĞİ YER MECLİSLERDİR”

Cumhuriyet ile egemenliğin kaynağı artık bir hanedandan, bir sülaleden gelmez, babadan oğula geçmez. Cumhuriyette egemenliğin simgeleştiği yer saraylar değil, meclislerdir. Egemenliğin kaynağı halktır ancak ülkemizde yaşanan gerçeklik maalesef bu tanımlardan uzaktır. Sermayenin giderek artan egemenliği başta işçi sınıfı olmak üzere halkın geniş kesimlerini dışlayarak Cumhuriyet fikrinin altını boşaltmıştır. Küçük bir azınlığın ekonomiden hukuka, siyasetten kültüre her alanda toplumun yüzde 99’u üzerinde tam bir egemenlik kurduğu, halkın yüzde 99’unun ekonomik, demokratik ve siyasi tüm haklarının olabildiğince kısıtlandığı bir toplumsal düzen inşa edilmiş, böylesi bir düzende ‘Cumhuriyet’ maalesef bir etiket hâline dönüştürülmüştür.

Özetle Cumhuriyet’in, yani halk egemenliğinin karşısında en önemli iki engel vardır. Birincisi; toplumun yüzde 99’unun çıkarlarının karşısında sermayenin egemenliğinin giderek pekiştirilmesidir. Diğeri ise sermaye egemenliğinin pekişmesinin bir sonucu olarak siyasi iktidarın otokratik ve baskıcı bir hâl almasıdır. Sermaye egemenliğinin en vahşi görünümü olarak neoliberalizm, son yarım yüzyılda Cumhuriyet’i enkaza çevirmiştir. İşçiler, ezilenler ve kadınlar, Cumhuriyet’ten iyice dışlanmıştır. Son 20 yılda AKP yönetimi altında siyasal demokrasinin ve hukuk devletinin en küçük olanaklarının da yok edildiği otokratik rejim, neoliberal saldırının ve karşı devrimin zirvesidir. Bugün tüm dünyada demokratik kazanımların gerileyerek, otoriter, baskıcı, ayrımcı, ırkçı, cinsiyetçi iktidarların yükselişini görüyoruz. Her yerde ve her tarihsel dönemde sendikalar başta olmak üzere emeğin örgütlü gücü zayıfladıkça, işçi sınıfının toplumsal ve siyasi gücü geriletildikçe, genel olarak halkın örgütlülüğü engellendikçe demokrasi de gerilemiştir. Türkiye, bu gerilemenin en çarpıcı ve hızlı yaşandığı ülkelerden biridir. Emeği, çevreyi ve kamu yararını esas alan politikalar zayıfladıkça Cumhuriyet fikrine yabancı, demokrasi ve insan haklarına düşman, köktenci, ayrımcı ve baskıcı siyasal akımlar güçlenmektedir.

Ülkemizde de toplumun yüzde 99’unun kendi geleceği, ülkenin geleceği, neyi üreteceği, nasıl üreteceği ve nasıl bölüşeceği üzerinde söz ve karar hakkının olmadığı bir düzeni inşa edenler, Cumhuriyet’in içinin boşaltılmasının sorumlularıdır. Özellikle 1980’deki 24 Ocak Kararları ve bu kararların toplumsal tepki olmadan uygulanmasını mümkün kılan 12 Eylül askeri darbesiyle başlayan iktisadi açıdan liberal, siyasal açıdan otoriter ve baskıcı rejim giderek kurumsallaştı. İşçi sınıfı örgütlerinin dağıtıldığı, etkisizleştirildiği, halkın hakkını arayıp soracağı tüm demokratik kanalların ortadan kaldırıldığı darbe koşullarında bugünkü rejimin yol haritası çizildi. Geleneksel baskıcı yöntemlerin yanı sıra askeri darbe ile önü açılan neoliberal politikalar bugüne kadar neredeyse kesintisiz sürdü. Öncelikle ülke içindeki üretimin amacı, bu ülke halkının ihtiyaçları olarak değil, ihracat olarak tarif edildi. ‘Emeği ucuzlatarak rekabet gücü kazanmak’ ihracatı artırmanın en kolay yolu olarak belirlendi. Üretimin iç pazar ihtiyaçlarından koparılması, satın alma gücüyle desteklenmiş iç talebin önemini azalttı ve emek gücünün sadece ‘maliyet kalemi’ olarak görülmesine yol açtı. Emeği değersizleştirmeye yönelik politikalar sürekli hâle geldi.

“TAHRİBAT AKP DÖNEMİNDEN PERÇİNLENDİ”

12 Eylül ile başlayan bu tahribat, AKP döneminde Cumhuriyet’in tüm hukuksal kazanımlarının yok edildiği otoriter bir rejim altında perçinlendi. 1961 Anayasası’ndan beri temel bir ilke olarak Anayasa’da yer alan demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ilkesi AKP döneminde hem demokrasi hem laiklik hem de sosyal ve hukuksal yönüyle tahrip edildi. Emeğin sadece hakları değil, yarattığı tüm birikimler de heba edildi. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana yaratılan ekonomik değerler, yoksul kentlerin istihdamına destek veren, halkın alım gücüne uygun üretim yapan tesisler, işletmeler tek tek satıldı. Özelleştirmeler ile Türkiye’nin kamusal birikimi yok edildi. Halkın çoğunluğu yoksullaşırken iktidar zenginleri yaratıldı. Kamu ekonomisi özelleştirildi ve kamu hizmetleri ticarileştirildi. Özelleştirmelerin yüzde 80’i AKP döneminde gerçekleştirildi; yani emeğin, halkın birikimine en büyük darbe bu dönemde vuruldu.

İşçi sınıfının kazanımları saldırıya uğradı; sağlık, sosyal güvenlik ve eğitim alanları başta olmak üzere sosyal haklar zayıflatıldı, kısmen paralı hâle getirildi, metalaştırıldı. Çalışma hayatında güvencesizlik arttı. Esneklik uygulamaları ile işçi sınıfının kazanımları ve iş hukukunun temelini oluşturan koruyucu düzenlemeler zayıflatıldı. Çalışma yaşamı sadece güvencesiz değil, güvenliksiz bir hâl aldı. Çalışırken ölüm, iş cinayetleri muazzam bilimsel ve teknik gelişmeye rağmen azalmak bir yana arttı, dini değerler bile çarpıtılarak ‘kader’ olarak sunuldu. Mezarda emekliliği dayatan, vergi dilimleri ile gelirimizi azaltan, kıdem tazminatına göz koyan politikaları yaşama geçirmek için olağanüstü çabalar harcandı. İşçi haklarına, sosyal haklara, kamusal birikime o kadar öfkeliydiler ki bu yıkımı yaparken ‘sosyal devlet’ uygulamalarını kastederek ‘son sosyalist devleti yıkıyoruz’ demekten çekinmediler. Gerçekten de Cumhuriyet’in tüm sosyal ve iktisadi birikimini yıktılar.

Özellikle 1980 askeri darbesiyle başlayan dönemde sendikal haklar ağır baskılarla yüz yüze kaldı. Sendikal haklar hem yasal düzeyde hem uygulamada aşındı. Bunun sonucunda sendikalaşma ve toplu pazarlık kapsamı ciddi biçimde zayıfladı. Sonuçta bugün Türkiye işçi sınıfının yüzde 90’dan fazlası sendikal korumadan yoksun kaldı. İşçi sınıfı, temel haklarını ve demokratik kazanımlarını talep etme konusunda baskı altına alındı. Neoliberal örgütsüzleştirme saldırısı özellikle AKP döneminde hız kazandı ve Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC) Küresel İşçi Hakları Endeksi’nde ülkemiz, dünyada işçilerin haklarının en kötü olduğu 10 ülke arasına girdi. Bugün 14 milyonu aşan sayıda işçi, yani kayıtlı işçilerin yüzde 90’ı herhangi bir sendikal korumaya sahip değil. Sayısı 15 milyonu aşan işçilerin yüzde 92’si ise toplu iş sözleşmesi hakkı başta olmak üzere sendikal haklarını kullanamıyor.

Grev hakkı devlet tarafından yasaklama ve ertelemelerle sistematik biçimde ihlal edilerek kullanılamaz hâle getirildi. Yine AKP iktidarı döneminde neredeyse tüm grevler hukuksuz bir şekilde erteleme adı altında yasaklandı. Üstelik ülkemizin cumhurbaşkanı, Anayasal bir hak olan grevleri yasaklamayı yerli ve yabancı sermaye temsilcilerine canlı yayınlarda övünerek anlattı, onlardan alkış aldı. Sadece grev hakkının değil; salon toplantılarından yürüyüşlere, imza toplamaktan mahkemede hakkını savunmaya kadar her türlü demokratik hak arayışının keyfi biçimde kısıtlandığı ve engellendiği bir ülke, sermayenin bu coşkulu alkışları arasında adım adım inşa edildi.

Bu ortam içinde gelir eşitsizliği artarken, ortalama ücretler asgari ücret düzeyine yaklaşmaya başladı. Ağır vergi yükü işçilerin gelirlerini aşındırdı. Bunlara kamusal hakların giderek paralı hâle gelmesi eklenince emekçilerin geçim şartları olağanüstü zorlaştı, satın alma gücü düştü ve yoksullaşma arttı. Bu sürecin doğal bir sonucu olarak işçi sınıfı ve emekçiler, finansal araçlar yoluyla daha fazla borçlandırıldı. İktidar, yoksullaştırdığı halkı ve işçi sınıfını, bir yandan borçlandırarak bir yandan da ‘sosyal yardım’ bağımlılığı üzerinden yönetmeye başladı. Sosyal yardıma muhtaç insan sayısı her geçen gün arttı, sosyal yardımlar, iktidar partilerine yakınlığa göre dağıtıldı.

Türkiye hızla ihracata odaklı bir ekonomiye yönelirken emeğin ucuzlatılması, nüfusun çoğunluğunu oluşturan emekçilerin hakkını arayıp sormasının engellenmesi ancak otoriter bir yönetimle mümkündü. İşçileşmiş ama uysal bir toplum isteyen sermaye örgütlerinin aktif veya pasif desteğiyle ülkemizde demokrasinin tüm kırıntıları adım adım tahrip edildi. Geçmişte de kalıcılık kazanamayan demokratik haklar bir bir ortadan kaldırıldı. Laikliğin ortadan kaldırılmasına yönelik hızlı adımlar ile işçi sınıfının tepkilerinin önlenmesi ve iktidara boyun eğmesi hedeflendi. İşçi sınıfının birliğinden korkulduğu için ayrımcı politikalar, böl- parçala- yönet politikaları, kutuplaştırıcı nefret söylemleri ivme kazandı. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği kurumsallaştırılarak kadınlar bir yandan ucuz ve güvencesiz istihdama veya işsizliğe mahkûm edildi. Ailede, toplumda, yaşamın her alanında eşit ve bağımsız görülmeyen kadınlar, diğer yandan da devletin çekildiği tüm ‘sosyal’ görevleri omuzlamak zorunda kalarak hane içi görünmez emeğin artmasıyla yüz yüze kaldı. Tüm bu yaşananların bir sonucu olarak kadına yönelik şiddet giderek tırmandı.

Yüzde 99’un dışlanarak yüzde 1’in sınırsız ve sorumsuz egemenliğine dayalı bir sistem kurma çabaları en sonunda mantıki sonucuna ulaştı ve otoriter bir başkanlık rejimi ülkemize getirildi. Türkiye ağır bir demokrasi krizi içine girdi. Kuvvetler ayrılığı ortadan kalktı, tüm kuvvet tek kişide toplandı, denge ve denetleme mekanizmaları işlemez oldu. Yargı, bağımsızlığını tamamen yitirdi; uluslararası antlaşmalar bir kenara atıldı. Seçme ve seçilme hakkına dahi el uzatıldı. Özetle ‘yüzde 1’in egemenliği’ tek kişide cisimleşti. Tek kişide cisimleşen yüzden 1’in egemenliğinin, yani başkanlık sisteminin işçi sınıfı için, halkımız için çok ağır sonuçları oldu. Sistem değişikliğinden sonraki dört yılda yüzde 15’ten yüzde 85’e fırlayan enflasyon ile alım gücümüz hızla geriledi. Milyonların mahkûm edildiği asgari ücret, dört yıl içinde 337 dolardan 297 dolara geriletildi; böylece sermaye için özlenen ‘rekabet gücü’ elde edilmek istendi. Asgari ücretin Kişi Başı Gayri Safi Milli Hasıla’ya oranı yüzde 53’ten yüzde 38’e düştü. Bu dört yılda işsiz sayısının 5,5 milyondan 8,5 milyona çıkmasıyla ücretler daha fazla baskı altına alındı. Büyük bir bölüşüm krizini gösteren bu rakamlar tesadüfen ortaya çıkmadı; aksine başkanlık sistemiyle hedeflenen sonuçlar tam da bunlardı. Vahşi kapitalizm koşullarında ‘cumhur’un yüzde 99’una karşı, yüzde 1’in en yıkıcı egemenliği.

Cumhuriyet’in altını oyan süreç aslında toplumun en büyük kesimi olan ücretlileri baskı altında alarak, son lokmasına göz koyma stratejisinin bir parçası olarak ve en önemlisi bir sermaye programı olarak işletildi. İşçi sınıfının kendi hak ve çıkarlarını savunan bir sınıf olarak var olmaması için her türden ırkçı, gerici, ayrımcı, baskıcı ve otoriter politikaya ihtiyaç duyanlar, Cumhuriyet’in temellerinin sarsılmasından hiç de rahatsızlık duymadı. Aksine bu sürece aktif veya pasif destek verdi. Sayısal olarak hızla artarken, siyasi ve toplumsal etkisi azalan bir işçi sınıfı hayali, Cumhuriyet’in temellerini tamamıyla sarstı. Egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğu bir yönetim biçimi olarak tarif edilen Cumhuriyet fikri, o milletin çoğunluğu işçileştiği andan itibaren sermayenin hayalleriyle taban tabana çelişti. Yaklaşık yarım yüzyılda sadece ülkemizde değil, dünya çapında işçi sınıfı büyüdü, ücretli emek yaygınlaştı; işçileşme (proleterleşme) toplumun çok geniş bir kesimini içine alarak genişledi. Bir yandan ücretli çalışma yaygınlaşırken öte yandan ücretlilerin, yoksul halkların toplumsal zenginlikten aldığı pay azaldı. Servetin küresel, toplumsal ve sınıfsal dağılımında da ciddi bir çarpıklık yaşandı ve bu çarpıklık sürekli olarak arttı. Dünya Eşitsizlik Laboratuvarı’nın verilerine göre 90’ların ortasından bu yana, son çeyrek yüzyılda yaratılan servetin yüzde 38’ine en zengin yüzde 1’lik kesim el koyarken, en alttaki yüzde 50 ancak yüzde 2’sine sahip olabildi.

Artan eşitsizliklerin Türkiye tarihindeki en sert görünümüne ise son dönemde hep birlikte tanık olduk. Türkiye ekonomisi, dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri olarak sunulurken sadece son 2 yılda üretilen değerde emeğin payı yüzde 37’den yüzde 25,2’ye düştü. Sermayenin payı ise 2020- 2022 arasında yüzde 42,9’dan yüzde 54’e çıktı. Bugün cumhurun büyük çoğunluğunun, neredeyse dörtte üçünün bağımlı çalışan olarak yaşamını sürdürdüğü ülkemizde, ücretli çalışanların örgütlenmesini yasal ve fiili yollarla engelleyenler belki bugün kâr oranlarını yükselttikleri için, kâr rekorları açıkladıkları için ürettiğimiz değerden aldıkları pay yükseldiği için mutlu olabilirler. Sadece emek gücünün değil, memleketin yer altı ve yer üstü kaynaklarını, doğasını, kentlerini, kamusal tüm birikimini, eğitimden sağlığa tüm temel hizmetlerini sınırsız ve sorumsuzca, sermaye birikiminin çıkarları için seferber edebildikleri bu düzenin devamına çeşitli biçimlerde onay verebilirler ancak toplumun yüzde 99’unun emeğine, geleceğine, ülkesine örgütlü biçimde sahip çıkamadığı, sahip çıkmasının engellendiği bir ülkede, nasıl tehlikeli bir gelecek inşasına el verdiklerini de tarih mutlaka değerlendirecektir.

“İŞÇİ SINIFI OLMADAN CUMHURİYET OLMAZ”

Hem nicel olarak nüfusun çoğunluğu olan hem de ülkenin tüm değer ve güzelliklerini üreten milyonların söz sahibi olmadığı bir Cumhuriyet, ismiyle çelişecektir. Kısacası işçi sınıfı olmadan Cumhuriyet olmaz. Emek olmadan, halk olmadan çoğulcu, katılımcı ve özgürlükçü temellere dayalı gerçek bir demokrasi olmadan Cumhuriyet olmaz. Cumhuriyet ikinci yüzyıla ancak başta örgütlü işçi sınıfı olmak üzere halk egemenliği ile taşınabilir. Bugün Cumhuriyet önümüzdeki yüzyılda ancak ve ancak Emeğin Türkiye’si olarak var olabilecektir. İnsanca yaşayabilmek ve geleceğe umutla bakabilmek için neoliberalizmin ve otoriter rejimin tahribatlarını ortadan kaldıracak ve harcında eşitlik, özgürlük, demokrasi, sosyal ve ekonomik haklar olacak emeğin dünyasını ve Türkiye’sini inşa etmek mümkün ve zorunludur.

Önümüzdeki dönemde, Türkiye’nin belki de kader anında ülkemizi hangi Cumhurbaşkanı’nın yöneteceğine, hangi parti veya partilerin iktidara geleceğine dair elbette bir karar vereceğiz ama sadece bir aday, bir parti tercihi yapmayacağız. AKP’nin kökleştirdiği neoliberal dönüşümün bir sonucu olarak işçilerin, emekçilerin, yoksulların, gençlerin, kadınların, halkımızın geniş kesimlerinin siyasetten dışlanmasına, tüm ifade ve katılım kanallarının kapatılmasına, siyasetin demokratik zeminlerden uzaklaşmasına karşı bir yanıt üreteceğiz. Bu oranda işçileşmiş bir toplumda, demokratik bir Cumhuriyet’in, ancak eşitlikçi, halkçı, kamucu, özgürlükçü, sosyal bir Cumhuriyet olarak var olabileceğinin bilincinde olacağız. Toplumun çoğunluğunun dışlanmasına dayanan sermaye politikaları sona ermediğinde Cumhuriyet’in temellerini sarsan aynı karanlık yere yeniden çıkılmasının kaçınılmaz olduğunu anlatacağız. Yani sadece nasıl bir Cumhurbaşkanı sorusuna yanıt vermeyecek, nasıl bir Cumhuriyet istediğimize, Cumhuriyet’in nasıl kendi anlamının hakkını vererek yaşayabileceğine dair fikirlerimizi de savunacağız.

DİSK olarak Cumhuriyet’i gelecekte anlamına uygun yaşatmanın yolunu ‘demokratik ve sosyal bir Cumhuriyet ve emeğin Türkiye’si’ olarak tanımlıyoruz. Emeğin Türkiye’si, sermayenin değil, halkın egemenliğini esas alır. Halkın ve nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının, çalışanların, üretenlerin egemen olabilmesinin yolu da örgütlü olmasından, örgütlü olmasının önüne engel koymak bir yana, örgütlenmenin güvence altına alınmasından geçer. Bu nedenle örgütlenmenin ve demokratik hak arayışının önündeki her türlü baraj, baskı, fiili ve hukuki engeller kaldırılmalıdır. Barajsız, engelsiz sendikal haklar, çok düzeyli toplu pazarlık hakkı, hak grevi, dayanışma grevi ve genel grevi de kapsayan grev hakkı tanınmalıdır.

Emeğin Türkiye’si, toplumsal zenginliğe el koyan yüzde 1’in değil, toplumun yararını esas alan kamucu ekonomi politikalarını içerir. Yani bir avuç sermayedar ve zenginin yararına işleyen, toplum ve kamu yararını, toplumsal ve kamusal çıkarları tahrip eden, toplumsal kaynakları rant uğruna talan eden, az kazanın çok, çok kazananın az vergi verdiği, Kur Korumalı Mevduat gibi yöntemlerle zenginlerin birikimlerinin emekçilerden alınan vergilerle desteklendiği mevcut politikalar yerine, toplumun yüzde 99’unun çıkarlarını esas alacak toplumcu- kamucu politikalar uygulanır. Bu ülkenin iflas etmiş neoliberal dogmalar yerine halkın yaşamını iyileştirecek, işsizlere iş bulacak, daha iyi işler yaratacak, daha iyi ücretler sağlayacak, emeğin haklarını, insanca çalışmayı, toplumsal gelirin adil yeniden dağılımını, vergide adaleti, katılımcı demokrasiyi, toplumsal cinsiyet eşitliğini, kadınların toplumsal yaşamın her alanında eşit katılımını ve herkesin sosyal güvenliğini sağlayan ekonomi politikalarına ve kalkınma modellerine ihtiyacı vardır. Emeğin Türkiye’si, insan onuruna yaraşır, güvenceli bir işi ve ücreti, kamusal sosyal güvenliği, emekliliği, eğitim- sağlık gibi temel hizmetleri alınıp satılan bir meta değil bir hak olarak görür ve bu hakları kamusal olarak güvence altına alır. Başta sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik olmak üzere temel toplumsal ihtiyaçların, eşit, parasız, nitelikli ve ulaşılabilir olması esastır.

Emeğin Türkiye’sinde neoliberal bireyciliğin kültürel olarak hâkim kıldığı çıkarcılık, rekabet, ayrımcılık ve dışlanmaya karşı dayanışmanın geliştirilmesi hedeflenir. Emeğin Türkiye’si kutuplaşmanın değil, işçilerin birliğinin, halkların kardeşliğinin güvencesidir; çok sesliliği, çoğulculuğu, toplumsal cinsiyet eşitliğini, bir arada kardeşçe yaşamı, yurtta, bölgede ve dünyada barış politikasını benimseyen demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletinin egemenliğini esas alır. Emeğin Türkiye’si demokrasiye, laikliğe, bir sosyal hukuk devleti ilkesine dayalı yeni bir Anayasa ile de güvence altına alınmalıdır. Cumhuriyet’in yüzüncü yılı için belirlediğimiz bu hedefler ilk bakışta gerçekleşmesi zor hedefler olarak görülebilir. Çünkü toplumun yüzde 1’i bizlere, biz toplumun üreten çoğunluğuna tüm bunları gerçekleştirmenin hayal olduğunu söylüyor. Sermaye egemenliğindeki bir dünyayı ve Türkiye’yi akılcı bir seçenek olarak dayatıyor.

‘Başka bir alternatif yok’ sloganıyla palazlanan neoliberal aklın ülkemizi ve dünyayı getirdiği nokta ortada. Artan eşitsizlikler, savaşlar, yıkımlar, göçler, yağmalanan bir dünya ve sermayenin kâr hırsıyla yok oluşa sürüklenen bir gezegen haline geldik. Toplumun yüzde 99’u için iyi olan her şey ‘ütopya’ olarak küçümsendi. Dünyanın, ülkenin ve düzenin değiştirilemez olduğuna dair yalanlar söylendi. Bu yalanların etkili olmasının tek koşulu bizim bölünmüşlüğümüz, bizim örgütsüzlülüğümüz. Bu nedenle emeğin Türkiye’si ve dünyası için, demokratik ve sosyal bir Cumhuriyet için mutlaka ve mutlaka örgütlenmeliyiz. Her şeye rağmen örgütleneceğiz. İşyerlerinde sendikalaşacağız. Bununla da yetinmeyecek, meslek örgütlerimizde, üniversitelerimizde, mahallerimizde, kentlerimizde yaşamın her alanında örgütleneceğiz. Sadece ekonomik- demokratik alanda değil, siyasi alanda da örgütlü davranacağız. Büyük bir sermaye saldırısı altında bir yandan ekmeğimizi, haklarımızı koruma ve geliştirme kavgası verirken bir yandan da bu düzeni değiştirmek için siyasi olarak da özne olacağız.

Demokrasi bize hediye olarak verilmeyecek, gökten zembil ile inmeyecek; şairin dediği gibi ‘diş ile tırnak ile, umut ile sevda ile düş ile’, yani mücadeleyle inşa edilecek ve korunacak. Demokratik ve sosyal Cumhuriyet, örgütlü bir toplumla ve örgütlü işçi sınıfıyla mümkün olacak, hep birlikte kurulacak. Bu hedeflere ulaşmak için kısa vadede ve acilen önümüzdeki engelleri kaldırmak zorundayız. Sendikalaşma hakkımız başta olmak üzere tüm demokratik haklarımızın kullanımının önünde engel olan ‘Başkanlık Sistemi’ adı verilen ucube sistemden kurtulacağız. Önümüzdeki seçimlerin ülkemizin ve geleceğimizin önündeki bu engeli kaldırmak için önemli bir sınav olduğunu unutmayacağız.

Hangi sendikaya üye olacağımıza, hangi gazeteyi okuyacağımıza, hangi filmi izleyeceğimize, hangi festivale gideceğimize, nasıl giyineceğimize, nasıl düşüneceğimize karışmaya kalkanlara; grev, toplantı ve gösteri yürüyüşü gibi Anayasal demokratik haklarımıza el uzatanlara ‘dur’ diyeceğiz. Cumhuriyet’in en temel kazanımlarına sahip çıkacağız. Ülke kaynaklarının nasıl kullanılacağına, neyi üreteceğimize, nasıl üreteceğimize ve nasıl bölüşeceğimize dair söz ve karar sahibi olacağımız bir düzen için mücadeleyi büyütme iradesini yükseltmekten vazgeçmeyeceğiz. Bu ülkeyi en demokratik, en barışçı, en özgürlükçü, en adil, en eşitlikçi biçimiyle emeğin Türkiye’si olarak kendi ellerimizle kuracağız.”