TSK’nın kesilen damarı: Cumhuriyet’in ordusundan NATO’cu orduya

TSK’nın kesilen damarı: Cumhuriyet’in ordusundan NATO’cu orduya

12-04-2021 14:22

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Cumhuriyet’in ordusundan tam boy bir NATO’cu ordusuna dönüşerek bugünkü haline gelmesinin tarihini AKP’nin tarihi ile birlikte okuyabilmek şaşırtıcı sayılmamalı.

Zafer Aksel Çekiç

Türk modernleşmesinin temeli ordudur. Klasik Batılı bilimsel eğitim Mühendishane-i Bahr-i Hümayun ile başlayan askeri okulları esas olarak yine ordunun ihtiyaçları için açılan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ve devletin idari bürokrat ihtiyacını karşılamak üzere açılan sivil okullar takip etti.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitülasyonlar ve isyanlar ya da savaşlarla kaybedilen topraklar ile giderek küçüldüğü ve sıkıştırıldığı bir dönemde Balkanlar’da bir yandan memleketin daha fazla küçülmemesi için bir yandan da padişahlık istibdadına karşı özgürlük için mücadele eden tüm subayların çözümleri az çok değişse de en çok “vatanın geleceği” için arayışta olduklarını biliyoruz. Böyle politikleşmiş bir ordunun neticede içinden çıkardığı Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının önderliğinde Büyük Millet Meclisi ile birlikte Türkiye devletini, Cumhuriyet’i kurmuş olmasında şaşılacak bir şey yok.

Modernleşmenin temellerini atan bir ordu dün Cumhuriyet’i kurmuşken bugün geldiği noktada en üst komutanlığı ülke savunması veya askeri beceriler yerine NATO görevleriyle tanımlanan bir kariyer çizgisi anlamına geliyor. Bir halk ordusu önce sermeyenin parçası haline getirilmişken sonunda “en temel ihraç maddesi” olarak tanımlanan bir profesyonel ordu haline geliyor. Bu dönüşümün son halkasının esas olarak AKP iktidarına denk gelmiş olması tüm çekişmelere ve krizlere rağmen birbiriyle örtüşen bir ABD planının çeşitli görünümleri olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Bugün artık Kemalist, bağımsızlıkçı, Cumhuriyetçi bir halk ordusunda ziyade NATO’cu bir ordu var elimizde.

27 Mayıs’tan 12 Eylül’e piyasaya kurban giden “genç subaylar”

Kuşkusuz her Harbiye mezunu 1928’de yazılan marşlarını büyük bir coşkuyla okur. Bugün artık yerinde yeller estiğini söyleyebileceğimiz Cumhuriyeti kan ve irfanla kurmak övüncü de büyük ölçüde ve haklı olarak Harbiyelilere aittir. Ancak Harbiyeliler herhalde en zor zamanlarını 27 Mayıs öncesinde yaşamıştır. Düşük ücretler ile kentlerin en yoksul evlerinden bazılarının subayların evleri olduğu söylenir. Bu durum zaten halkın içinden çıkan subayların halkla aynı zorlukları yaşayarak bütünüyle bir kader birliği etmesine neden olur.

Aydınlar ve öğrenci gençlik ile birlikte “zinde kuvvetler” olarak tanımlanan askerler ve özellikle genç subaylar 1960’larda ve 1970’lerde işçi sınıfı hareketinin ve solun yükselişinden de etkilenmiştir. Kendi içlerinde ve hemen her örgütte yer almışlardır. Bu dönem öğrenci gençlik hareketinin bağımsızlık vurgusuyla birlikte sola yol alınan bir dönemdir.

Ordunun dönüşümünde kritik değişikliklerden biri Ordu Yardımlaşma Kurumu’nun kurulması ve diğeri profesyonel askerlerin lojmanlara sokulmasıdır. İlkiyle piyasacılıktan pay almaya başlayan ordu mensupları ikincisiyle de halktan bütünüyle kopuk kendi içlerine kapalı bir zümre haline gelmiştir. 1950’lerin yoksul subayları 27 Mayıs’ı takip eden yıllarda giderek ekonomik imtiyazlar da elde eder hale gelir. Bu imtiyazların öncelikle generaller arasında paylaşılıyor olması bu gerçeği değiştirmemiştir.

Bu açıdan bir dönüşümün tamamlanması 12 Mart Muhtırası ile ete kemiğe bürünmüşse de esas olarak 12 Eylül ile birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri’nin büyük ölçüde homojenleştirildiği söylenebilir. Lojmanlarda yaşayan ve piyasa karlarından az çok pay alıp zenginleşen profesyonel askerlerin kaderi halktan kopmuş ve burjuvazi ile ortak hale gelmiştir.

Bu dönüşüm ile artık TSK’nın NATO ordusu olmasının sac ayaklarından biri çakılmış oldu.

Adım adım NATO ordusuna

İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası ile örtük ilişkiler, savaşın sonucu kesinleşince bunun faturasından da kaçabilmek ve emperyalist Batı ile uzlaşı için savaş ilanı, Sovyetler Birliği’nin savaş sırasında Nazi denizaltılarına engel olunamaması gibi nedenlerle Türkiye’nin burnunu sürtme çabalarının Marshall Programı’na dahil edilmek için bahane edilmesi, utanç verici bir şekilde dahil olunan Kore Savaşı ve gelen NATO üyeliği.

TSK’nın bir NATO üyesi olarak 1970’ler itibariyle Soğuk Savaş döneminin kontrgerilla yöntemlerini de benimseyerek etkin bir siyasi güç olduğunu biliyoruz. 1940’larda NATO’ya girmek için koşar adım giden TSK 1950’ler ve 1960’larda teknolojik geriliğiyle birlikte öne çıkmakta zorlanırken belirli bir askeri güç haline geldiği 1970’lerde siyasi gücünün arkasına askeri gücü de kısmen yerleştirmiştir.

Arada yaşanan Kıbrıs Harekatı ve etrafında yaşanan siyasal krizin bu süreci temelden etkileyen bir yanı olmamıştır. Esasında bu krize ilişkin başka şeyler de söylenebileceği gibi sonuç olarak Kemalistlerin de Demokrat Parti’den itibaren çoğu sağ iktidarın Batı ile ittifak arayışlarında dönem dönem karşılaştıkları bir “terbiye” döneminin parçası sayılması uygun olacaktır.

Bu gücün 1990’larda Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından bir dönüşüm yaşayacağını öngörüp buna göre pozisyon almak isteyen TSK başta olmak üzere güvenlik bürokrasisi siyasal kriz başlıklarını müdahale ederek çözmek istemiştir. Esasında bunun sonucu da Milli Görüş hareketinin bölünüp içinden piyasacı AKP’nin çıkartılmış olmasıdır diyebiliriz.

Bu dönemde son olarak ifade etmek gereken husus George Soros tarafından önerilen, 28 Şubat generallerinden Çevik Bir tarafından da dillendirilen tez ile Türkiye ordusunu bir ihraç malzemesi haline getirmeliydi. Bugün gelinen noktada Somali’den Katar’a, Suriye’den Libya’ya ABD’den sonra en çok sayıda yabancı ülkede asker bulunduran ülke haline gelmiş durumda.

Bu durum da esasında TSK’nın NATO ordusu niteliğinin bir başka sac ayağını oluşturuyor denilebilir.

NATO’cu ordu ile AKP’nin ortak kaderi

1998’de Hüseyin Kıvrıkoğlu ile başlayıp sırasıyla Hilmi Özkök, Yaşar Büyükanıt, İlker Başbuğ, Işık Koşaner ile devam edip Hulusi Akar ve Yaşar Güler’e uzanan Genelkurmay Başkanları çok benzeşen biyografileri paylaşmaktadırlar. Bu tabloda bir tek Necdet Özel ayrık kalmaktadır.

Hepsi önceki Genelkurmay Başkanlarından farklı olarak TSK bir NATO ordusu iken Harp Okulu eğitimine başlamış ve mezun olmuştur. Hemen hepsi NATO’nun Napoli’deki Müşterek Karargahı ve Belçika’daki SHAPE Karargahı’nda görev yaptıkları gibi NATO kuvvetlerinde ve TSK’nın temel NATO gücü 1’nci Ordu’da komutanlık yapmıştır. Yine çoğu ABD, İngiltere ve NATO okullarında kurmay eğitimi almıştır.

Bu generaller ile birlikte yıldızı parlayan siyasi hareketin bir ABD projesi olan Adalet ve Kalkınma Partisi olması şaşırtmamalı. Yukarıda da değinildiği üzere AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş hareketinin belki en çok nefret ettiği isimlerden biri olan Çevik Bir ile birlikte ortaklaştıkları noktanın Türk Silahlı Kuvvetleri’nin halk ordusu niteliğinin profesyonel ve operasyonel bir ordusuna doğru evriltilmesi şaşırtıcı olmamalı. AKP’nin son dönemde bu orduyu giderek bir mali kaynak yaratma aracı olarak kullandığı da not edilmelidir.

Bu haliyle Ergenekon operasyonları ve Fethullahçıların kalkışmasını iki farklı operasyon ile ordunun dönüştürülmesi olarak tarif edebiliriz. Bu açıdan pazarlıkta daha fazlasını elde etmek için “Avrasya”ya döner gibi yapan bir kısım bürokratın tasfiyesinin kimi örneklerde gerçek ama her durumda esas olarak siyasi bir tasfiye olarak değerlendirmek gerekiyor. Ergenekon operasyonunda NATO ile ilişkileri daha gevşek kalan subayların ve bu tür “doktrinlerin” tasfiye edildiği açıktır. Diğer tarafta ise FETÖ kalkışmasının ise ordunun profesyonel şekilde yeniden yapılandırılmasının aracı olduğunu ifade etmek gerekiyor.

Böylece bir sac ayağı daha oturtulmuştur.

1920’den 2020’ye gelindiğinde Cumhuriyet’in ordusunun NATO’cu bir orduya dönüşmesinin kısa öyküsü böyle ifade edilebilir. Bugün artık bağımsızlıkçılıktan ziyade konuşulması gereken NATO okullarında eğitim alıp, NATO karargahlarında şekillendirilen ve NATO kuvvetlerine komutanlık edenlerin başına geçtiği profesyonel ordunun ABD ile birlikte operasyonel bir güç haline gelen “yeni ordu”dur.