RÖPORTAJ | İzzettin Önder: Halkın güvenini kazanan siyasi iktidar, emperyalizmle yaptığı işbirliği sayesinde ülkenin soyulması için bulunmaz fırsat oluşturdu

Bu yapay bolluğun hesap dönemi gelecekti, nitekim geldi ve daha da gelecek. Hesaplar ödenirken kapitalist sistem kuralına göre yük dağılımı güç ilişkisine göre gerçekleşir. En altta kalan tabii ki, emekçiler, emekliler ve dar gelirli insanlar olacaktı.

RÖPORTAJ | İzzettin Önder: Halkın güvenini kazanan siyasi iktidar, emperyalizmle yaptığı işbirliği sayesinde ülkenin soyulması için bulunmaz fırsat oluşturdu

Ülkemiz siyasi iktidar ve temsilcisi olduğu sermaye sınıfının yarattığı ekonomik ve sosyal kriz ile cebelleşmeye devam ediyor. Bugünlere gelene kadar birçok yanlış politika uygulandı. Daha doğrusu halk için yanlış olan politikalar.

Çünkü bakıldığı zaman bu politikalar patronları ve emperyalist odakları fazlasıyla besledi. Bizde bugün bu alanda Türkiye’nin önemli isimlerinde biri olan
Prof. Dr. İzzettin Önder ile ülkemizin bu hale nasıl geldiğini ve bu ‘değirmen’e kimlerin su taşıdığını konuştuk.

2018 Temmuzdan beri ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıyayız. Özellikle salgınla birlikte bu krizin sosyal yönünü de yaşar hale geldik. Size göre iktidarın ve sermaye temsilcilerinin krize karşı bir programları var mı yoksa rüzgar nereden esiyorsa yelkenleri oraya mı çeviriyorlar?

Yaşadığımız durum, sıkışan dünya kapitalizmi havuzunda gelişmekte olan bir ekonominin, emperyalizmin emrinde siyasi kadrosunun iktidarda kalma hırsı ile yürüttüğü çarpık politikaların, pandemi ile bulanmış çok olağan görüntüsünden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, yürütülmesi gereken anlık mücadeleler yanında asıl hedefin unutulmaması, sorunların gerçekçi çözümünün sistem düğümünde olduğu gerçeği ile davranılması kaçınılmazdır.

Çok genel bir bakışla kapitalist devlet politikasının yüzünün daima sermayeye dönük, halka ve özellikle de emekçiye arkası dönük olduğu tüm yaşamda açıkça görüldüğü gibi, tüm Marksist siyaset bilimcilerinin de bilimsel yönüyle ortaya koyduğu bir gerçekliktir. Şöyle ki, kapitalist devletler özel kesimden sağladığı vergi gelirleri ile ayakta kaldığından ekonominin işler halde tutulması, bunun için de işverenlerin (bu bir kapitalist söylemdir!), yani patronların daima önde tutulması bizzat devlet aygıtının ve onu işleten siyasi organın yaşatılması için kaçınılmazdır. Ancak, sistemin meşrulaştırılması için halka ve emekçilere de sözde bir şeyler yapılması gerekmektedir. Bundan dolayı, devletin birinci görevi sermaye birikimine katkı yapmak, tali görevi ise sistemi meşrulaştırıcı önlemleri almaktır. Bu durum ABD, Almanya ya da İngiltere gibi tüm kapitalist ülkelerde aynıdır, aradaki fark ekonominin gelişmişlik ya da geri kalmışlığına, belki bir miktar da tarihsel geleneklere bağlıdır.

Hak gaspları emekçilerin tepesinde her zaman demoklesin kılıcı gibi sallanıp duruyordu. On yıl önceye ya da otuz yıl önceye de gitseniz hak gaspları son derece yaygındı. Ancak hiçbir dönemde bu denli aleni bir biçimde hakların hiçe sayıldığı bir dönem yaşanmamıştı. Sermaye ya da iktidar bu gücü nereden alıyor?

AKP iktidarı, 2000 IMF-Derviş programının uygulanmasına hizmet etmekle görevlendirilmiştir. Bu program Türkiye lehine değil, 1970’lerin ortalarından itibaren daralan dünya kapitalizmine piyasa oluşturmaya, yani Türkiye’nin sömürülmesi üzerinden Batı’nın kaynak oluşturması ve sıkışıklığını bir parça hafifletme kanalına kavuşması projesi idi. Nitekim Batı’nın bol parası ve ürünleri ülkeyi işgal ederken, hem ürün piyasası hem de borç piyasası olarak Batı’ya çok değerli hizmet sunarken fark edilmedik şekilde fakirleşmeye yönelmiştir. Ama AKP bundan prim yaptı, çünkü halkın anlayamayacağı süreci sağcı ekonomistler de ceplerine yönelerek gerçekleri dile getirmedi. İş bununla da bitmedi, alt-yapı, geçitler, köprüler ya da hasta taahhütlü hastaneler Batı sermayesine piyasa oluşturmaya yönelikti. Dış konsorsiyumla (borçla) girişilen bu işler bir yandan siyaset seçmenine hizmet sunuyor, diğer yandan da siyasi kadroya ödenen primlerle (!) siyasetçilere haksız varsıllık ve gereği durumda kullanılacak para kaynakları oluşturuyordu.

Bu yapay bolluğun hesap dönemi gelecekti, nitekim geldi ve daha da gelecek. Hesaplar ödenirken kapitalist sistem kuralına göre yük dağılımı güç ilişkisine göre gerçekleşir. En altta kalan tabii ki, emekçiler, emekliler ve dar gelirli insanlar olacaktı. Yükün böyle paylaşımı salt AKP projesi olmayıp, kapitalizm mantığında yatar. Ancak, AKP iktidarda kalma hırsı ile seçmenin gözünü boyayarak, fakat daha önemli olarak emperyalizme hizmet ederek anormal mega projelere girişip hem Batı sermayesine pazar oluşturdu, hem de dış kaynak girişi sağlayarak ekonomiyi bir miktar canlı tutmak isterken aynı zamanda da siyasi çevreye parasal kaynak sağladı.

Kriz bir yandan salgın bir yandan hem sermaye çevreleri, hem de iktidar emekçilere karşı bastırdıkça bastırıyor. Sizce bu durum bu şekilde nereye kadar gidecek?

Halen sıkışık merkez kapitalizme borçlanarak kaynak aktarma durumunda olan AKP burada durmayacaktır; emperyalizmin giderek daha derinlerine inecektir. Umarım yapılmaz, Kanal İstanbul rezaleti böyle bir yaklaşımın net ifadesidir; intihara giderken Rus ruleti oyunudur! Türkiye ekonomisi krizdedir ve giderek daha da kötüleşme eğilimi taşınmaktadır. Ama bu gidişin sonunda çöküş olmayacaktır. Daha doğrusu ekonomiyi iyileştirmeden bu düzeyde tutacaktır emperyalistler. Çünkü borçlu öldürüldüğünde alacak yanar, ama borçlu o düzeyde tutulduğunda devamlı yoksullaşarak Batı’ya faiz yoluyla kaynak aktarır.

Geçmişte mal satarak çevresel ekonomileri sömüren merkez kapitalizm, şimdilerde de para satarak daha hızlı ve güvenli sömürü kaynağı yaratmış olmaktadırlar. Hem de para yolu ile kurulan emperyalist ilişkiler hizmetkâr siyasiyi geçici parıltılarla halkın gözünde büyütmektedir. Halkın güvenini kazanan siyasi iktidar emperyalistin kucağına düşerken bu işbirliği ülkenin soyulması için bulunmaz fırsattır. Tabiatıyla bu durumda ceremeyi de emekçiler, hem de canları pahasına ödemek durumundadır. Bir kısım emekçiler ekonomik kaynak yaratarak, bir kısım emekçiler de emperyalistlerin savaşçısı adına ölerek ödemektedir.

Şuan yaşanan bu krizlerin ve sorunların temelinde sadece siyasi iktidar ve temsilcisi olduğu sermaye mi yatmaktadaır? Daha doğrusu sadece bu etmenler mi bizi bugünlere getirdi?

Mesele salt siyasi iktidarda değildir; birinci boyutu ile sistemde, ikinci boyutu ile de kapitalizmin köleleştirdiği beyinlerimizde ve siyasi tercihlerimizdedir. Mesele salt örgütlenme konusu da değildir. Emekçi sendikalar ya da sahte sivil toplum örgütleri (daha doğru ifadeyle: sermayenin ya da sistemin toplum örgütler) ve siyasi partiler insana değil, sisteme hizmet eden örgütlerdir. O nedenle dir ki, asıl mesele bilinçlenmektir. Emekçiler köleleştikçe ve dinciliğin yaygınlaştırıldığı bir ortamda bilinç gelişemez. Bu sistemde eğitim ve üniversite kurumlarıyla da bilinç geliştirilemez, çünkü o kurumlar da sistemin üst-yapı örgütleridir. Aynı durum, daha da güçlü şekilde medya için de geçerlidir. O nedenle, çekirdek sol siyasi örgütlerden ya da toplumsal örgütlerden başlayarak giderek yaygınlaştırılmaya yönelecek tartışma ve bilinç oluşturma grupları, partileri ya da ekipleri oluşturulmalı ve ısrarlı alan çalışmalar yapılmalıdır. Konuların güncelleştirilerek halka anlatımı bir tür reklam ya da medya faaliyetini gerektirir. Tartışmalar kurmay düzeyde yapılır, fakat elde edilen sonuçların politikaya dökülmesi ve halka anlatılması bir tür kumanda ve medya faaliyetidir. Bu iki alanda farklı ekipler ve çalışma düzeyi söz koşudur.