Üniversitede bilim-eğitim ikilemi

Üniversitenin çöküşü AKP’den önce başlamıştı; AKP son noktayı koydu, o kadar. Düzeltmek için, nasıl çökertildiğini bilmek gerek.

Üniversiteye yapılacak en büyük kötülük, üniversiteyi işlevsiz hale getirmenin en kolay yolu nedir derseniz, onu bir eğitim kurumuna çevirmektir derim. Daha doğrusu, onu bir bilim kurumu olmaktan çıkartıp eğitim kurumu haline getirmektir derim. Akademiye yönelik diğer bütün saldırılar aslında bu amaca yöneliktir. Eğer üniversite bilgi üretim sürecinden kopartılırsa/koparsa, geriye sadece lise azmanı bir meslek okulu kalır ki, artık tüm olumsuz değişimlere açık demektir.

Elbette bu dediklerimden ‘üniversitede eğitim yapılmasın’ anlamı çıkartılmamalı; ‘yapılsın ama bilgi üretiminin önüne geçirilmesin’ demek istiyorum.

Aslına bakılırsa bu tartışmalar hiç de yeni değil; başlangıcı 1945 yılına, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna dek gider. Savaşın yol açtığı yıkım, savaşta sabit sermayenin büyük bölümünün yok edilmesi, bilim ve teknolojideki gelişmeler, kapitalizmin krizlerinin üstesinden gelme yöntemi olarak kamu yatırımlarına ağırlık veren Keynesçi uygulamaları zorunlu hale getirmişti. Bu politikaların sonucu olarak işçi ücretleri yükseldi, sosyal haklar genişledi ve üniversite eğitimi kitleselleşti(1). Elbette kitleselleşme de doğal olarak eğitimin bağıl yükünü artırdı, ders yükü kimi öğretim üyeleri için haftada otuz saate ulaştı, hatta sonraları ikinci öğretim ile birlikte bunu aştı ve çözüm arayışları başladı.

İlk akla gelen çözümlerden bir tanesi, özelliği olan bilimsel araştırmaları üniversitenin dışına taşımak oldu. CERN adıyla bilinen Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi buna iyi bir örnektir. ABD’de ise araştırmalar piyasa ile bütünleştirilerek Silikon Vadisi benzeri alanlar yaratıldı. Ancak bu kapsayıcı bir çözüm olmaktan uzaktı; çünkü sadece belirli alanlarda işe yaradığı gibi, üniversite ortamında var olan farklı bilim dallarının etkileşimini sağlayamıyordu.

İçlerinde Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülkede ise bilimi üniversite içerisinde ama ayrı bir yapıda ele alan enstitü veya doktora fakültesi uygulamasına gidildi. Buna göre bilgi üretimi açısından belirli bir düzeyin üzerinde olan öğretim üyeleri ayrıca bu yapılar içinde de yer alacak ve sadece bunların lisansüstü eğitime katılabileceği programlar açılacaktı. Kısacası üniversitenin araştırma etkinliği bu yapılar üzerinden yürüyecekti. Birçok ülkede bu yöntem işledi ve işliyor. Örneğin İsveç’teki Uppsala Üniversitesi’nde lisans düzeyinde öğrencilere ders verme görevi ağırlıklı olarak okutmanlara aittir. Öğretim üyeleri zamanlarını lisansüstü çalışmalara ve kendi bilimsel araştırmalarına ayırır. Sovyetler Birliği’nde de enstitü modeli uygulanmıştı. Türkiye’de ise enstitüde yer alacak öğretim üyesi standardı kullanılmadığından, proje zaten ölü doğmuş oldu.

1990’lı yıllarda YÖK tarafından başlatılan ‘elit üniversite’ tartışması ve girişimleri için ise “iyi ki gerçekleşmedi” den öte bir şey söylemiyorum. ‘Elit olmayanları’ tam bir felakete sürükleyecek bu yaklaşım, enstitü modelini bile uygulayamayan bir ülkede ne hale getirilirdi? Düşünmesi bile korkunç geliyor.

Durum böyle olunca ister istemez, öğretim üyeliğini de farklı tiplere ayırma çalışmaları başladı. En genişi ve bilineni Ernest Boyer’in sınıflandırmasıdır. Buna göre araştırma, entegrasyon, uygulama ve eğitim akademisyenlikleri olmalıydı.  Araştırma ve eğitimden ne kastedildiği açık. Entegrasyon ise disiplinler arasındaki bağların kurulmasını sağlamaktır. Bu şekilde özgün araştırmalar için yeni anlayışlar ortaya çıkartmaya çalışır. Freud’un teorilerine tıp literatüründen çok Sofokles okumasının katkısı olması gibi. Böyle bakıldığında entegrasyon akademisyenliği, araştırma akademisyenliğine yakındır. Uygulama akademisyenliği ise profesyonel beceriyle ilişkili olarak bilgiyi değerlendirmektir. Elbette daha başka sınıflandırmalar da var ama tümünün ortak noktası bilim ve lisans eğitimini birbirinden ayırmalarıdır.

Görüldüğü gibi 1945’den beri bilim ve eğitimi birbirinden ayırma çabaları sürmektedir. Türkiye’de ise şimdiye dek hiçbir ciddi girişim olmamıştır. Şunu söylemeye çalışıyorum, üniversitenin çöküşü AKP’den önce başlamıştı; AKP son noktayı koydu, o kadar. Düzeltmek için, nasıl çökertildiğini bilmek gerek.

(1)Günal İ. Üniversitenin piyasalaşma süreci. Toplum ve Hekim 35:371-7, 2020.