RÖPORTAJ | Zafer Aydın: Memleketin dört bir tarafında süren direnişler işçi sınıfının potansiyelinin bir işaretidir

Suç ortaklarının itirafları, daha önce defalarca ifade ettiğimiz üzere AKP’nin siyasi parti görünümünde bir suç örgütü olduğuna, rejimin de soygun ve talana dayalı anti demokratik niteliğine dair yeni bir kanıt oldu.

RÖPORTAJ | Zafer Aydın: Memleketin dört bir tarafında süren direnişler işçi sınıfının potansiyelinin bir işaretidir

Ekonomik krizin pandemininde etkisi ile giderek arttığı bugünlerde işçi sınıfı, sermaye ve temsilcisi olan iktidar tarafından amansız bir şekilde haklarının gasp edildiği günler yaşıyor.

Geçmişten bugüne baktığımızda işçiler ne zaman hakları için ortak bir mücadele zemini kurarsa sermaye sınıfı bu zeminleri ortadan kaldırmaya dönük politikalar uyguladı. Ama aynı zamanda işçiler, hakları için mücadele ettiği zamanlarda insanca bir yaşam için ihtiyaç duyulan birçok şeyi mücadele ile elde edebileceğini gösterdi.

Ülkemizin şuan içinde bulunduğu durumda fazlasıyla buna benziyor. Emekçiler hakları için mücadele etmekten uzak bir pozisyondaymış gibi duruyor. Ama bakıldığı zaman bugün ülkemizde yaşanan direnişler, geleceğe dönük bir mücadelenin de umudunu yükseltiyor.

Bizde ülkemizdeki işçi sınıfının mücadele tarihine dönük üretimler yapan yazar Zafer Aydın ile işçi sınıfının şuan içinde bulunduğu durumu ve güncel siyasette yaşanan gelişmeleri konuştuk.

2018 Temmuzdan beri ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıyayız. Özellikle salgınla birlikte bu krizin sosyal yönünü de yaşar hale geldik. Size göre iktidarın ve sermaye temsilcilerinin krize karşı bir programları var mı yoksa rüzgar nereden esiyorsa, yelkenleri oraya mı çeviriyorlar?

Sapma olarak ifade edilen kriz, sınıfsal ilişkilerin, güç dengelerinin  ve piyasanın üzerinde sarsıcı etkiler yaratabiliyor. Yaşanan krizler ne kadar derin olursa olsun, kapitalizmi aşma perspektifine sahip devrimci dinamiklerin ortaya çıkamaması nedeniyle  sistem “paçayı kurtarıyor.” Paçayı kurtarmakla kalmıyor, sermaye birikimi açısından yeni olanaklara kavuşmuş olarak bir anlamda “yenilenme”, “tazelenme” imkanına da sahip oluyor. Sermaye çevrelerinin büyük bir neşe içinde “kriz” ve “fırsat” sözcüklerini  birlikte kullanması da bundandır. Salgın ortaya çıktığı anda hükümete yakın iş insanlarından Cüneyt Zapsu’nun mektubu  sermeyenin krizi fırsata dönüştürme anlayışına güzel bir örnektir. Zapsu’nun mektubunda ifade ettiği  “Avrupa kapanacak, biz, salgının yol açacağı ölümleri önemsemeden çalışmaya devam ederek rekabet gücümüzü dolayısıyla kazancımızı arttıralım” çağrısı sadece bir kriz fırsatçılığı değil, aynı zamanda AKP iktidarının stratejik yönelim belgesidir. AKP’nin çarklar dönsün ısrarında, Zapsu’nun mektubunda ifadesini bulan sermayenin talebinin ektili olduğu çok açık. Yani rüzgar nereden eserse ona göre yön belirleme gibi bir durum yok, her durumda rüzgardan yararlanarak kâr eksenli temel aks üzerinde, daha hızlı yürümek var.

Kriz bir yandan, salgın bir yandan hem sermaye çevreleri hem de iktidar, emekçilere karşı bastırdıkça bastırıyor. İşsizlik, yoksullaşma ve hak gaspları herkesin dilinde. Sizce emekçiler bu duruma karşı tepki gösterebiliyor mu?

Dediğiniz gibi salgın krizin etkisini ve sonuçlarını büyüttü. İnsana ve hayatına bakan yönüyle ortaya çıkan boyut daha da ağırlaştı. Çarklar dönsün ısrarı iş cinayetleri kategorisi içine covid19 ölümlerini soktu. Sağlık gibi bazı sektörlerde daha önce görülmemiş oranda ölümler yaşanıyor. Yine aynı kategori içinde değerlendirmemiz gereken intihar vakaları var. Daha ötesi  ne olacak? İnsanlar hayatlarını kaybediyor. Ocaklar sönüyor, çocuklar anasız babasız kalıyor. Aslında yer yerinden oynaması lazım. Ne var ki ortada kuvvetli bir tepki eylemi göremiyoruz. Öfke, hoşnutsuzluk, dayatılan koşullara itiraz var. Nitekim bu yaklaşımları çeşitli sosyal medya kanallarında da görmek mümkün. Ancak örgütlü bir tepki yok. Bu tepkinin ya da insanca yaşama, güvenli çalışma taleplerinin sözcüsü olması gereken sendikalar, elleri cebinde havaya bakıp ıslık çalıyor. Büyüyen işsizlik silahını kullanarak işçileri ölümüne çalışmaya, hak gasplarına ses çıkarmamaya razı etmeye çalışıyorlar. AKP’nin ülkede kurduğu totaliter yönetimin bir benzerini sendikaların içinde kurarak, korku ikliminin bir benzerini işyerlerinde yayarak örgütlü tepkinin önüne duvar çekiyorlar.

Hak gaspları emekçilerin tepesinde her zaman Demokles’in kılıcı gibi sallanıp duruyordu. On yıl önceye ya da otuz yıl önceye de gitseniz hak gaspları son derece yaygındı. Ancak hiç bir dönemde bu denli aleni bir biçimde hakların hiçe sayıldığı bir dönem yaşanmamıştı. Sermaye ya da iktidar bu gücü nereden alıyor?

Tamamen bir önceki soruda ifade ettiğimiz sessizlikten. Evet, emeğe ve emeğin haklarına saldırı her  dönemde sermayenin vazgeçilmez yöntemi. Son 40 yılda  da uygulanan neoliberal politikaların da ayrılmaz bir parçası. Ancak AKP öncesi dönemde sendikal hareket yeterli görülmese, eleştirilse bile çalışanların çıkarlarını savunma refleksi gösterebiliyordu. Türk-İş, Hak-İş, DİSK, Memur-Sen, Türk Kamu Sen, KESK, TMMOB, TTB,  yani memleketin meslek örgütleri, işçi ve kamu çalışanları konfederasyonları birlikte bir güç oluşturarak itirazını yükseltebiliyordu. AKP, iktidara geldikten sonra Hak-İş ve Memur-Sen’i doğrudan kendine bağladı. Türk-İş’i ise etkisi/kontrolü  altına aldı. Dolayısıyla  emek örgütlerinin birlikte tutum alma imkanını ortadan kaldırdı. Bu sayede rahat, özgüvenli bir biçimde emeğe ve haklarına saldırabiliyor. Elini kolunu sallaya sallaya değneksiz dolaşabiliyor. Bu demek değildir ki, işçi sınıfının mücadele potansiyeli ortadan kalktı. Memleketin dört bir tarafında süren sendikalaşma çabaları, grevler, direnişler sahip olunan potansiyelin varlığına birer işaret. Küçük, imkanları sınırlı, alanı dar olabilir, ama dikkat çekmeye yeterli. Sendikaların içinden ve dışından çıkacak yeni dinamiklerle, örgütlenmelerle işçi sınıfının yeniden sokakları, meydanları doldurması, grev bayraklarını dalgalandırması kimseye şaşırtıcı gelmeyecektir.

Ekonomik kriz, salgın bir yanda sürüyor. Diğer yanda iktidar blokunda ise “hesaplaşmalar” gündeme geliyor. Mafya liderlerinin videoları siyaseti belirliyor. Herhangi bir olay karşısında her kesimin sesinin çıktığını görüyoruz. Ancak bir tek emekçilerin sözü son derece cılız çıkıyor. Bu konuda neler yapılması gerekiyor?

Suç ortaklarının itirafları, daha önce defalarca ifade ettiğimiz üzere AKP’nin siyasi parti görünümünde bir suç örgütü olduğuna, rejimin de soygun ve talana dayalı anti demokratik niteliğine dair yeni bir kanıt oldu. Maksadı ne olursa olsun Peker, arkasında kirli işlerin çevrildiği perdeyi, peyderpey açıyor. Perde açıldıkça emekçilerin yoksullaşması, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, ülkenin kaynaklarının tarumar edilmesi, taşeronluk gibi melanetlerin kaynaklarından biri daha ortaya dökülüyor. Ortadaki tablo bize ekmek ve demokrasi mücadelesinin neden birlikte verilmesi gerektiğini, sendikaların neden bu alana müdahale etmeleri gerektiğini gösteriyor. Çünkü ortalıkta konuşulan devasa miktarlar emekçilerden çalınanlardır. Bu yüzden sendikalar gelişmelere seyirci kalmak yerine doğrudan müdahale etmek zorunda. Bu konuda çalışanların üyesi oldukları örgütleri harekete geçirecek dinamikleri örgütlemesi  büyük önem kazanıyor. Hem emekçilerin hem Türkiye’nin geleceği için bu şart. Yoksa Susurluk’ta olduğu gibi bir iki küçük tasfiye ve ceza ile konu kapanacak, karanlık ve kirli ilişkiler  yumağı büyüyerek hayatımızı karartmaya devam edecek.