Sadece öfke var içimde

Türk heykel sanatının en özgün, en yetenekli uluslararası sanatçısı komünist Kuzgun Acar bugün yaşasaydı 93 yaşında olacaktı.

Sadece öfke var içimde

Türk heykel sanatının en özgün, en yetenekli uluslararası sanatçısı komünist Kuzgun Acar bugün yaşasaydı 93 yaşında olacaktı. Yaşamını yitirmesinin ardından, dostu Türk şair, yazar, sinema eleştirmeni Onat Kutlar’ın  11 Şubat 1976 tarihli Kuzgun Acar’ı anlatan yazısını paylaşıyoruz.

(Dipnotlar/Açıklamalar: Cengiz Kılçer)

SADECE ÖFKE VAR İÇİMDE

Onat Kutlar

Yaşamına bunca karıştığım, günler ve geceleri birlikte geçirdiğim bir dostun saçma ölümünün ardından bir ölüm yazısı yazmak istemiyorum. Bir acı, ya da hüzün değil, sadece öfke var içimde. Belki ilerde, hayatta oğlu ve karısından başka kimsesi bulunmayan, eski okul arkadaşlarını sadece koyu renklerinden ötürü herkesin kardeşi sandığı, zor koşulların çocuğu Kuzgun’un yaşam öyküsünün benim bildiğim ayrıntılarını, unutulmasın diye yazarım. Şimdi söylemeden edemeyeceğim bir iki şey var, onları yazıyorum.

Kuzgun için Güzel Sanatlar Akademisinde bir tören düzenlemek yanlıştı. İlhan Koman dışında, Türk heykel sanatının yetiştirdiği bu en yetenekli sanatçı, geçmiş yıllardaki Akademi yönetiminin akıl olmaz ilgisizliği ile her zaman dışarıda bırakılmış, sanatına en küçük bir önem verilmemişti. Bu çevreleri tanımam. İşlerinden de pek haberim yoktur. Ancak, Paris dönüşü, Kuzgun’un yaşadığı uzun sıkıntılı yıllar boyunca, Akademi’nin niçin ona “Öğretim Üyeliği” teklif etmediğini sormak hakkımdır.[i] Umarım ki bu soruya, “o başvurdu ama biz almadık” tarzında çıldırtıcı bir cevap gelmez. Kaldı ki, her türlü o akademizm’e karşı olan Kuzgun, belki de öyle bir çevrede rahat edemezdi. Ama bütün bunlara rağmen, Kuzgun’un sevmediği, Kuzgun’u sevmeyen bir kurumda adet yerini bulsun diye bir tören yapmak niye?

O törende bir başka Kuzgun’un ölümünden önceki günlerde üzerinde çalıştığı Atatürk heykelleri konusunda nasıl değişik bir anlayışla sahip olduğunu belirten bazı şeyler söyledi. Bu da yanlıştı. Çünkü Kuzgun’a, güç bir döneminde, bir anıt işini sağlamak bir kadirbilirlik, bir dostluktur. Bunu yadsıyamayız. Ama bir heykel sanatçısı olarak, ülkemizde bir ticaret durumuna getirilmiş olan Atatürk Heykelciliği’ne ısınamamıştı.

Kendisine böyle bir iş verildiğinde[ii] elbette değişik bir şeyler düşünecekti. Ama bunları onun sanatı için önemli şeyler sayamayız. Kuzgun, bir demirci ustası keyfiyle, bir geçmiş zaman ilm-i simya üstadı gibi çivileri, paslı demirleri, telleri kıvırıp inanılmaz güzellikte “biçimleri” yarattığında Kuzgun’du.

Ve herhalde, dünya çapında yüzümüzü ağartan bir sanatçı olduğu için, Ankara’da, gökdelenin alnına vurduğu demirden ve büyük çalışmayı oradan kazımakta bunca acele ettiler.[iii] O güzelim kompozisyonu oradan kaldırtan ve yerine pazar işi bir amblem koydurtan yetkili, şimdi kına yakıyor olmalı. Ama ne yoksa boşuna. Kuzgun’un ölümü onun kalın ensesine hiç sökemeyeceği bir damga bastı şimdi.

Kuzgun’un ölümü üzerine, Avrupa’daki Türk işçi kuruluşlarından yürekli telgraflar geldi. “İşçi bir ananın, kendini mücadeleye adamış oğluna…” diye başlayan telgraflar.[iv] Ben burada, Kuzgun’un pek az bilinen bir yönünü, sinemacı yönünü hatırlatmak istiyorum. Birçok dostum, yıllar önce yazdığım bir yazıda[v] Zinnemann’ın ‘Alvorodo İsyancıları”[vi] filmini birlikte seyrederken sakalları titreyen doğulu heykelcinin kim olduğunu sormuştu. O heykelci Kuzgun’du. Devrimci sinema konusunda son derece sağlıklı düşünceleri vardı. “Kanlı Pazar”ı[vii] filme alan üç dört yürekli genç sinemacıdan biri Kuzgun’du. Hakkâri dolaylarında çektiği uzun bir belgesel, kurgusu yapılmamış olarak halen durmaktadır.

“Kanlı Pazar’ı filme alan üç dört yürekli genç sinemacıdan biri Kuzgun’du. Hakkâri dolaylarında çektiği uzun bir belgesel kurgusu yapılmamış olarak hâlen durmaktadır.[viii] Bütün bunlar yazılır, konuşulur, belki değerlendirilir. Ama sağlığında değerlendiremediğimiz, alın yazısına terk ettiğimiz, anlayamadığımız Kuzgun gitti ya siz ona bakın…

[i] “Hocalar Kuzgun’u seviyor, işlerini benimsiyor, fakat sınır tanımayan insan ilişkilerinden rahatsız olarak ona Akademi içinde bir görevi kesinlikle düşünmüyorlardı. Nitekim Dünya Genç Sanatçılar Yarışması’nda kazandığı birinciliği buruk bir alkışla kutladılar.” Ertel, Mengü. (1997, 28 Eylül). Çok Kalabalık Bir İnsandı. Cumhuriyet Gazetesi , s. 13.

[ii] “Şadi Çalık artık üretim yapamaz ve pazarlaması da yapılamaz. Bu nedenledir ki, Zeki Kocamemi, Kuzgun Acar ve Şadi Çalık gibilerinin ticari ve kâr getirici bir yanları kalmadığından dolayı pazarlanmasına gerek görülmez. İşte yine bu nedenledir ki, sanat dergilerinin sayfalarınca eleştirmen ve sanatçı arasındaki çekişme aslında galeri rekabetinin bir parçasıdır.” Çoker, Canan. (1980, Mart 25). Resim Sanatımız ve Tekelci Sermaye. Devrim Savaşımda Sanat Emeği Dergisi, s. 9-26.

[iii] Kuzgun Acar’ın çoğu yapıtları yerlerinden sökülmüş yok edimiştir. Ankara’da Emek İş Hanı’nın ön girişine 1966’da yerleştirilen “Türkiye” adlı rölyefi yerinden sökülüp kaldırılmış ardından da hurda olarak satılmıştır.

[iv] “Sanat yeteneğini halkımızın egemen sınıflara karşı verdiği mücadele içinde silah olarak kullanan, işçi kökenli heykelcimiz Kuzgun Acar 4 Şubat 1976 günü geçirdiği beyin kanaması sonucunda vefat etti. ATTF Belçika örgütü BTİB, Belçika Türkiyeli Kadınlar Birliği ile beraber Kuzgun Acar’ın eşine çektiği telgrafta, “işçi bir ananın her türlü fedakârlıklarla yeniştirdiği, hayatı boyunca gerek heykeli, gerek doğrudan doğruya çalışmasıyla, içinden çıktığı işçi sınıfına hizmetten geri kalmamış değerli eşinizin ölümünden duyduğunuz acıyı paylaşırız” denmektedir.“Devrimci Heykelci Kuzgun Acar’ı Kaybettik.” (1976, Şubat 20). Avrupa’da Türkiyeli İşçilerin Gazetesi: Kurtuluş , s. 4.

[v] Kutlar, Onat. (1967 Şubat-Mart). Visconti Ya da Bir Uzaklığın Tarihi. Yeni Sinema Dergisi, s.4-7.

[vi]Fred Zinnemann (1907-1997), 1936’da Meksikalı belgeselci Silvio Hernandez ile birlikte “Redes/Alvarado İsyancıları” Meksikalı balıkçıların, sömürücü balık ağalarına karşı direnişini konu alan belgesel.

[vii] 16 Şubat 1969’da İstanbul Taksim Meydanı’nda ABD’nin 6. Filo’sunu protesto etmek için toplanan kitleye gerici/faşistler saldırdığında, Kuzgun Acar bu saldırıyı Engin Ayça, Ahmet Soner ile beraber filme çeker. Can Yücel de o günü şöyle anlatır: “Evet. Kuzgun’un bir kahramanlığı olmuştu. Çok hoş bir kahramanlık… Biz meydandaki kalabalığa tiyatro yaptık. Hatta daha sonra bu gösteriyi mecliste göstermişler. Gösteri başlayınca Kuzgun hemen fotoğraf, film çekmeye başlamış. Yürüyüş başlayınca baktım Kuzgun otobüs durağının üzerinden yürüyüş kolunun fotoğrafını çekiyor. ‘İn aşağıya, Arap diye seni vururlar’ diye takıldım. Sonra Taksim’de kıyım başlayınca çektiği fotoğraflar tarihi belge oldu. Bu film sonra emniyete belge olarak verildi. Soruşturma açıldı. Hiç bir sonuç alınamadı.” Ural, Murat vd. (2004) Kuzgun Acar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 82

[viii] Kuzgun Acar, 1968’de Dağcılık Federasyon’unca düzenlenen yaz kampına katılıyor. Bu etkinlikte, Cilo Dağı’nın birçok doruklarına tırmanış yapıyorve Hakkâri belgeselini çekiyor bu filminde akıbeti bilinmiyor.