BAŞYAZI | Özgürlükçü laiklikten titrek anti-emperyalizme: Türkiye solunun utangaçlığı üzerine

Bugün bir kez daha Ukrayna gündeminde benzer bir tablo karşımıza çıkıyor. Havetçi bir yaklaşım gibi emperyalizmin ve neo-Nazi yönetiminin misyonu, rolü ve hedefi görmezden geliniyor, hedefe NATO değil, Rusya karşıtlığı üzerinden şerhlerle utangaç bir konum alınıyor. Aslına bakarsanız bugün bir kez daha yüzünü emperyalist odaklara dönmüş medya organlarının basıncı altında kalan bir sol var.

Sol, siyasi mücadelesinde görüş ve düşüncelerini net, kararlı ve iddialı hale getirmek durumunda. Bu olmadan verilecek mücadelenin etki derecesi kaçınılmaz olarak düşecektir. Bununla birlikte Türkiye solunda siyasi tutum ve netlik, ne yazık ki kafa karışıklığıyla birlikte, dalgalanmalar gösteriyor.

Siyasetin ve mücadelenin pusulasını saptıran onlarca unsur var. Pusulayı şaşırtan, pusulanın ibresini titreten alanların çekimine kapılıyorlar. Özellikle sosyal medyaya göre pusulayı ayarlamaya çalışmak pusulanın ibresini sürekli bir sağa bir sola dönmesini sağlıyor. Doğaldır ki bu durumda ya pusula bozulacak ya da eninde sonunda gerçekler karşısında pusulanın ibresi yalpalayıp duracaktır.

Irak, ABD emperyalizmi tarafından işgal edildiğinde, emperyalizme karşı net duruş “ama Saddam da diktatör” şerhiyle etkisizleştirilmişti. Emperyalist merkezlerin, emperyalist çıkarlarının gerekçesi olarak sunulan “diktatör” söylemi, küçük burjuva hassasiyetin sol üzerindeki etkisinden başka bir şey değildi.

Sıra Suriye’ye geldiğinde yine aynı nakaratı dinlemiştik. “Esad da diktatör ama” şeklinde karşımıza çıkan söylem cihatçı çetelerin katliamları ve vahşetleri karşısında, boşa düşen şerh olarak kayıtlara geçti. Gönülsüzce emperyalist işgale karşı çıkış, söz konusu cihatçılar olunca bir nebze olsun giderilebildi.

Ama ülkemizde AKP eliyle 20 yıldır sürdürülen gerici dönüşümün hedefine koyduğu laikliğin tasfiyesinde solun titrek tutumu büyük zararlar vermiştir. 1923 Cumhuriyeti’nin önemli kazanımlarından birisi olan laikliğin “katı, sert, despotik, jakoben” sıfatlarıyla güya eleştiriye tutulması aslında gericiliğin ve AKP’nin ekmeğine yağ sürmek dışında bir işe yaramadı. Karşısına konulan söylem ise herkes tarafından biliniyor: “Özgürlükçü laiklik”

Hatta daha da ileri giderek, laiklik tanımını bile değiştirmeye giriştiler. Laikliğin, devlet ve toplum işlerinin birbirinden ayrılmasını başa yazıp, niye devlet tarikatlara, cemaatlere karışıyor, ayrı olması gerekmez mi tezi üzerinden aslında tarikat ve cemaat örgütlenmelerin önünün açılmasının yolunu yapıyorlardı. “Özgürlükçü laiklikten”, laikliğin korunması değil, tarikatların korunması, tanınması ve kapsanması çıkıyordu. Ama laiklik tanımı, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması kadar, aynı zamanda, dinin toplumsal idarenin ve devletin işlerine müdahalesine hayır demekti. Burayı es geçen, burayı yokmuş gibi davrananların tutundukları laiklik tanımı, gerici siyasete alan açarken, özgürlükçü laiklik söylemi ile Türkiye’de dinci gerici siyasi harekete ideolojik ve teorik destek anlamına geliyordu. Dinci gericilik, yıllardır laikliği düşman belleyerek, dinin, dindarların, muhafazakarların büyük bir baskıya, haksızlığa ve zulme maruz kaldığını iddia ediyor, baskıcı bir yönetimin nedeni olarak ise laikliği görüyordu.

Kuşkusuz, yalandı. Dindarların, muhafazakarların ya da dini yapılanmalarının ülkemizde baskı görmediği, tersine sermaye devleti ve derin devlet tarafından nasıl korunduğu, beslendiği, desteklendiği ve önlerinin açıldığı yaşadığımız gerçekler karşısında gün gibi ortadaydı. FETÖ’nün güçlenmesi ve devleti ele geçirecek hale gelmesine ne demeli? Ya da bugün yargının Hak-Yolcu’lara teslim edilmesi, Sağlık Bakanlığı’nın Menzil tarikatına verilmesi. Diyeceksiniz ki bütün bunlar AKP döneminin ürünüdür. Bir açıdan doğru, ancak yıllardır bu ülkede tarikatların bizzat devlet tarafından nasıl örgütlendiği ve bugüne geldikleri verilen destek ve alan açma ile ilgiliydi. Soğuk savaş döneminin anti-komünist ittifakının bir bileşeni olan dinci gericiliğin iktidar alternatifi haline gelmesi doğrudan emperyalizmin ılımlı İslam projesinin hedefiydi. En büyük destek ise doğrudan liberallerden geldi. Örneğin liberallerin tarih okuması, gericiliğin tarih okumasının en büyük ideolojik zemini haline gelmişti.

Bugün Türkiye’de dinci gericiliğin alanı siyasi ve ideolojik olarak açılmışsa, bunun müsebbibi liberalizmdir. Liberalizmin ise kıblesi New York aydınları, liberalizmin bütün dünyada söylemini belirleyen ise emperyalist odaklardır. Ülkemizde laikliğin tasfiyesine dayanak oluşturulan “özgürlükçü laiklik” söylemi, işlevini yerine getirmiş, sol düşmanlığı ile birlikte laikliğin iğdiş iğdiş edilerek bugünkü İkinci Cumhuriyet rejiminin temel ideolojik kodu haline getirilmiştir.

Benzer bir biçimde, söz konusu emperyalizm olunca, solun kafası bizzat liberalizm tarafından yine karıştırılacaktır. Avrupa Birliği, emeğin birliği safsatası altında desteklenecek, ülkeye demokrasi bizzat AB tarafından getirilecekti. Bugün Ukrayna-Rusya savaşında AB’nin, Rus olan her şeye dönük tepkisi ve düşmanlığı, AB’nin nasıl bir ırkçılıkla ve Nazi sempatisiyle malul olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Ya da Yugoslavya’nın ve Libya’nın bombalanmasında, AB’nin emperyalist yüzü bir kez daha karşımıza çıkmıştı. Ama AB üyelik kampanyaları eninde sonunda, ülke ekonomisinin gümrük birliği anlaşmasıyla AB’ye teslim edilmesiyle sonuçlanmıştı. Liberaller bir kez daha emperyalizmin teknesine su taşımış, demokrasi söylemleri ekonomik olarak ülkenin bağımlılığına ve ekonomik değerlerin AB sermayesinin eline geçmesine kılıf yapılmıştı. Türkiye solu, ise liberalizmin etkisinden kurtulmadıkça bu kafa karışıklığını hep yaşadı. AB’ye üyelik sürecine “havet” en masum talep gibiydi. Ama net, kararlı ve iddialı bir hayır diyemeyen solun, ülkenin bugün geldiği gerici rejimi yaşamasında payı olduğunu söylemek fazla abartılı sayılmamalı. Çünkü hareket alanı açılan liberalizm, gericiliğin önünü açmıştı.

Bugün bir kez daha Ukrayna gündeminde benzer bir tablo karşımıza çıkıyor. Havetçi bir yaklaşım gibi emperyalizmin ve neo-Nazi yönetiminin misyonu, rolü ve hedefi görmezden geliniyor, hedefe NATO değil, Rusya karşıtlığı üzerinden şerhlerle utangaç bir konum alınıyor. Aslına bakarsanız bugün bir kez daha yüzünü emperyalist odaklara dönmüş medya organlarının basıncı altında kalan bir sol var.

Bunun nedeni ise sınıfsaldır. Sol, emekçi sınıflar yerine küçük burjuva duyarlılığa takıldıkça bu utangaç tutumdan çıkamayacaktır. Solun kendi kimliğini, siyasetini ve söylemini net, keskin ve radikal hale getirmesinin yolu, dayandığı sınıfsal temsiliyeti bir gerçeklik haline getirmesinden geçiyor. Aslında Rusya’yı emperyalist baş güç olarak teorize eden politik söylemin karşılığı örneğin Suriye’den Rusya defol söylemi olması gerekmez mi? Ancak dinci gericiliğin ve cihatçı çetelerin taleplerine benzer bir söylemi dillendiremeyen solun yaşadığı kafa karışıklığı bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Süreçlerin analizi ve ideolojik bakış, siyasi tutumları belirler. Suriye savaşında BOP’a, emperyalizme, cihatçı çetelere karşıysak, buradan Esadçılık çıkmayacağı gibi, cihatçı çetelerin, emperyalistlerin ve işbirlikçilerin iddialarına alan açacak tutum ve duruştan da net olarak kaçınmak gerekir.

Mücadele net ve kararlı duruş gerektirir.

Dün özgürlükçü laiklik tanımıyla, bugün utangaç anti-emperyalizm tutumu görüyoruz. Devrimciler net, kararlı ve iddialı olmalıdırlar. Topluma güven ancak buradan verilebilir.