Kadınlar: Gericiliğin yok saydığı, aydınlanmanın öncüleri

Kadınlar: Gericiliğin yok saydığı, aydınlanmanın öncüleri

07-03-2021 09:53

Yoksulluk ve sömürüye karşı eşitlik, gericiliğe karşı laiklik, karanlığa karşı aydınlanma için, kızıl 8 Mart’lar için, insanca bir yaşam için, adlı adınca sosyalist bir Türkiye için kadınlar ön saflara!

Hanife Şahan

“On galon su, 7 kalıp sabun yapabilecek kadar yağ, 9 bin kalem ucuna yetecek kadar kömür, orta büyüklükte bir çivi yapacak kadar demir, küçük bir kümese badana yapabilecek kadar kireç, az miktarda magnezyum, bir köpeğin pirelerini öldürebilecek kadar kükürt… Toplamda 5 şilin.”

Yukarıdaki alıntı Galina Serebyakova’nın önemli eseri Ateşi Çalmak kitabından. Marx ve Engels’in hayatını, mücadelesini romanlaştıran kitap burjuvazinin işçiye, yoksul halka bakışını bu şekilde özetliyor ve insanın değerini 5 şiline eşitliyordu. Bugünün de bundan farksız olmadığını özellikle içinden geçtiğimiz pandemi sürecinde her gün görüyoruz. Virüsten dolayı hayatını kaybedenler, her ay neredeyse sayısı 100’e yaklaşan intihar haberleri, gerici söylemler, hukuksuzluktan kaynaklı artan kadın cinayetleri, göz göre göre önlem alınmadığı için gerçekleşen işçi katliamları ve daha birçok örnek… Bu tablo mevcut sistemde insan hayatının ne kadar ayaklar altına alındığının önemli bir göstergesi. İşçiler ve kadınlar ise bu sistemin geriye ittirmek için elinden geleni ardına koymadığı dinamiği.

Yaşadığımız süreçte sömürünün, gericiliğin daha çok kadınlar üzerinde baskı unsuru oluşturduğunu söylemek mümkün. Ekonominin gidişatının krize dönüşmesinin kadınların çalışma yaşamında olmasından kaynaklı olduğunun ifade edilmesi, kadının aynı vasıflara sahip erkekten daha az ücret alması, güvencesiz çalışmak zorunda kalan ve “görünmeyen” çalışan kadınların sayısının büyük oranda artması, ilk olarak kadınların iş yaşamına son verilmesi kapitalizmin yarattığı örnekler. Pandemi ile birlikte artan kadın cinayetleri ise tek başına erkek şiddetine indirgenemeyecek kadar önemli. Bu süreçte çalışmak zorunda kalan kadın çocuğunu kreşe bırakamadığı için ya işten ayrılıyor ya da parası olan çok daha fazla ücret ödeyerek çocuğun bakımını sağlamaya çalışıyor. Buradan hareketle kapitalizmin yıllardır normalleştirmeye çalıştığı devletin sorumluluklarının aileye ve bireye yüklenmesi sorunu ise bugün çok daha fazla karşımıza çıkan bir durum. Bunun yanında  her geçen gün şişen faturalar, artan gıda fiyatları, barınma hakkının yok sayılması karşısında ise çözüm olarak halkın alacağı önlemleri anlatıp duruyorlar. Sağlığın tamamen paraya endekslenmesi ise yoksul halka ölümden başka bir şey getirmiyor. Kapitalizm en vahşi yüzünü pandemi sürecinde ortaya koyuyor.

Bununla birlikte dinci gerici söylemlerin üstüne her gün bir yenisi ekleniyor. Kadına biçilen roller ise ailenin yükünü sırtlanacak, çocuk doğurarak çocuklarına bakacak anne olarak tarif ediliyor. Kadının nasıl giyineceğinden nasıl hareket edeceğine kadar sınırlandırılmaya çalışılan bir kalıp çıkarılıyor. Bu kalıbın dışında olanlara, kalıba girmemek için mücadele edenlere de hızlıca “suçlu” imajı çizilebiliyor. Bu sayede kapitalizm ve gericilik kol kola istediğini elde etmeye çalışıyor. Bir taraftan krizin yarattığı sıkışma, diğer taraftan gericilerin biçtiği rollerle kadın yok sayılıyor, aile kutsanıyor.

AKP iktidarının gerici kuşatmasıyla kadına anneliği, aile içi görevleri ve doğurmayı dayatan girişimler sayesinde devletin sorumluluğunda olması gereken yaşlı ve çocuk bakımı bile kadının üzerine yükleniyor. Sermayenin ideolojik aygıtları ise kadının aile içi misyonunu açıkça ortaya sermekten geri durmuyor. Dolayısıyla kapitalist sistemin olmazsa olmazı ailenin yüceltilmesi aslında vahşi bir sömürüden öte bir anlam taşımıyor.

Buraya kadar yazılanları biliyoruz, her gün bu örneklerle karşılaşıyoruz. Dolayısıyla bu başlıklarla nasıl mücadele edileceği, adını koyalım; umutsuzluğun karşısında umudun nasıl yaratılacağının cevabı bugün çok daha fazla önem kazanıyor.

Elbette sadece değiştirmek için örgütlenmek gerekiyor demek de artık yetmiyor. “Neye örgütleneceğiz?” Bugün asıl cevaplanması gereken soru bu.

Çok açıktır ki, kadının ikincil rolü mülkiyet ilişkileri ile birlikte tarif edilmeye başlamıştır. Dolayısıyla mülkiyet ilişkileri ortadan kalkarsa kadının özgürlüğü de teslim edilecektir. Bu cevap bu kadar yalın ve gerçektir. Ancak burada iki başlık açmak gerekir.

1) Uzun yıllardır kadınlara hem feminist cenahtan hem de özellikle sermaye sınıfı tarafından “Toplumun tüm sınıflarındaki kadınlar birleşiniz” sloganı dayatılıyor. Bu şekilde aslında kadının gericiliğe, sermayeye karşı mücadelesi de sümenaltı ediliyor. Hal böyle olunca, düşman sadece erkekler haline geliyor ve o zaman da patronların sadece erkeklerden oluşması ya da gerici söylemlerin sadece erkekler tarafından dillendiriliyor olması sonucunu çıkartmak gerekiyor!

2) Kadına yönelik herhangi bir şiddetin gerçeklemesi sonrası sermayenin kadınlar için dayanışma evleri açması, kadın hakları konusunda en çok söz eden taraflardan biri olması ya da kadının yoksulluğu, yoksunluğu konusunda yapılan birçok araştırmanın altında liberal vakıfların, derneklerin imzasının olması da kadınların mücadelesini kuşatma, sınırlandırma çalışmalarının en önemli göstergesi.

Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinin gericiler ve sermaye açısından büyük bir tehdit unsuru oluşturduğunu bu iki başlıktan da anlamak mümkün. Bunun yanında kadınların kazanılmış tüm yasal haklarının ortadan kaldırılmaya çalışılması basit bir ‘AKP’nin gerici müdahalesi’ olarak görülemez. Örneğin bugün Türkiye’nin imzasının çekilmeye çalışıldığı İstanbul Sözleşmesi’ni ve kadının yaşadığı şiddet karşısında hukuksal hiçbir dayanağının kalmamasını basit bir hukuksuzluk ya da istem olarak görmek mümkün değildir. Haklarından yoksun olma durumlarına kayıtsız bir kadın toplamı ise kadın mücadelesine de, sınıf mücadelesine de zarar verir, gericiler de sermaye de bunu gayet iyi bilmektedir.

Kadın hem biçilen aile rolleri ile hem hukuksuzlukla, hem gerici dayatmalarla hem de yaşadığı acımasız sömürü ile toplumun değersizi ilan ediliyor.

Tarihin en karanlık dönemlerine baktığınızda kadınların hep geriye itildiğini, aydınlık dönemlerin ise öncülüğünü yaptığını söylemek gerekiyor. Ortaçağ karanlığında, gericiliğin hakim olduğu ülkelerde, sermayenin egemenliğinde, emperyalizmin saldırısında en fazla sıkıntıyı kadınlar yaşarken dünya tarihini değiştiren 1789’da, 1848’de, 1871’de, 1917’de kadınları en ön saflarda görürsünüz. Mesele bu kadar basittir.

Bugün yaşadığımız ve yukarıda açtığımız iki başlık ise kadınların bu tarihsel misyonunu ortadan kaldırmak için sermaye ve gericiliğin tüm aygıtlarını seferber etmesine neden olmaktadır. Kadının eşitlik ve özgürlük mücadelesinin kadın kimliğine, bedenine sıkıştırılmasıyla adeta kendi oyun alanında oynayan bir toplam yaratılmak istenmektedir. Bu indirgemeyle kadını ne kadar aşağıladıklarının ise farkında değillerdir. Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinin önü böyle tıkanmaktadır. Kadının yaşadığı tüm sorunları birbirinden bağımsızmış gibi ayrıştırarak ve sınıf mücadelesinden kopararak ele almakla da kadının özgürleşmesinin önündeki en büyük engellerden biri haline gelmişlerdir.

Kısaca; “Sermaye düzenini hedef almayan, tarihsel kazanımları göz ardı eden, sınıfların üzerini örten, günlük, tekil ve özel alan merkezli yürütülecek hiçbir mücadele kadınların kurtuluşunun zeminini kuramaz. Üretim ilişkileri ile birlikte, toplumsal ilişkilerin, ideolojik-kültürel referansların başka bir zeminde kurulduğu bütünlüklü bir toplumsal ve siyasal yapı kadının üzerindeki tahakkümün ortadan kalkmasının da ön koşuludur.” (Umut Kuruç – Marksist Manifesto, “Kadın hareketleri, feminizm ve kadının kurtuluşu”, 6. Sayı, )

Bu yüzden örgütleneceğimiz mücadele topyekun bir toplumsal kurtuluş mücadelesidir. Yoksulluk ve sömürüye karşı eşitlik, gericiliğe karşı laiklik, karanlığa karşı aydınlanma için, kızıl 8 Mart’lar için, insanca bir yaşam için, adlı adınca sosyalist bir Türkiye için kadınlar ön saflara!