Anne olmak: Ekonomik kriz sürerken anneleri daha kötü günler mi bekliyor?

"Kadından beklenen, iş yaşamına atılmış olsa bile çalışan kadın kimliğinin anne kimliğinin önüne geçmemesidir. Annelik kimliğinin, bakım emeğini öne çıkaran bir yaklaşımla sınırları belirlenmiştir."

Anne olmak: Ekonomik kriz sürerken anneleri daha kötü günler mi bekliyor?

Tülin Tankut

Geniş kadın kitleleri Covid-19 salgınının yarattığı sıkıntıları göğüslemeye çabalarken dünyayı saran ekonomik krizle birlikte bir kez daha sarsıldı. Gündelik yaşamda artan şiddet ve yoksulluk gibi çok önemli sorunları artık daha yoğun hissediyorlar.

Her zaman olduğu gibi bu yıl da Anneler Günü’nde annelere yine methiyeler düzülecektir.  Oysa toplumların kadın algısı değişmemiştir; iyi bir eş ve anne imgesi evrensel niteliğiyle hâlâ revaçtadır. Kadından beklenen, iş yaşamına atılmış olsa bile çalışan kadın kimliğinin anne kimliğinin önüne geçmemesidir. Annelik kimliğinin, bakım emeğini öne çıkaran bir yaklaşımla sınırları belirlenmiştir. Kadınları doğal anneler olarak tanımlayan din çevreleri buna gerekçe olarak, kadınların doğurganlıklarını gösterirler; dolayısıyla bakım işinden de onlar sorumlu tutulurlar.

Laik hukuk sistemi, annelik ve çalışma yaşamının bir arada yürütülebileceğine imkân veren yasal düzenlemeler ve çocuğa bakım hizmeti sağlamıştır; ancak bu reformlar kalıcı olmaktan uzaktır, konjonktüre bağlı olarak değişebilmektedir. Nitekim günümüzde işyerlerinin çoğunda çocuk bakım tesisleri bulunmaz.  Çalışan kadının ev işi ve bakım emeği için harcadığı zamanı azaltacak yasal düzenlemeler yoktur. Eğitimli, gelir düzeyi yüksek işlerde çalışan kadınlar bakım hizmetlerini satın alarak yükümlülüklerini bakıcı kadınlara ya da kreşlere devrederken vasıfsız işlerde çalışan dar gelirli kadınlar, özellikle bizim gibi ülkelerde daha çok akrabalarından yardım almaktadırlar. Dolayısıyla kâr ilkesine göre işleyen kapitalist sistemden bireyin/ kadının yasal haklarını kullanabilmelerini ummak hayalciliktir. Kadınlar haklarını ancak devletin izin verdiği kadarıyla kullanabilirler.

Günümüzde bakım hizmeti – çocuk, hasta, yaşlı, engelli – büyük bir endüstriye dönüşmüştür. Ülkemizde düşük gelirli kesim için bu hizmet, hayırseverlikle ilişkilendirilmiş, din temelli bir hale getirilmiştir. Hükümet, kendi takdiri olan küçük meblağlarla bakım hizmetine katkı vermektedir. Sürdürülebilir bir uygulama içinse ticarileşmiş bakıma karşı kamusal bakım hizmetlerinin desteklenmesi gerekir. SSCB deneyiminden gördük ki, bakım hizmetleri toplumsallaştırılırsa kadın emeği sömürüden kurtulacaktır. İleri kapitalist ülkelerde Endüstri 4.0, robotların insan emeğinin yerini alacağı söyleniyor; 5.0’dan (akıllı toplum) söz ediliyor; ancak bu,  kapitalizm koşullarında belli ki bir avuç azınlığın işine yarayacaktır.

Yine bu ülkelerde, ev ve iş yaşamı arasında denge kurabilmesi için kadına sağlanan devlet desteğinin de sürdürülebilir olmadığı anlaşılmıştır. “Ebeveyn kadın”a (tek başına çocuk yetiştirme), evde çalışana, yarım gün çalışana çekici gelen bu desteğin,   düşük ücret, kötü ve uzun çalışma koşullarında   annelere   işi bıraktırdığı görülmüştür.

Denilebilir ki, kadınların hak arayışları nasıl bu denli engellenebilir?

Postmodernizmin “dine dönüşe” imkan tanıması, toplum yerine topluluk (cemaat) anlayışını önermesi; ekonomi kötü gittiğinde ,işçi ve emekçilerin haklarının çiğnendiğinde, başta hukuk olmak üzere laik kurumların işlevlerini  olumsuz yönde etkilemiştir.  Laikliğin kalesi denilen Fransa bile bundan kaçamamıştır. ( “Gevşetilmiş laiklik”) Ancak kapitalist devletin varlığını idame ettirebilmesi için laiklik ilkesini koruması kaçınılmazdır. Böyle bir deneyim Müslüman ülkelerde, bizzat bizde yaşandı. 1990’larda İslami politik kimlik yaygınlaşmaya başladı. İş başında olan hükümetler, parlamentodaki muhalefetin sessiz kalmasıyla da, dinsel söylemleri ve toplumsal yaşamın her alanındaki uygulamalarıyla laiklik ilkesini zedelediler.  Halen, kazanılmış kadın hakları, ailenin korunması siyasi söylemi içinde eritilmeye çalışılıyor. ( * )  Kadınların geleneksel kültüre tabi olmaları; eşitlik yerine adaletin, toplumsal cinsiyet yerine fıtratın geçmesine rıza göstermeleri bekleniyor. Fıtrat nedir? Toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin güçlendirilmesidir. Burada tehlikeyse, tarikatların, cemaatlerin güç kazanarak siyaseti etkileyebilmeleridir.

Manzara hiç iç açıcı değildir. Ekonomik krizler ve gelir dağılımındaki adaletsizlik yüzünden her tür ilişki yara almış; yabancılaşmaya yenik düşmüştür. Bireycilik benliği ele geçirmiş; aklına eseni yapma, doyumsuzluk, sabırsızlık, sorumluluk almayı gerektiren ebeveynlik konumuna da sirayet etmiştir. Yolunda gitmeyen evlilikler, aldatma, artan boşanmalar, çocukların velayeti, devlet kurumlarına bırakılan çocuk sayısındaki artış, çocuk yaşta evden kaçma; buna karşılık hukukun edilgenliği… Oysa bunlar devletin çözeceği sorunlardır. Örneğin, evlilik yasal toplumsal bir kurumdur. İmam nikahı kolaycılığına sığınıp on sekiz yaşını doldurmamış kız çocuklarının, başlık parası ödenmesin diye kaçırılması suçtur. Aynı şekilde evli erkek ve kadınların boşanma gerçekleşmeden başkalarıyla imam nikahı kıydırmaları da yasalara aykırıdır.  Asıl tehlikeyse, yumurta kapıya gelince mi fark edilecek türden, sosyal medyanın denetimsiz kullanımından doğan sorunlardır. Sosyal medyada tanışmayla başlayan evlilik serüvenlerinde (bazen de yasaklı madde kullanmanın etkisiyle) kontrolden çıkmış, akla ziyan davranışlar sergilenmekte, cereyan eden olaylarda faillerini bulmak da televizyondaki kadın programlarına düşmektedir!

Kadın ve aile üzerinde kol gezen yoksulluk artık tüm dünyanın sorunu haline gelmiştir. Japonya’da işsizlik, aileyi geçindirememe, kaçak yaşayanlar (intihardan vaz geçenler) için, “üretimi doğrudan etkilemediğinden” “buharlaşanlar” deniyormuş. (26 Kasım 2022, National Geographic kanal) Ağırlaşan yaşam koşulları, annelerin sırtına daha fazla yük bindirecektir. Sağlıklı bir gebelik geçirme, ücretsiz tedaviden yararlanma, fiyatları artan ilaçlara erişim gibi hakları kullanmak zorlaşacaktır. Bebek doğduktan sonra masrafları nasıl karşılanacak? Kötü beslenme ve sağlıksız koşulların getireceği anne – çocuk ölümleri…

Ülkemizde kadınların çoğu, eğitim düzeyi düşük olduğundan düşük ücretli, güvencesiz işlerde çalışıyorlar. Artık iş beğenmeme gibi bir lüksleri (!) de kalmadı. Yetkililer farkında mı acaba, geçinebilmek için emekli, öğrenci, engelli, kepenk kapatan esnaf, küçük işletmeci ve daha nice iş arayanlar da esnek iş kollarına yönelmekteler; bu da kadınların işe girme şansını azaltmayacak mıdır? Çaresizlikse insanlara neler yaptırıyor…Kız çocuklarını küçük yaşta evlendirenler, çocuklarını okuldan alıp çalıştıranlar; para karşılığı evlatlık verenlere bile rastlıyoruz. Beterin beteriyse göçmen, sığınmacı kadınlar…

Ekonomik kriz sürerken emperyalist rekabet nedeniyle, ‘her koyun kendi bacağından asılır’, düsturunun yeniden gündeme geleceği beklenmelidir. Her bir ülkenin de öncelikli hedefi büyük sermayenin çıkarlarını korumak olacaktır.  ABD, Çin, Rusya, İngiltere ve Hindistan’ın başını çektiği küresel askeri harcamaların sürekli artış göstermesi boşuna değildir. Çoğunluğu göz ardı etme pahasına bir avuç azınlığın çıkarlarının gözetilmesi için denetimi kolay toplum istenir.  Bu da ancak toplumu baskı altında tutmakla gerçekleşebilir. (Kendimizden paha biçelim: Hukuka olan güvenimiz her geçen gün azalmıyor mu? En son ‘gezi’ davasında çıkan karara  ne demeli? )

Bu yüzden olup bitenleri dikkatle izlemeliyiz. Tersi durumda yakındığımız bu kapitalist sistem yine yoluna devam edecektir.

Önümüzde dönemde özellikle kadınların durumunun daha da kötüleşeceğine dair emareler artıyor.  Hiç ilgisizmiş gibi görünen olaylarda bile buna dair ipuçları sezilebiliyor.  Avrupa’da yükselişe geçen sağcı hareketler, Fransa ‘da seçimi kazanmasına ramak kalan Le Pen , tüm ülkelerde palazlanmaya  başlayan aşırı milliyetçi, dinci akımlar ve   “kadının yeri evidir” zihniyetini  temsil eden diğer güç odakları… Seçimlerde , Fransız aşırı sağının,  tarihinin en yüksek oyunu aldığı söylendi. Demek ki içinden geçtiğimiz süreci “yeni faşizm”, “yeni Ortaçağ” diye adlandıranlar o kadar haksız sayılmazlar.  Kadın özgürlüğüne bakış konusunda merkez sağda duran Macron’la Le Pen arasında ne fark var, bir derece farkından başka?   Bizde ailenin güçlendirilmesi için nedir bu telaş? Neden kadınlar değil de aile güçlendiriliyor? İlahiyat fakülteleri ihtiyacı karşılamıyor mu ki Diyanet Akademisi’nin açılmasına gerek duyuluyor? Ana akım medya da boş durmuyor: Gündüz kuşağı;  yeme- içme, çeyiz- çimen, giyim- kuşam yarışı gibi özel alanla sınırlı programlarla dolduruluyor; sanki kadınların yaşamı bundan ibaretmiş gibi… Bir yandan da haber saatlerinde, iş yaşamında kadın istihdamı artırılacak vaatlerinde bulunuluyor. Boş vaatler… Kadın istihdamının artırılması için iş gücü piyasasının, toplumsal cinsiyet eşitliğini destekleyici bir düzenlemeye tabi tutulması gerekir. Ayrıca kadın örgütlerinin sesinin kısılması da ihmal edilmiyor; iş örgüt kapatmaya kadar varıyor. (Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’ nun suçu ne? “Fincancı katırlarını ürkütmek” olsa gerek!)

Bu sorunlar toplumun tümünü ilgilendirir, yalnıza kadınları değil. Kapitalizm ve ataerkil yapıların birbirlerini desteklediklerini, sistemin bekası için din sömürücülerinden de destek aldıklarını görmemiz gerekir. Ancak tüm dünyada olduğu gibi kapitalizme karşı kitlesel tepkiler büyüyor. İstanbul Sözleşmesi’nin iptaline ilişkin çok sayıda dava başvurusu olmuştu. (Sonucu merakla bekliyoruz) Ana akım medyada sorunların gerçek nedenlerinin fark edilmemesi için izleyiciye yanıltıcı bilgiler aktarılıyor, bazı yetkililerce demagoji (yanlışı doğruymuş gibi gösterme) yapılıyor. Ancak bunlar emekçi halkın gözünü korkutmamalı.

Özetle, değil mi ülkemizin “demokratik, laik, hukuk devleti “ olduğu, iş başındaki hükümetin  üst düzey yetkilileri tarafından dillendiriliyor; o halde  bu yıl ‘Anneler Günü’nde  beklentimiz solun, kadın örgütlerinin demokratik hakları olan güçlerini birleştirip ortak bir söylemle geniş kitlelere yönelik toplumsal cinsiyet farkındalığı yaratmak için yapacakları etkinliklerin hız kesmemesidir.

DİPNOT:

( * )Dinci propaganda  23 Nisan 2022 günü, ana akım televizyon kanallarından (halk dilinde yandaş denilen) birinde de yer  almıştı. Sözü edilen “Ev Okumaları Programları”nda, çocuklu bir ailenin evinde, ilk okul çağında beş- altı çocuğun ve üniversiteli abla ve ağabeylerin katılımıyla yemek yeniyor, sohbet ediliyor, televizyonda konuşan kişinin deyimiyle çocuklara, okul müfredatı dışında kalan adab-ı muaşeret , İslami ahlak öğretiliyor. Kendini bir grup esnafla birlikte hayır işleri yapan biri olarak tanıtan, İslami giysiler içindeki konuşmacı, “Aile bizim kalemiz; kalemizi korursak kimse bizi yenemez” dedikten sonra toplum için öngördüğü amaçlarını sıraladı. Örneğin, daha önce de hükümet çevresi tarafından dile getirilen İslami doktor, İslami mühendis v.b. meslek sahiplerinin yetiştirilmesinin toplumsal yararlarından söz etti. İslamı güleryüzle tanıtmak, özenilen bir din haline getirmek konusundaki düşünceleri Diyanet İşleri Başkanı’nın söylemleriyle de örtüşüyordu.