Tülin Tankut yazdı: İki televizyon dizisi üzerinden günümüzde 'Türk aile yapısı'na bir bakış

“İstanbul Sözleşmesi”nin feshi nedeniyle siyaset dünyasında tartışma konusu yapılan “Türk ailesi yapısı”, “baba ocağı” olarak adlandırılmasından da anlaşılacağı üzere ataerkildir. Ailenin temel işlevi olan çocuğun eğitimi ebeveyne ama daha çok da anneye ait bir yükümlülüktür.

Tülin Tankut yazdı: İki televizyon dizisi üzerinden günümüzde 'Türk aile yapısı'na bir bakış

Tülin Tankut

“İstanbul Sözleşmesi”nin feshi nedeniyle siyaset dünyasında tartışma konusu yapılan “Türk ailesi yapısı”, “baba ocağı” olarak adlandırılmasından da anlaşılacağı üzere ataerkildir. Ailenin temel işlevi olan çocuğun eğitimi ebeveyne ama daha çok da anneye ait bir yükümlülüktür. Ancak teknolojik yeniliklerin, bireylere yararlı olduğu kadar kötü kullanımı nedeniyle aile içi iletişim ve etkileşimi olumsuz yönde etkilediği, Türk aile yapısı bozuluyor mu türü kaygılarda bunun da payı olduğu düşünülmektedir.

Bağımsız sosyologların alanına giren bu konuya, geniş kitlelerce izlenmesi hasebiyle, gösterimde olan iki yerli televizyon dizisi üzerinden izleyici gözüyle yanıt aramaya çalışalım.

Günümüzde, büyük kentte geçen “Kardeşlerim” dizisinin hikayesi, emekçi bir ailenin dört çocuğunun, anne ve babanın ani ölümleri üzerine ortada kalmalarıyla başlar. Ağabey Kadir, lise öğrencileri Asiye, Ömer ve küçük Emel apar topar ev sahibi tarafından kapının önüne konur. Özel bir kolejde hademe olan Amca, eşi ve devlet lisesinde okuyan çocuklarıyla -Aybüke , Oğulcan- bir gecekonduda otururlar. Yenge, evde yer olmadığı bahanesiyle dört çocuğu gece vakti gecekondunun bahçesindeki kümese yerleştirir. Vicdanlı ama silik bir adam olan Amca, karısına karşı çıkamaz.

“Kümes” olayıyla birlikte hikayenin daha başında kafamızda soru işaretleri oluşmaya başlar. Verili durumda sosyal hizmetler varken, iyi kötü ihtiyacı karşılarken sorumluluğu Amca ve Yenge’ye yıkmak neden? Ayrıca bu yaklaşımla kadının haklı isyanı da kötü kalpliliğine indirgenmiş olmuyor mu? Yenge’nin acımasızlığı, hadi toplum vicdanının sesini temsil eden komşu tarafından eleştirildi, diyelim. Ya kardeşlerin koşullara itirazsız teslim oluşları… Gündelik ihtiyaçlarını karşılayamaz haldedirler. Kent yaşamı onlara hiç mi bir şey öğretmemiş midir? Sosyal hizmetlere başvurmayı da mı akıl edemezler? Küçük Emel’in hastalanması üzerine Ağabey Kadir; yine komşunun ısrarıyla onu devletin yurduna götürür. Emel, “Ayşecik” filmlerini aratmayacak bir duygusallıkla ağabeyine “beni bırakma” diye uzun uzun yalvarıp yakarınca yüreği buna dayanamayan Ağabey, hasta kızı alıp sığındıkları kümese götürür.

Melodrama kaçan bu yaklaşımla, izleyicinin salt duygularına hitap etmekle, gerçek sorunların üstü örtülmüş oluyor. Ebeveynlik görevini üstlenen Kadir, kardeşlerine kol kanat geriyor; ama sanki bu, onun iyiliğinden ileri geliyormuş izlenimi veriyor. Oysa aile bağlarının güçlü kılınmasında, büyük ölçüde rol oynayan etken, ortalama insanları birbirlerine bağlayan korku ve kaygıdır. (Batan gemideki dayanışma gibi) İyilik, kötülük, vicdan v.b. öğelerin öne çıkarılması, karakterlerin çok yönlülüğü içinde çizilmesini de engelliyor. Emekçi ailenin çocuklarının sosyal ilişkilerinin daha yalın olması doğaldır; hele sosyal medya alışkanlıkları yoksa… Ama bu gençler çetin koşullarda yetişmiş gibi durmuyorlar. Kendilerinden beklediğimiz dinamizmi gösteremiyorlar. Çaresizlikten karanlık işlere bulaşıyorlar. Yoksulluk adeta aşağılanıyor. Hele Amca’nın “kafasına vur, lokmasını al” hali… Başına gelenlere karşı direnemez, kabullenir, olayların yönünü değiştirecek güçten yoksundur çünkü. Ama sanki bu yaşamı hak ediyormuş gibi sunulur. (Kızı, koleje geçince hademe babasını tanımazlıktan geliyor; babaysa susup gözyaşları döküyor.) Öte yandan “kümes”e tıkılmak gibi şok bir sahne niçin yaratıldı? Bu bağlamda neşter elde, arkası getirilmeliydi. Ama değil “yara”ya neşter vurmak kümeste yaşamanın, çocukların duyguları üzerinde yaratacağı hasara bile değinilmedi. Aynı şekilde, inşaat işçilerinin şantiyede, sigortasız işçi çalıştıran patrona duydukları öfke onların birlik olmasını sağlayamadı. Ayrıca her ne kadar karakterlerin iyiler ve kötüler kategorisine sokulmamasına çalışılsa da, somut toplumsal sorunların vicdan, merhamet sosuna bulanarak yansıtılması, inandırıcılık sorunu yaratıyor ve bu sorun sıklıkla yineleniyor; örneğin Aybüke, ebeveynlerin de katıldığı Melisa’nın doğum günü partisinde ebeveynler arasındaki yasak aşkı uluorta söyleyebiliyor. Bunu yapmak cesaret ister. Lise öğrencisi kız, hiç bindiği dalı keser mi? Üstüne üstlük sonradan tırsıp iftira attığını dillendirerek özür diliyor.

Yanlışlar silsilesi ne yazık ki sürüp gidiyor. Hikayenin odağında yer alan diğer gençlerden Doruk ve Melisa bir holding patronunun çocuklarıdır. Holding’e ait olan özel kolejde öğrenim görürlerken düzenin kurallarıyla oynamayı iyi bilen Yenge’nin şantajları sayesinde hem kendi iki çocuğu hem de kardeşler okula alınırlar.

Buradaki öğrencilerin amacı eğitim görmek değil, diploma almak, hava atmaktır. Yaşama dair sorunları olmayan, refahtan bunalmış gençler… Melisa, tıpkı Asiye gibi insani değerleri korumaya çalışır; Doruk karakteriyse adeta kötülüğün simgesi gibi çizilmiştir. Arkadaşlarıyla birlikte yeni gelenlere çektirmedikleri eziyet, yapmadıkları zulüm kalmaz. (Tam RTÜRK’lük, iğrenç sahneler, bu kadarına ne gerek vardı!) Kızlar da onlardan aşağı kalmazlar. Bir başka holding patronunun kızı Harika, Aybüke’yi buzhaneye kilitler. (klişeler bununla bitmez.) İşin tuhafı Aybüke bunu sineye çeker. Okula yeni gelenlerin yapabildikleri sataşma ve saldırılara karşı doğal bir tepki göstermekten öte bir şey değildir.

Toplumsal eşitsizlikler çıplak gözle bile fark edilirken dört çocuğun gündelik yaşamdaki çaresizliği, yazgıya boyun eğmenin dışında başka seçenek yokmuş gibi koşulları hiç zorlamamaları, yoksulluk sanki kendi suçlarıymış gibi horlanmaları, aşağılanmayı kabul edişleri karşısında insan öfkelenmeden edemiyor. Bu gençler büyük kentte yaşamanın zorluklarını biliyorlar. Haliyle tüketici olmaya özeniyorlar; örneğin Amca’nın çocukları kolejde okumak istiyor. Ama okul sanki bir boks ringi gibi. Okulun sahibinin bir sözüyle çocukların ve hademenin okuldan atılması, yine bir sözüyle geri döndürülmesi de yalnızca betimleme düzeyinde kalıyor; hak gaspıymış, sorgulamaymış , hak getire.

Aynı şekilde, Doruk ve grubundakilere de haksızlık yapılıyor. İnsan ailesini seçemez. Bu herkesçe bilinen gerçeğe karşın, Doruk’u sermayenin temsilcisi gibi göstermek hangi akla hizmettir? Henüz ailenin koruması altında, deneyimsiz, deneyim kazanma, gelişme aşamasındaki bir genç, babasının sınıf kimliğini taşımak zorunda mıdır? Burjuva ikiyüzlülüğü içinde sürdürülen aile yaşamında, piyasalaştırılmış bir eğitim sisteminin güdümünde var olmaya çalışan bir genç… İyi polis-kötü polis misali, kardeşi Melisa’nın kendisine dayatılan yaşamın sahteliğinden bunalmış, insanları kategorize etmeden anlamaya, sevmeye çabalaması da durumu kurtarmaya yetmiyor. Kaldı ki kızın Kadir’e aşık olması, fakir oğlan – zengin kız şablonunu yinelemekten öte gitmediği gibi, sanki kızın iyiliği aşktanmış izlenimi veriyor.

Öte yandan denilebilir ki, Doruk ve Asiye yakınlaşmasına neden olan iki farklı dünya arasında müzikle kurulan köprü, Doruk’un acımasızlığını kırıp duyarlılığını ortaya çıkarıyor. Ancak herkes bilir ki değişim – dönüşüm uzun süreçleri gerektirir. Kısa bir süre önce paranın gücüyle şantaj yapıp saldırganlıkta başı çeken, karşısındakini ezmek için dili de zalimce kullanan, konuşmak yerine kaba gücü tercih eden, güçlü olmaktan kötü olmayı anlayan bu genç, sihirli değnekle dokunulmuş gibi “iyileşemez.” Akran zorbalığı birbirine karşı nefretle dolu gençlerin mücadeleleriyle sürerken, öğrenciler arası etkileşimde önemli bir rol oynayan müzik, spor, edebiyat v.b. alanlar da o atmosferde kendilerine yer bulamazlar. Hem gençler arasındaki şiddete bu derece vurgu yapmaya ne gerek vardı? Gerçek yaşamda toplumdaki ayrışma, kutuplaşma yetmiyormuş gibi. Şiddet de bir sanatsal öğe olarak kullanılabilir ama böyle “betimleme “ malzemesi olarak değil. Belgesel çekiminde bile bir sanatsal kaygı hissedilir.

Neyse ki “Kardeşlerim” henüz yeni. Toparlanması için zamanı var. Son bir uyarı: Gencin yaşamında karşı cinsle ilişkiler önde gelir; ancak yalnızca aşk izleğine saplanıp kalmak hikayeyi ilerletmez. Aynı şekilde ebeveynlerin yoz yaşamları da temcit pilavı gibi hemen tüm dizilerde izleyicinin önüne konuyor. Unutulmasın ki, internetteki bağımsız yerli ve yabancı diziler, bilinçli bir izler kitle oluşturmaya başladı. Bu rekabet ortamında yerli dizilerin kendilerine çeki düzen vermesi şart oldu, tersi durumda ekranlarda kendi gerçeğimizle yüzleşeceğimiz diziler kalmayacak.

Gelelim “Masumiyet”e; hikaye, sancılı bir aşk üçgeni üzerine kurulmuştur. Ilgaz Holding’in sahibinin oğlu İlker, bir başka holdingin sahibinin kızı İrem’le altı yıldır birliktedir. Evliliğe doğru giden bu birliktelik, babası Ilgaz Holding’de çalışan, üniversite birinci sınıf öğrencisi Ela’nın araya girmesiyle bozulur. Holding patronu baba, şiddete eğilimli, sert kişiliğiyle otuz beş yaşındaki oğlu İlker üzerinde hâlâ baskı kurmaktan vazgeçmeyen, eleştirileriyle onu sindiren bir adamdır. Anne Hale’ye gelince; ona en güzel sıfatı Ela’nın annesi Bahar yakıştırır: “Düzenin ta kendisi.” Hale, aile birliğini her şeyin üstünde tutan ve onu ne pahasına olursa olsun korumaya azmetmiş kadınlardandır. Bu yüzden sorunlar karşısındaki davranışları hep bir hesaplılık içerir. Kocası sayesinde ait olduğu sınıfın değerlerini oğluna da aşılamaya çalışır. Baba – oğul arasındaki bitmeyen gerilim onu aşırı korumacı bir anne yapmıştır. Gelin adayı da tam onun dişine göredir. İrem’in alacağı kararlar üzerinde etkisi büyüktür. İrem’e düşkünlüğüyle dikkat çeken babasıysa, çizdiği o beyefendi imgesine karşın genel geçer “her şeyi en iyi ben bilirim” tavrının yumuşak versiyonudur. “O benim kızım, kötü bir şey yapmaz” fikrine sarılışıyla da sınıfının adamı olduğunu kanıtlar. Kızının, “görünür” olmayı amaç edinmesinde babanın sahiplenici tutumunun da payı olsa gerek. İnfluencer İrem’i, aşk acısı kadar takipçi sayısının azalması da üzüntüye boğmaktadır. Kendine verdiği değerin ölçüsü takipçilerinin sayısıdır. Hale’nin telkinlerine, babasının tembihlerine karşın aklına eseni yapar. Sevgiliyle araya sınır koymayı beceremez. Alkole sığındığındaysa toplumsal baskıyı hissetmez ve film kopar, hiçbir şey hatırlamaz.

Ela geleneksel yapısı içinde ama gizli bir değişim arzusuna sahiptir. Duygularını dışa vurmaktan çekinmez. Genç, deneyimsiz, on dokuz yaşındaki bir genç kıza ilan-ı aşk eden bir playboyun, ona hiç tanımadığı zengin, gösterişli bir yaşamın kapılarını açması hangi genç kızın başını döndürmez? ( İlker’in gece kulübü kapatması, baş başa dans etmeler) Ela’nın hayalleri kadıncadır. İlker’e bunlardan söz eder. Evlilik ve çocuk ister; ama yanı sıra iş yaşamını sürdürmesi koşuluyla.

Zamane gençleri malûm, ölçü tanımayan bir eğlence anlayışına sahiptir. İrem ve Ela da gece klüplerine gittiklerinde , aşırı alkol tüketimi tüm ilkel duygularını uyandırdığından başlarını derde sokmaktan kurtulamazlar. İlker uğruna birbirlerini yerler. Süper kayınvalide Hale , her şeyi kitabına uydurmayı alışkanlık haline getirdiğinden oğlu ve gelin adayı üzerindeki güçlü etkisi sayesinde peş peşe gelen vartaları atlatmayı becerir. Ancak, birbirinin rakibi olan kızlar aşk üçgenini kaldıramazlar.

Peki, gençler aşk çıkmazında neden çırpınmaktadırlar? Sınıfsal farklılık çelişkisini yaşamaktadırlar çünkü.

Sınıflı toplumlarda eş seçimi için gelir düzeyi belirleyici olmaktadır. Her sınıfın çalışma ve yaşama alanları ayrılmıştır ama bu, sınıflar arası yakınlaşmayı engellemez; özellikle de aşk söz konusu olduğunda. (İmkansız aşkları hatırlayalım.) Sorun yüzyıllardır sürmekte ve daha çok kadınları mağdur etmektedir. Can alıcı soru şu: Kaç kadın, yaşamını kendi özgür iradesiyle seçebiliyor?

Çağdaş kadının bu konuda, 18.yy. İngiliz edebiyatının tanınmış romancılarından Jane Austen’ın “Sense and Sensibility” adlı eserindeki – filmi de çekilmiş – kadınlardan farkı yoktur. Soylu ama çeyizsiz, parasız genç kızları bekleyen yazgı ya “evde kalmışlık” ya da babaları yaşındaki erkeklerle evlenmektir. Soylu oluşları, seyis gibi alt katmanlardan biriyle evlenmelerine de izin vermez. Varlıklı babaların kızlarıysa pek ender aşk evliliği yaparlar; o da ancak servetin bölünmemesi, tam tersine katlanması için egemen sınıflardan iki ailenin çocukları birbirlerini sevdiklerinde. Soylu ama yoksul gençse işini bilen kayınpederler sayesinde bekarlıktan kurtulurlar, gelin adayının onayı olsun olmasın.

Kadınların evliliklerinde çektikleri çileler yetmiyormuş gibi çocuk yetiştirme yükümlülüklerinde en ufak bir aksaklık görüldüğünde iyi anne olmadıkları öne sürülerek suçlanırlar. Ela’nın başına o meşum olay geldiğinde annesi Bahar’ın durumu da budur.

Ela koşullara uymayı değil, direnmeyi seçen; ikiyüzlülüğe, haksızlığa dayanamayan bir kızdır. Sorunlarıyla yüzleşebildiği için baş etmekte de zorlanmaz. Direniş ruhunu annesinden almıştır. Bahar’ın olay sonrası kızına arka çıkması, ana yüreğiyle açıklanacak basitlikte değildir. Kocası olanları unutma ve Hale’nin, yurt dışında yerleşmeleri karşılığında yüklü bir para verme teklifini kabul etme yanlısıdır. Statü koruma peşinde olmayan Baharsa buna kesinlikle razı olmaz. Kocası, onunla aynı kafadaki kayınvalide, büyük görümce ve onun kıskançlıktan gözü döndüğü için Ela’ya her tür kötülüğü yapabilen kızı, el birliği etmişçesine Bahar’a cephe alırlar. Asıl dertleri: elâlemin yüzüne nasıl bakacaklardır. Ela’yı hastanelik eden, neredeyse ölümün eşiğine getiren olayın bütün suçu Bahar’a yüklenir. “Kızını dövmeyen dizini döver.” Bu, kültürümüzdeki “ iyi olursa Allahtan, kötü olursa kuldan” tavrı, İlker’in babası için de geçerlidir. Onun da derdi Holding’in imajının bozulmamasıdır. Kendi sorumluluğundan kaçarak “Bu oğlana sen yüz veriyorsun”, diyerek Hale’yi suçlar.

“Anasının kızı “Ela, yaşadıklarının hesabını sormaya kararlıdır. Suçlunun yaptığı yanına kâr kalmamalıdır. Hastaneden taburcu olur. En büyük desteği annesidir. Ancak olayın baş sorumlusu olan İlker’i hâlâ koruması annesini kızdırır.

Peki, Bahar’ın aradığı adalet midir, yoksa intikam mı?

Filmin isminin “Masumiyet” olması tesadüf değildir. İlk bakışta masumiyetin sözlük anlamını çağrıştırsa da, ortada masum kimse yoktur, zaten o koşullarda masumiyete de yer yoktur. Sıkça kullanılan , hiçbir şey göründüğü gibi değildir, sözü hukuki bir terim olan masumiyet karinesine (suçsuzluk ilkesi) işaret eder: Suç kesinleşmediği sürece kimse bir hükümlü sıfatıyla değerlendirilemez. Dolayısıyla suçlu henüz belli değildir.

“Masumiyet”, dizi olmanın bazı kusurlarını taşımakla birlikte, alışılageldik dizi kalıplarını aşan yenilikçi tavrıyla dikkat çekiyor. Senaryo yazarlarının hüneri , daha ilk bölümde kendini belli ediyor. Karakterler, tüm yönleriyle insani durumları ortaya çıkarılıyorlar. Aile, iş dünyası, hukuk ve yargı sisteminden psikiyatriye, medyaya, sanal dünyaya uzanan bir sistem eleştirisi için izleyiciye sunulan ipuçlarıyla olup bitenden kurulu düzenin sorumlu olduğu sonucuna varılmasına kapı aralanıyor. Kocasının maşası Hale aracılığıyla, paranın gücü sayesinde eli kolu her yere uzanan nüfuzlu kişilerin, siber dünyanın karanlıklarında da at koşturmaya başlamasının insanlığa vereceği zarar ima ediliyor. Tabii, başarıda oyunculuk, çekim gibi teknik özelliklerin rolünü de atlamayalım. (Özellikle İlker, ifadesiz yüzüyle rolünün hakkını veriyor.)

Özetle; her iki dizide de egemen sınıfların kadınları, erkekleri dış dünyaya “aile saadeti” pozları verirler. Mülkiyet tutkusuyla (“benim oğlum, benim kızım”) çocuklarına sahip çıkmaları da aynı sahtelikte, içtenlikli duygular olmaktan uzaktır. Çocuklara söz hakkı tanımazlar. Her şeye kendileri karar verirler. Zihinlerinde yarattıkları kalıplara uymayanı cezalandırırlar.

İkili oynamalar, entrika, kin, intikam, kıskançlık, rekabet, ikiyüzlülük, her tür olumsuz duygularıyla gençleri de zehirlerler. Öte yandan rekabet, bencillik ve yabancılaşmanın artması, gençler arasında sağlıklı ilişkilerin kurulmasını tehdit eder hale gelmiştir. Güvensizlik ortamında aileye de güven kalmamıştır. (Aile içi şiddet yüzünden ev , çoktandır “yuva” değildir zaten.)

Gerçek yaşamın yansımaları özellikle “Masumiyet “ belirginleşiyor. Ailenin çocuklarına koydukları kurallar artık işe yaramıyor, genç kuşağı “Kutsal Aile” yapısı içinde zapt etmenin zorluğu ebeveynleri yılgınlığa sürüklüyor. Aile yaşantısına kök salmış olan öfkenin sürekliliğiyse bireyleri yıpratıyor ancak öfkeleri kurulu düzene değil birbirlerine yönelik oluyor.
Teknolojinin, insan ilişkilerinde yarattığı tahribat da giderek derinleşiyor. Yüz yüze iletişimde olamayacak bir yozlaşma salgın halinde yaygınlaşıyor. “Yüz yüze bakmaktan utanır” sözü tarihe karışıyor.

Kuşkusuz dünyayı kuşatan küresel kültür, yozlaşmanın kaynağı ve tetikçisidir. Nitekim çare olarak acele Cluphouse’lar (1) devreye sokuldu. Ama sermayenin el atmadığı alan kalmadı; şimdi de influencer’ları (2) iş dünyasına çekmeye çalışıyor; fenomen akademi’leri (3) açıyor. Dünyanın ilerici güçleriyse gidişat karşısında boş durmuyor, özellikle sol, alabildiğine yükseliyor; bizim ülkemizde de tanık olduğumuz gibi. Bu ülkenin tarihinde, Batı ülkelerinin tarihinin geçirdiği aşamalar yaşanmamıştır; ancak her zaman olduğu gibi, yoksul kesimler de dahil olmak üzere toplumun her kesiminde değişim arzusunun izlerini görebiliyoruz. Değişimin olumlu yönde gelişebilmesinin önündeyse tarihin derinliklerinde kalması gereken köhnemiş zihniyetlere, kendi geleceklerini garanti almak için sahip çıkan kesimlerin gösterdikleri direnç ve baskı var. Ancak unutulmasın ki, değişen dünyada “Türk aile yapısı”nın da değişim dönüşüm geçirmesi kaçınılmazdır.

DİPNOT:

1) Cluphouse: Sosyal medyadaki yalan yanlış bilgilere alternatif olacağı iddiasıyla ortaya çıkmış. “Ses temelli yeni kuşak bir ağ” olarak tanımlanıyor; “fikir üretme ve bunları etkili insanlarla , içtenlikli bir biçimde paylaşma motivasyonu üzerine çalışıyor.”

2) Influencer: “Sosyal medya pazarlaması türü”

3) Fenomen akademisi: Sosyal medya fenomeni olmak öğretiliyor akademide.