Asrımızın savaşı başlıyor mu!

Yaşadığımız süreçlerin Türkiye üzerindeki etklilerine gelince, ilk söylenecek söz, her alanda olduğı gibi bu olayda da hiçbir öngürde bulunamadan, fevkalade hazırlıksız ve ekonomik olarak güçsüz yakalandık. Siyasi erk bu olayı da içerideki kötü yöntimin sonuçlarını karartacak şekilde küresel çatışmaya bağalama yoluna gitmektedir, daha da gidecektir.

İkinci haftasını tamamlayan Rusya Ukrayna savaşı-başka açıdan bakılınca Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi-çağımızın büyük çatışmasının başlangıcı olabilir mi; ya da görece konvansiyonel silahlarla mevzi çatışma olarak kalsa dahi, dünyada gıda, enerji ve sair temel girdilerde ne tür değişikliklere yol açabilir? Bu durum, nükleer çağda korku ile yaklaşılabilecek büyük bir sorun olduğu gibi, sebep olacağı sonuçlar itibariyle de dünyamızı bugünkünden çok daha büyük ekonomik sorunlara sürüklemeye aday gözükmektedir. Üstelik şimdiye dek yaşanmış iki kapitalist krizin iki paylaşım savaşı ile sonuçlanması ve üçüncü kriz için henüz ne bir teori üretilebilmiş ne de tünelin sonu görülmüşken, böylesi cümlelerin yazılması bile insana ürküntü veriyor. Ne var ki, ilk görüntüsüyle maalesef ciddi bir savaş yaşıyoruz ve bunun nereye kadar süreceği konusunda da henüz bir ışık görünmemektedir.

Geçtiğimiz günlerde Sosyal Bilimler Kongresi tarafından bu konuda tertiplenmiş nefis bir konuşmaya konuk oldum. Ergin Yıldızoğlu, Evren Balta ve Galip Yalman’ın konuşmacı olduğu toplantıda Rusya-Ukrayna savaşı mercek altına alındı. Konuşmalar ve konuşmalardan sonra konuşmacılara yöneltilen sorular ve konu hakkında yapılan katkılar benim için çok yararlı oldu. Bu yazıda, sizlere söz konusu toplantının kısa bir özetini sunmak istiyorum.

Hemen belirtmen gerekir ki, akademisyen konuşmacıları dinlemek bana her daim derin haz vermektedir. Bu toplantıda da üç temel konuşmacı ve katkı yapanların hepsi, ideolojik sebeplerle Rusya’nın yanında durulmalıdır ya da NATO ve ABD Rusya’yı gafil avlamaya çalıştı gibi, önceden tasarlanmış ifadeler kullanmadan, konuyu Gramsci ve Marksist analiz yöntemleri ile ele almaya çalışarak, hem durumun teorik resmini çekmeye ham de olası sonuçları çok geniş bir açıdan ele almaya çalıştılar.

Konu, genel çerçevesi ile küresel hegemonya savaşları bağlamında ele alınarak, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında iki kutuplu dünyada ABD’nin, İngiltere’den devraldığı hegemonya bayrağını zaman zaman gerilere düşse de, 1989 Duvar’ın yıkılışına kadar epey dik tutabildiği ifade edildi. Soğuk savaş sonrasında Sovyetlerin dağılarak Rusya Federasyonu’na gerilemesi iki kutuplu dünyanın görece sükûnetinin sonlanmasına, zira hegemonya mücadelesinde yeni güçlerin giderek filiz verip büyümesine tanık olduk. Yeni durumda Rusya Federasyonu ve Çin temel aktörler olarak, Hindistan ve birkaç başka ülkeler de mücadele sahnesinde boy göstermeye başladılar. Böylece oluşan çok kutuplu dünyada “sürükleyici küresel güç” olma savaşı önceleri sakin ve masa altında cereyan ederken, gerek Çin’in büyük hamle yapması, gerek Rusya Federasyonu’nun ekonomisini toparlaması karşımıza çok farklı bir tablonun çıkmasına sebep oldu. Duvar’ın yıkılışını izleyen dönemde piyasa ekonomisine geçen Rusya Federasyonu’nda Putin, oligarkların hakkından gelerek gerekli silme-süpürme politikası ve yeniden devlet aygıtını oluşturma faaliyeti sonrasında gözlerini dışarıya çevirdi. Rusya’nın, çağımızın enerji kaynağı olan doğalgazın yönetim ve iletim merkezi olma hırsı üzerine inşa etmeye çalıştığı hegemonya mücadelesinin bugün patlak veren savaşının, oldukça gerilere giden bir hazırlık aşaması içinden geldiği anlaşılmaktadır. Öyle ki, 600 milyar dolara ulaşan rezerv biriktiren Rusya’nın Putin başkanlığında hegemonya savaşına gireceği tahminlerden kaçamazdı.

NATO-Ukrayna meselesine gelince, Ukrayna’nın NATO’nun ve AB’nin dışında tutulması bugünü hedefleyen bir tuzak mı, meselesini gündeme getirmektedir. Ancak, unutmayalım ki, Ukrayna, Sovyetlerden ayrıldıktan sonra, haklı olarak kendisini garantiye almak amacıyla Rusya Federasyonu’na ait nükleer tesisleri Rusya’ya iade etme konusunda Rusya’nın ve AB ‘nin garantör tarafları olduğu bir sözleşme yaptı. Siyasetten zerre kadar nasibini almamış bir takım siyasetçilerin de Rusya saldırısı karşısında NATO’nun sessiz kaldığını ileri sürmesi, cehalet mi, işgüzarlık mı, iç siyaste yönelik her sinekten yağ çıkarma cinliğimi, bilemem, ama uluslararası cehalet olduğu ortada! Çünkü Ukrayna bir NATO üyesi devlet değildir. NATO üyesi olmadan NATO’nun işe aktif müdahalesi dünyamızı farklı bir boyuta taşıyabilirdi. NATO’nun müdahalesinin yersizliği kadar, Ukrayna ile Batılılarla birlikte Ukrayna’ya garanti sağlayacak anlaşmaya imza atan Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’da olduğu ileri sürülen nükleer tesisilere müdahalesinin de daha farklı yöntemlerle, emperyalist işgali andıran tavırla değil de, enternasyonalist işbirliği ve anlaşma usulü ile olması daha doğru olurdu.

Bu nokta bizi ülkelerin ekonomik alt yapının örgütlenme ve bunun üzerinde yükselebilecek devletlerin dış siyaset politikaları tartışmasına taşır. Teoride anlatıldığı üzere, insan bilinci üretim aşaması ve yerine göre şekillenir. Bu mikro yaklaşımdır. Makro olarak, ülkenin ekonomik ilişki modeli ile ülkenin dış siyasetinin -ki, çok fazla değişkene bağlıdır- nasıl şekilleneceği oldukça muğlaktır. Bu konuda Lenin’den beri, Luxemburg ile de farklılaştırılan kapitalist-emperyalist görüş hepimizce malumdur. Sol ekonomistler, salt sol üretim ilişkisine sahip oldukları için emperyalist politika ile değil, fakat potansiyel dış tehlikelere karşı kendilerini korumayacaklar mı? Böyle bir şeyin söz konusu olamayacağı açıktır. Bu ufak tartışma lafı dolandırmak için yapılmadı. Tartışmayı buraya taşımamda muradım, Rusya Federasyonu ekonomisinin niteliğinin mercek altına alınması gereğidir. Ne var ki, Lenin’in Sovyetler Birliği, Çarlık Rusyası’ndan, Stalin’in Soveyetler Birliği Lenin’in Sovyetler Birliği’nden, ve Rusya Federasyonu da Stalin’in Sovyetler Birliği’nden, hatta Glasnost ve Perestroyka döneminden de farklıdır. O zaman bu süreci iyi analiz edip, böyle bir geçmişin günümüze nasıl bir politik-ekonomik birikim taşıdığını netleştirmek gerekir. Derin araştırma gerektiren bu konu bu yazının çerçevesini ve yazarını aşar.

Böylesi derin tartışmaları üstadlara bırakarak, neticeye gidecek şekilde bugüne bakıp, bugünlerin nelere gebe olduğu hakkında da bazı notları düşmemiz gerekiyor. Sistem yaklaşımından oldukça uzak da olsa, öyle gözüküyor ki, Rusya ve Çin, gereği durumda Hindistan’ı da dahil ederek, Batı ile ezeli ve ebedi bir çatışma içinde gelişme eğilimindedir. Hal böyle olunca, mesele hegemonya ve rıza oluşturma mücadelesine evirilmektedir. Ukrayna, henüz üzerinde NATO şemsiyesi oluşmadan, gerek nüfus bileşimi, gerek politik olarak Rusya açısından en avantajlı durumda iken, uzun hazırlıklardan sonra harekete geçmek, insannî ıstırapları bir yana, maalesef, savaş ve yıkım tekniği açısından en optimal durum gibi gözüküyor. Burada, hesaplanmayan ve birbiri üzerine binen iki olaydan biri Batı’nın Rusya’ya yönelik yaygın ambargo müdahalesi ve Rusya silahlı kuvvetlerinin belki de öngöldüğü kadar hazırlıklı ya da güçlü olmadığıdır. Birbirini destekleyen bu durum, Ukrayna’nın perişanlığına karşın, Rusya’ya kısa sürede hedeflediği sonucu sağlamıyor olabilir.

Ekonomide Kropoktin ve daha birçoklarının dediği gibi “rekabet, rekabeti öldürür” sözcüğüne analojik olarak, hegemonya savaşları da, oyunun kuralı sonucunda tek hegemona dönüşebilir. O zaman Sovyetlerin kuruluş dönemindeki tartışmayı hatırlayalım, tek ülke sosyalizmi değil, amaç dünya sosyalizmi olmalıdır. Belki de böylesi hiçbir ülkenin hegemon olmadığı dünyada nükleer silahlardan ve savaş korkusundan arınmış olarak ve dünyayı kirletmeden birlikte yaşam sürebiliriz. Ancak, yükselen Çin, belki ona eşlik eden Hindistan dünyamıza yeni sorunlar açacak gibi gözükmektedir. Şimdilik, Çin, Rusya ve ABD savunma, ekonomi ve daha birçok alanda karşılaştırıldığında, farklı çözümler karşımıza çıkmaktadır. Daha gidecek eper yolumuz var, fakat bu durum önümüzdeki yolu zahmetsiz aşacağımız anlamına gelmiyor. Çin ile Rusya ittifakı yapılabilirse, geriliyen ABD hegemonyasına karşı önemli güç olabilir. Bu güç savunulabilir, bir şartla ki, insanlığı köleleştiren küreyi altımızdan alan kapitalist sistemde değil, özgürce ve doğayı kirletmeden bir arada yaşayabileceğimiz sosyalist düzende gerçekleşirse. Göreceğiz; ne var ki, bu mücadelede yüyüyüşün mottosu kapitalizme karşı kurgulanacağından, Sovyetlerin ekonomizme savrulması gibi, bu durumda da yöneliş kapitalizm dinamiği doğrultusunda, yeni dönemin “mezar kazıcısı” na dönüşebilir. Ülkeler arasında yapılan hegemonya savaşlarının, alttan alta sistemler arasında yapılması insanlığın sorunu olmalıdır.
Bunu şimdilik bir dilek olarak kabul edelim ve son duruma göre olası sonuçlarımız üzerinde de biraz duralım. Tüm dünyada enerji ve gıda maddeleri üzerinde halen yaşanan mücadelenin daha da yoğunlaşacağı açıktır. Fiyatlar yükselecek, yaşam fakirleşecek vs. Peki, bir umut olabilir mi? Söylenen şu ki, “yapıcı yıkım” olarak tanımlanan yeni teknoloji, keşif, hatta yönetim biçimleri bir umut gibi gözüküyor. İktisatçı dostlarımız bilirler, bu görüş 1950’li yıllarda Avusturya asıllı Amerikalı iktisatçı Joseph Alois Schumpeter tarafından, ekonomik krizlerin yeni teknolojiler ve böylece oluşturulacak yeni piyasalarla aşılabileceği şeklinde ileri sürülmüş idi. Umalım, insanlarıun daha büyük felkakete sürüklenmeden bu görüş yaşama geçirilebilsin. Ne var ki, bu görüş de özünde kapitalisttir ve sonucu hüsrandır. Şöyle ki, şimdiye dek kullandığımız ve yaşamımızı kolaylaştıran bir dizi icat ya da buluş da yaratıcı yıkıcılık değil midir! Peki bugün neredeyiz! İkincisi, böyle bir dinamik durum kapitalizmi insancıllaştırmaz, ancak çevreyi dışlayarak, çevre pahasına merkezin görece mutluluğunu ve yaşam düzeyini koruyabilir. Diğer bir deyişle, giderek daralan çemberin içişnde merkez kapitalizm çevre pahasına durumunu koruyabilirken, hem çevredeki çatışmalar, hem de çevre-merkez çatışması insanlığa kalıcı mutluluk getiremez. Daha fazla yoruma muhtaç bu konuyu burada kapatalım..

Yaşadığımız süreçlerin Türkiye üzerindeki etklilerine gelince, ilk söylenecek söz, her alanda olduğı gibi bu olayda da hiçbir öngürde bulunamadan, fevkalade hazırlıksız ve ekonomik olarak güçsüz yakalandık. Siyasi erk bu olayı da içerideki kötü yöntimin sonuçlarını karartacak şekilde küresel çatışmaya bağalama yoluna gitmektedir, daha da gidecektir. Hatta, savaş daha da ateşli bir hal alırsa, içeride siyaset sahnesi tam bir işgale dönüştürülebilir. Ekonomi ise ortadadır. Yaşanan kur-fiyat-faiz saçmalığında kimlerin ezileceği, kimlerin ballı böreklerin başına oturacağı, Türkiye’nin dış siyasetinin nereye sürükleceği zaten ortadadır. Bu koşullarda dilerim ki, aziz halkımız yaşanan tüm olumsuzlukları dünya konjonkürüne bağlayan ve bağlayacak olan siyasilere kanmadan, yaşananların dünya koşullarından etkilenme sonucu olmakla beraber, büyük bölümünün sorumlusunun 20 yıldır ülke üzerinde çöreklenniş, “yetmez, ama evet” aymazlarının da desteği ile sürdürülen cahili bile şaşkına çeviren ekonomi-politka, kısacası siyasettir! Tüm oluşumlara rağmen anlayamadıysak, zeytınlıklerimiz giderken, koylarımıza çökülürken, madenlerimiz yabancılara peşkeş çekilirken, benim vergimle görev yapan jandarma yabancı şirketi koruyorsa, hesapsız kitapsız yapılan beton yığınları için çocuklarımızn da geleceğini çalıyorsak, çocuklarımız bize “hırsız” demeyecek mi?

14 Mart Tıp Bayramı’dır. Saygın doktorlarımızı, nefret içeren siyasi sözlerden ve çirkin saldırılardan masun olarak kutluyorum. Siyasiler ve hizmet ettikleri sömürücü sistemler geçicidir, fakat bu halk ve bu ülke bizimdir!