'Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı' eseri üzerine bir bakış

'Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı' eseri üzerine bir bakış

01-02-2021 19:15

Lenin’in görüşlerini tarihsel bir açıdan inceleyebilmenin büyük bir önem taşıdığını, ulus sorununa sınıf mücadelesi perspektifinden bakmanın dün de bugün de geçerli olduğunu anlayabilmek, her zamankinden daha önemlidir.

Yaşam Ateş

Bolşevik önder Lenin’in ölüm yıldönümünde yazdığı dönemden bugüne kadar etki yaratan eseri Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’ndan bahsetmek, hem tarihsellik ışığında değerlendirmek hem de güncel açıdan anlayabilmek için önemlidir. 1913’te RSDİP’in ulusal program sorununu kongre gündemine almasıyla (9. madde) tartışılan bu sorun daha en baştan bazı hesaplaşmaları beraberinde getiren ve sürdüren bir yapı hâline geldi. (Ulusal programdan önce 1896 yılında II. Enternasyonel’de ele alınmıştı). Dolayısıyla, öncesinde tartışmaların içeriğini ve sonrasında ulusal sorunun genel bir çerçevesini ele almak yararlı olacaktır.

Rosa Luxemburg ve Lenin ayrışmaları…

Lenin’in eser boyunca “likidatör Semkovski”, “Bundcu Liebmann”, “Ukraynalı küçük-burjuva Yurkeviç” olarak nitelendirdiği isimlerle yoğun bir tartışma içerisine girdiğini görmekteyiz fakat en büyük tartışmasını Rosa Luxemburg’la sürdürmektedir ve elbette az önce bahsettiğimiz isimlerden farklı bir mertebeye koyarak.

Rosa Luxemburg’la olan temel ayrışması “ulusların kaderlerini tayin etme hakkı” sorunudur. Rosa Luxemburg, Polonya başlığında ulusal sorunu merkeze alırken Rus devrimcileriyle ortak bir hareket çerçevesinde ilerlemeyi istemekte ve yine bu çerçevede, aynı zamanda ulusların kaderlerini tayin hakkını emperyalist tahakküm açısından, olanaksızlık açısından ve birçok açıdan bir yerden sonra topyekün reddetmektedir. Ulusların direkt olarak ayrılma hakkını desteklemenin, ezilen ulusların burjuva milliyetçiliğine de destek olmakla paralel bir ifadeyi yansıttığını belirtir.

Lenin’in Rosa Luxemburg’a olan eleştirileri de tam da bu kısımda başlamaktadır. Onun, ulusların siyasal kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri sorununun yerine, bunları yalnızca iktisadi sorun üzerinden değerlendirdiğini söyleyerek eleştirir. Ezilen ulusları “ayrılma”, “bağımsız olma”dan ibaret bir sonuç olarak görmediğini de “kendi öz burjuva milliyetçiliğinin çıkarlarını savunuyorsa, biz ona karşıyız.” cümleleriyle savunur. Lenin’in eserinde genel olarak, ulusların kaderlerini tayin hakkını sorununu tamamen tarihsel ve devrimin çıkarları doğrultusunda taktiksel bir pencereden incelediğini söylemek de yanlış olmayacaktır.

Hem Rosa Luxemburg’un döneminin ve ülkesinin şartlarına baktığımızda, doğru veya yanlış bir enternasyonalist tutum alma çabası hem de Lenin’in işçi sınıfını birbirinden ayıracak “kültürel özerklik”, “federalizm” gibi fikirlerden ziyade, feodalizmi yerle bir edecek, aşama olarak geri kalmış ülkelerin burjuva demokratik devrimini sağlayacak bir “ulus devlet” fikrini öne sürme çabası, her iki devrimcinin de bu meseleye taktiksel açıdan baktığının kanıtı olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü temelde emperyalizmin geriletilmesi, sosyalizme doğru gidebilmek için burjuva demokratik devriminin tamamlanması ve ezilen ulusların kurtuluşunu proletaryanın ideolojisiyle harmanlanması tamamen bir meseleye yoğunlaşıyordu: Sosyalist iktidar… Dolayısıyla; Lenin’in tüm bunlara ek olarak, sadece daha siyasal düzlemlerle yaklaştığını söyleyebiliriz.

Tarihsellik ışığında “ulusların kaderlerini tayin hakkı” nedir?

Hiç lafı dolandırmadan Lenin’in tanımına başvurursak şunu söyleyebiliriz:

“Eğer biz, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi kavramının anlamını, hukuksal tanımlamalarla cambazlıklar yaparak ya da soyut tanımlamalar icat ederek değil de, ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi koşullarını inceleyerek öğrenmek istiyorsak, varacağımız sonuç kaçınılmaz olarak, ulusların kaderlerini tayin etmesinin o ulusların yabancı ulusal bütünlerden siyasal bakımdan ayrılma ve bağımsız bir devlet oluşturmaları anlamına geldiği sonucudur.”

Lenin’in bu tanımını elbette, yalnızca “ayrılma”dan ibaret görmek büyük bir yanılgı olur. Kitapta da sıkça geçtiği gibi, boşanma hakkının var olması boşanmak demek olmadığı, benzetmesiyle yakın bir ilişki içerisindedir.

Lenin’in bu sorunu ele alırken Çarlık Rusya’daki Büyük-Rus ulusunun %47’lik bir oranda olduğu ve daha çok sınır bölgelerde yaşayan diğer yüzdelik kısmın var olduğunu, feodalizmin ve emperyalizmin en yakıcı hâlini gören ulusların Avrupa ülkelerine nazaran derin bir geri kalmışlık içinde olduğunu gördüğümüzde bu hakkı kaçınılmaz olarak görmesi “dönemi bakımından” yeterince olağan ve haklı bir durumdur. Lenin bunla sınırlı kalmayarak, ulusların kaderlerini tayin hakkının, emperyalizmin yükseldiği ve kapitalizmin geliştiği bu yeni dönemde savunulması gerektiğini özellikle belirtir; fakat bunun koşulsuz ve şartsız olmadığını, gericileri, emperyalistleri ve büyük toprak sahiplerini beslemeyecek bir hareket olması gerektiğini de söylemiştir.

Günümüze bıraktıkları…

Henüz 20. yüzyılın başında bile temel bir amaç niteliğinden ziyade, işçi sınıfını ileriye taşıyacak ayaklardan biri olarak ele alınan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorunu; günümüzde 20. yüzyıl koşullarını kapsıyormuş gibi ele alınmaya devam edilmektedir. Oysa; SSCB gerçekliğinin artık bulunmadığı, emperyalizmin tam boy, her alanda sözünü geçirebildiği, feodal bir gerçekliğin de pek var olmadığı bu koşullarda ulusların kaderlerini tayin hakkı sorununu dar bir “ayrılma” çerçevesinden bakmak ve “bağımsızlığa” emperyalizmin yönelimleri açısından bakmamak büyük bir yanılgı durumunu barındırmaktadır.

Bugün ulusların kendisi ve ulusların bağımsızlığı 21. yüzyılda bir pazar olarak görülüyorken (ki 20. yüzyılda da emperyalistler tarafından öyle görülüyor), 20. yüzyıl söylemleriyle (emperyalizmin alanlarını daralttığını düşünmese bile) ulusların kaderlerini tayin hakkını, şu an emperyalizmden ayrıymış gibi savunmaya kalkışmak hem Türkiye solunun, hem de genel olarak solun rotasını belirsizleştirmeye devam etmektedir. Dolayısıyla; Lenin’in görüşlerini tarihsel bir açıdan inceleyebilmenin büyük bir önem taşıdığını, ulus sorununa sınıf mücadelesi perspektifinden bakmanın dün de bugün de geçerli olduğunu anlayabilmek, her zamankinden daha önemlidir.