AKP’nin siyaset teorisi

Kendisini milli iradenin temsilcisi olarak varsayan AKP, yeni bir rejimi tesis ederken, doğrudan İslamcı ideolojiye dayanan yeni bir paradigmayla bu rejimi kurmuştur. Gerisi lafı güzaftır!

AKP’nin düstur edindiği siyaset teorisinin bazı köşe taşları ya da bazı temel tezleri bulunuyor. Bu temel tezlerin hepsinin başka bir yazıda ayrı ayrı ele alınması ve analiz edilmesi ayrıca gerekiyor. Ancak birer retorik olarak karşımıza çıkan bu olguların temeline indiğimizde ortadaki gerçek, liberalizmin tarih okumasından başka bir şey değil. Liberalizm, modernizmin bir ideolojisi olarak ortaya çıkarken bugün post-modernizmin bayraktarlığını yapar hale gelmiş, bu, gerici ve muhafazakâr ideolojiye tutunacak dal olmuştur. Ya da tersinden söylersek dinci siyasal ideoloji ile aynı yerde buluşuyorlar bugün. Bu bir geriye gidiştir. Bugün liberalizm yeniden seküler damarını hatırlasa da dincilik ile liberalizm aynı ideolojik dairenin içinde yer almaya devam etmektedirler.

Konumuz bu değil; konumuz AKP’nin dayandığı “teorik tezler”. AKP Genel Başkanı Erdoğan, Nuri Pakdil’i referans gösteriyor. AKP’nin bir başka “mürekkep yalamış” ismi Mahir Ünal, Cemil Meriç’ten alıntılar yapıyor. Geçmişte kendilerine muhafazakâr demokrat diyorlardı, bugün muhafazakâr devrimci kavramını sıkılmadan icat edebiliyorlar.

Her zaman devrimcilerin ve devrimlerin karşısındaydılar. Bugün kendilerini “devrimci” olarak lanse etmeye çalışmalarının ise bir psikolojik yanı olsa gerek: Sağcılık prim yapmıyorsa, solcu görünmek! İktidarı kaybetmenin bilinç altının dışavurumu belki de! Ancak devrimci, eskiyi, köhnemişi, geri olanı yıkar. Osmanlıcılığı yeniden gündeme getirmenin ve eskiye öykünmenin açıklayıcı kavramı muhafazakârlık olabilir, ancak AKP’nin 20 yıllık iktidarı muhafazakarlığın da ötesinde karşı-devrimci bir siyaset pratiğidir!

Cemil Meriç’in aforizmalarından bütünlüklü bir şey çıkmaz. Ancak AKP’nin kendisini soldan ve sosyalizmden etkilenen bir mütefekkir olarak Meriç’e dayandırmaya çalışması, entelektüel görünme çabasından ya da ezikliğinden başka bir şey değildir. Nuri Pakdil ise yeni moda. Kötü şiirleri var. Kapitalizme ve emperyalizme karşı geldiğini söylerken, tıpkı Cemil Meriç gibi solun etkisinden kurtulamayan bir sağcı mütefekkir olarak kafası karışık bir isim. Ancak kafası Cumhuriyet, laiklik ve Atatürk düşmanlığında net: Atatürk’e nasıl bakıyorsunuz sorusuna, “firavunlara karşıyım” diye yanıt veriyor. “Ne mutlu Müslümanım diyene” diye panel konuşmaları yapan bir isim olarak Cumhuriyet düşmanı olduğu çok açık. “Yaşasın şeriat” derken, sözde kapitalizm ve emperyalizm karşıtlığı AKP’nin pratiğinde yerle bir oluyor! Ya da siyasal İslamcılığın AKP somutluğunda gerçek yüzüne karşılık düşüyor!

AKP, Pakdil ve Meriç’e tutunmaya çalışsa da Kadir Mısırlıoğlu’nun ve Necip Fazıl’ın öğrenciliğinden daha öteye gidemeyen bir sığlığın adıdır! Bilinçaltının dışavurumu olacak, AKP, iktidardan gideceğini hissettiği için olsa gerek, sağcılığa ve dinciliğe leke sürdürmeden utangaçça “Müslüman solculuk” yapmaya çalışıyor gibi… İslamcılığın solcusu olur mu sorusu ise başka bir yazının konusu!

Bugün AKP’nin temsil ettiği zihniyet, bütün tarihi gerçekleri ters yüz eden iki ismin, Necip Fazıl’ın ve Kadir Mısırlıoğlu zihniyetidir! Taksim’e cami, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi, İstanbul’un fetih kutlamaları, Abdülhamitçilik ve türban, İslamcı hamaset siyasetinin belli başlı noktaları. Bugün hepsi gerçekleşmesine rağmen, kurtuluş, adil düzen, huzur, istikrar, ahlaki değerler vs. bir türlü sağlanamıyor. Bu İslamcı siyasetin özünde kapitalizmin sınırlarını aşamadığı tersinden doğrudan dini kapitalizmin hizmetine sunmaktan öte bir anlam taşımadığını gösteriyor. Hatta bugün yolsuzluk, talan, rant, faiz, mafyalaşmaya paralel tarikatçılık ve dinciliğin el ele yürümesi, dincilik ile toplumsal çürümenin birlikte yükselişi gerçeği İslamcı siyasetin bütün hamasetini yerle bir ediyor!

AKP’nin siyaset teorisinde öne çıkan tezlerin başında “İslamcı hamaset” geliyor. Bu hamaset siyasetinin içinin nasıl boş olduğu, hem tarihi gerçekler karşısında hem de bugünkü eşitsiz ve adaletsiz toplumsal düzende ampirik olarak karşımızda duruyor.

AKP’nin siyaset teorisinde bir başka nokta da Menderes ve Özal’a yaslanarak bir gelenek/süreklilik arayışı ve Menderes – Özal çizgisinin devamı olarak kendisini merkez sağa yerleştirme gayreti. Ancak sorun şurada: Hem Menderes hem de Özal Türkiye siyasi tarihinin en başarısız iki ismi. Özal, ülkeyi emperyalist finans kurumlarına ve emperyalist tekellere pazar haline getirirken, Menderes ülke ekonomisini iflas ettirmiş başbakan olarak tarihe geçmiştir. Özal, 12 Eylül cuntasının siyasi figürü ve 24 Ocak Ekonomik Kararları’nın bizzat uygulayıcısı olarak nasıl övünç kaynağı olabilir? Menderes, ülkenin altın ve döviz rezervlerini tüketmiş, dış borçlanmayla ülke ekonomisini batırmış, 1958 yılında moratoryum ilan ederek IMF’nin kapısını çalmıştır. Düyun-u Umumiye, Abdülhamit döneminde kurulmuş, Menderes ve Özal IMF kapılarını çalarak ülkenin dışa bağımlılığının baş sorumluları olarak tarihe geçmişlerdir! Bugün ülkenin temel sorunlarını, emperyalizme bağımlılığını, dış borca dayalı ekonomisini dert ediniyorsak Abdülhamit, Menderes ve Özal’ı anmamak mümkün mü? Bu üç isim üzerinden bir gelenek, kimlik ve tarih inşası AKP’nin siyaset teorisinin köşe taşlarından birisidir ve bundan müteşekkil bir cehaletten ibarettir!

Asıl üzerinde durmamız gereken ise AKP siyaset teorisinde öne çıkan iki olgu: Milli irade ve vesayet söylemi!

AKP, kendisini milli iradenin tecellisi olarak görmektedir. Bugüne kadar milli iradenin tecelli etmediğini, asker ve bürokrasi vesayetinin “halk iradesini” yok saydığını, sistemin vesayet üzerine kurulduğunu ancak kendilerinin bunu yıktığını ve bu anlamıyla büyük bir değişimi kendilerinin temsil ettiğini söylemekte, bunun propagandasını yapmaktadırlar. Ancak iktidarın sınıfsal kimliği ve niteliği söz konusu olduğunda durum bu iki kavramla açıklanamayacak kadar yalındır. İster askerler ister CHP isterse AKP iktidarda olsun, burjuva yönetim biçimlerinin tahlili sınıflardan azade ele alınamaz. Kapitalist Türkiye’de iktidar olan sınıf burjuva sınıfıdır ve siyaset sermayenin çıkarlarını korumakla belirlenir. AKP vesayet derken, doğrudan patronların iktidarını halk egemenliği olarak yutturmaktadır. O açıdan bu vesayet tartışması, bir iktidar tartışmasıdır. Aynı zamanda madem vesayet AKP ile bitti, AKP’nin yeni bir rejim kurduğunun ikrarı anlamına da gelir.

Bugün AKP, Kemalist asker ve bürokratik vesayetten şikâyet ederken, yerine İslamcı bir bürokrasiyi, akademiden yargıya, eğitimden askeriyeye kadar kurmuş durumdadır. Bürokrasinin AKP siyasetine “uyumsuzluğu” kendileri açısından vesayet sorunsalıyla dile getirilirken bugün böylesi bir sorun artık AKP açısından kalmamıştır. Bu hikâye de bitmiştir!
Ancak AKP, vesayetten şikâyet ederken devleti tarikatlara teslim ederek yeni bir vesayet rejiminin kuruluşuna da imza atmıştır. Bugün devlet, bir anayasaya göre değil, doğrudan tarikatların ve tarikat şeyhlerinin kararlarıyla biçimlenen bir vesayet rejimiyle yönetilmektedir. İkincisi, Meclis’in tasfiyesidir. Meclis, bugün ülkemizde göstermelik bir tasdik kurumundan ibarettir ve milli iradenin tecelli ettiği kurum olmaktan çıkarak bizzat AKP tarafından tasfiye edilmiştir. Bu, tek adam rejimiyle sonuçlanan milli iradenin gaspından başka bir şey değildir. Meseleyi sandığa-seçime dayandırarak, başkanın seçimle gelmesi bu gerçeği değiştirmiyor. Halkın vekilleri yerine yönetimin tek adama dönüşmesi bir ilerleme değil, geriye gidiştir. Bu bir başka açıdan meşruti yönetim biçimine benzeyen Cumhuriyet’in gerisinde bir sistem anlamına gelir.

AKP’nin milli irade kavramı sakat bir bakış açısıyla malul. Bir yandan Osmanlıcı olup, diğer yandan milli iradeyi temsil ettiğini söylemek işin bir başka boyutu. Osmanlı padişahlarını, hanedanlığı ve Osmanlı yönetimini övmek, savunmak ve referans göstermek doğrudan milli egemenlik kavramıyla zıtlık içerir. Hanedanlık ve millet egemenliği yan yana gelemez. İdeolojik olarak Osmanlıcı olup, siyaseten milli egemenliği temsil etmeyi AKP’nin ideolojik sakatlığını gösteren bir başka olgu olarak görmek gerekiyor.

Bununla birlikte bugün AKP, askeri ve bürokratik vesayeti ortadan kaldıran değil, tersinden doğrudan askeri ve bürokratik yapıyı devlet yönetiminin egemen unsuru haline getirmiştir. Bugün AKP iktidarı doğrudan ordunun yönetimde olduğu bir rejim kurmuştur, devletin güvenlik/istihbarat bürokrasinin de en az ordu kadar bugünkü tek adam rejiminde söz sahibi olduğunu söylemek işten bile değildir. Tersinden AKP eliyle kurulan rejim, ordu, polis ve istihbarat güçlerine dayanmaktadır.

Bugün gelinen noktada, 1923 yılında kurulan Cumhuriyet’in temel paradigmaları ortadan kaldırılmıştır. Bu paradigmalara göre kurulan “devlet anlayışı”, bu paradigmalara kökten karşı olan AKP tarafından “askeri ve bürokratik vesayet” olarak görülüyordu. Kendisini milli iradenin temsilcisi olarak varsayan AKP, yeni bir rejimi tesis ederken, doğrudan İslamcı ideolojiye dayanan yeni bir paradigmayla bu rejimi kurmuştur. Gerisi lafı güzaftır!

İktidarı ve devleti ele geçirmiştir, kendisine göre biçimlendirmiştir. Vesayetten şikâyet edip, vesayetten daha geri olan tek adam yönetimine, Cumhuriyet’ten daha geri meşruti yönetim biçimine, tarikatlara, mafyaya ve patronlara dayanan bir istibdat rejimi inşa etmiştir!