Sergei Eisenstein vesilesiyle Sovyet sinemasına bakış

Kapitalizm, oluşturduğu sömürü düzeniyle sınıflar arasındaki mesafeyi açarak ilerler. Günümüzde bu mesafe öyle büyük bir uçurum haline gelmiştir ki artık kapitalizm işçi sınıfına hiçbir şey sunamamaktadır. Bu sebeple sinema suni bir afyon görevi görmektedir.

Sergei Eisenstein vesilesiyle Sovyet sinemasına bakış

Engin Bayraktar

1917 Ekim Devrimi tüm dünyaya başka bir ekonomik ve siyasi alternatif sunmasının yanı sıra insanlığa bilim, sanat ve spor alanlarında yenilikler kazandırmıştır. Ekim Devrimi’nin kazanımlarıyla Sovyetler, satranç ve bale başta olmak üzere kapitalizmin sosyalizme karşı olan çaresizliğini sportif açıdan gösterirken sanatsal anlamda da kapitalizmi oldukça geride bırakmıştır. Sanatın, kültür tanıtımı ve kültürel aktarım işlevselliğini Sovyet müziklerinin tüm dünyada bilinip dinlenmesi ve Sovyet sinemasının bu denlice yaygın oluşuyla görmekteyiz. Sanatın bu işlevselliğini kullanan Sovyetler bizlere başka bir düzenin mümkün olabileceğini özellikle sinema aracılığıyla aktarmıştır. Birinci Paylaşım Savaşı sonrası dünyadaki nesnelliğe baktığımızda sinema sektörünün duraksadığını gözlemlemekteyiz. Oysa bu dönemde Sovyetler gelişerek sinema alanında tarihe yön verecek gelişmelere imza atmıştır. Sovyetler’in sinemaya verdiği önemi devrimin öncüsü Vladimir Lenin’in “Tüm sanatlar içinde sinema bizim için en önemlisidir.”  sözüyle somutlayabiliriz. Lenin’in sinemaya böyle bir vurgu yapmasının nedeni sinemanın aktarım gücünü kavrayabilmesinden ötürüdür. Onun için sinema, Çarlık dönemini yaşamış halka sosyalizmin, eşitliğin ve mücadelenin ne demek olduğunu aktarma aracıydı. Bu doğrultularda oluşturulan sinema, Sovyet halkı tarafından o kadar benimsenmişti ki her yüz işçiden doksan beşi sinemaya gidiyordu. Sovyet halkının sinemaya gitme sayısı ise Avrupa’da hatta Amerika’da yaşayan halktan daha fazlaydı.

Kapitalizmde Sinema

Kapitalist üretim biçimine tabi olan düzen kendisini sömürü üzerinden var edeceği için kapitalistler tarafından her şey bu sömürüye entegre olabilecek doğrultuda şekil aldırtılmıştır. Bilim, eğitim, sağlık ve elbette sanat kapitalistlerin toplumu kendi çıkarına yönelik değiştirebileceği araçlarıdır. Kapitalizm için sanat, halka sahte yaşamlar sunarak onları gerçek olan sınıf mücadelesinden uzaklaştırma aracıdır. Bu sebeple ABD, Hollywood önderliğinde sinema alanına müdahale etmektedir. Hollywood sineması, kapitalist sistemin sinema endüstrisindeki ana fabrikasıdır ve onun için sinema; kitlelere Amerikan rüyasını aşılayarak onlara sömürülmemek için sömürmek gerektiğini benimsetmektedir. Yaptığı bu müdahale sonucu toplum sömürüsüz bir düzen düşüncesinden uzak kaldığı için kapitalist düzene boyun eğmektedir. Vietnam’da ve Ortadoğu’daki ülkelerde milyonların katili olan ABD, sinemayı kullanarak kendisini özgürlük götüren bir elçi olarak gösterecektir. Kapitalizmin sinemayı topluma kendi ideolojisini dayatma aracı olarak kullanmasının yanı sıra kendisinin muhtaç olduğu sermaye döngüsünün devam edebilmesi için tüketim kültürünü destekleyecek tarzda filmler de üretmiştir. Kapitalizmin sinemaya atfettiği bu işlevler tarihsel süreçte şekillenerek kendisini göstermiştir. 50’lerde Avrupa’daki sosyalist dalgaya karşı sahte Amerikan yaşantısını, 70’lerde sıkışan sermaye döngüsüne karşı tüketim alışkanlığını, 90’larda sosyalizmin çözülmesiyle kendi bakışından sistem eleştirisini ve 2000’lerde ise Ortadoğu’ya yaptığı operasyonlara yönelik savaş filmlerini piyasaya sürmüştür. Bu tarihsel çizgiden günümüze geldiğimizde ise sinema artık topluma suni afyon iletme aracıdır.

Kapitalizm, oluşturduğu sömürü düzeniyle sınıflar arasındaki mesafeyi açarak ilerler. Günümüzde bu mesafe öyle büyük bir uçurum haline gelmiştir ki artık kapitalizm işçi sınıfına hiçbir şey sunamamaktadır. Bu sebeple sinema suni bir afyon görevi görmektedir. Burada yapılan olay yaşamdan hiçbir keyif almayan işçi sınıfına ya da geleceğin işçisi olacak gençlere sahte bir yaşam vermektir. Günümüz kapitalizmi sahte evrenler oluşturarak sinema aracılığıyla genç kitleleri yapay bir gerçekliğin içine sokar. Oluşturduğu sorunlu toplumsal düzen ile gençler arasında bağ kuramadığı için gençliğin aidiyet duygusunu bu evrenlere yöneltir diyebiliriz. Kendisini bu evrenlere ait hisseden gençlik varlığını burası üzerinden tanımlayarak, yaşamdan kopuk sahte bir kimlikle var olmaya çabalar. Kapitalizm, çarklarını gelecekte döndürecek olan gençliğe sinema üzerinden müdahale ederken şu an çarkları döndüren işçilere ise daha yoğun bir saldırı gerçekleştirmektedir. Sahte savaş filmleri veya sahte belgesellerle işçi sınıfını kapitalizmin militanı haline getirmekte ayrıca onlara bir hayat sunamadığını bildiğinden monotonlaşmış hayatlarına aksiyon filmi üretmektedir. Evet kapitalizmin “muhteşem” gelişiminin sinemaya getirdiği en büyük üretkenlik bu aksiyon filmleridir. Bu üretkenliğinin de sonuna gelmiş olacak ki şu an sinema adı altında sunduğu şey daha önceki yapımların tekrar tekrar çekilmesinden başka bir şey değildir.

Sovyetlerde Sinema

Sovyet sineması, kapitalist sinemanın kahramanlar üzerinden kurduğu hikâye anlatısını eleştirmiştir. Kapitalizmin kanatları altında aktarılan tarih, bizlere tarihsel kazanımların yalnızca kahramanlar tarafından yapılabileceğini göstermektedir. Bu doğrultuda izleyicinin alacağı mesaj, savaşı kazanabilmek için önce kahraman olmak gerektiğidir. Yanlışları düzeltebilecek ve dünyadan kötülüğü silebilecek olan birini beklemenin mesajını veren anlatı, pasifist bir tutuma götürmektedir. Aynı zamanda, hiçbir zaman bu kahramanlardan birisi olamayacağımızdan mücadele etmenin ve savaşmanın anlamsız olduğu vurgulanmaktadır.  Oysa Sovyetler, kahramanların tarih yazdığını değil tarihin bu kahramanları oluşturduğunu görebilmiştir. Bu sebeple Sovyet sinemasında üretilen filmlerde geniş halk kitleleri gösterilerek kazanımların gerçekte nasıl olduğunu aktarılmıştır. Kapitalist düzenlerdeki toplumcu gerçekçi yönetmenler cezalar almış, oyuncular yargılanmıştır. En bilinir örnek olarak Charlie Chaplin’in yargılanma örneği verilebilir. Sovyetler’de ise durum tam tersiydi. Yönetmenler gerçekliği nasıl daha iyi beyaz perdeye aktarırım diye tartışmalar gerçekleştiriyordu. Bu aktarım tartışmasının en önemli cevaplarından birisi de kurgu olacaktı.

Kurgu tekniğinin teorisini ilk geliştirenler de kurguyu pratikte ilk kez uygulayanlar da Sovyet sinema yönetmenleriydi. Sovyetler’de kurularak devlet kontrollü ilk sinema okulu olan “Devlet Sinema Enstitüsü’nde” sinemadaki kurgu teorisi geliştirilmekteydi. Bu okulda öğretmenlik yapan isimlerden birisi olan Kuleshov, farklı zaman ve mekanlarda yapılan çekimlerin birleştirilmesiyle gerçekleştirilen kurgunun, gerçekliği daha net yansıttığını kavramıştı. Pudovkin, Vertov, Dovzhenko ve Eisenstein gibi Sovyet sinemasının isimleri dünyaya bu kurgu yöntemini tanıtmıştır. Bu isimlerin kurgu yöntemini geliştirmesinin en önemli sebebi diyalektik düşünceyi kavrayabilmeleriydi. Eisenstein üzerinden kurguya baktığımızda, diyalektiğin karşılıklı etki ve evrensel bağlantı yasasını kavrayarak her şeyin birbiriyle olan ilişkisini çözümlediğini görürüz. Filmlerini de bu çözümlemenin getirisiyle inşa etti. Hollywood sineması üzerinden piyasaya sürülen filmlerde izleyici filmleri sadece tüketirken; Eisenstein, izleyicilere başka bir seçenek sunuyordu. Onun için filmleri yönetmenlerin yanı sıra izleyiciler de oluşturmaktaydı. İzleyiciler yönetmenin imgeleri üzerinden bir olay örgüsü inşa ederek bir sonuç üretirler. İşte Sovyet sinemasının önemli bir farkı buydu: tüketimin yanında izleyiciyi üretime de dahil etmek. Sovyet sinema yönetmenlerinin oluşturduğu kuramların, dünyadaki yönetmenler açısından ilke olarak benimsenmesinin asıl sebebi bu yönetmenlerin düşünce biçimleriydi. Kapitalizme karşı insanlık mücadelesi veren Sovyetler’de yaşamış olmaları “karşıtların savaşımının değişimi getirdiğini” kavramalarını sağlıyordu. Bu kavrayış sayesinde Sovyet sineması, kapitalist düzenin çelişkilerini halka net biçimde aktarmış ve halkı gerçek olanla buluşturmuştur.