Siyasi bir mücadele alanı olarak kadın modası(1)

‘Modaya uymak’, ortaya sunulan ideallerin kabulüdür. Bu idealler her yıl değişir. Kitlelerin modadan etkilenmesinin bir nedeni de çevreden dışlanmamayı sağlamasıdır.

Tülin Tankut

Dünya genelinde cinsiyetçi sınıf örgütlenmesine dayanan toplumlarda, kadınlar ileri kapitalist ülkelerde bile ikinci sınıf yurttaş olarak belirlenmişlikten henüz/hâlâ kurtulamamışlardır. Cinsel rolleri geniş kitleler söz konusu olduğunda onları  özel alanla özdeşleştirmiştir. Güzellik, moda, ev dekorasyonu, alış veriş, çocuk  bakımı, magazin, aktüalite vb. uğraşlar, kadınlar için cinsel rollerini yeniden üretebildikleri bir dünya oluşturmuştur.

Kadınlar arasında çok yakınılan şişmanlık da bu kadınca yaşamın sonucudur. Şişman kadın, estetik cinsellik idealine uymadığı için eleştirilir. Oysa kadın yaşam biçimi – eve kapatılma, ev işi, çocuk bakımı, spor ve yürüyüşten yoksun kalma, yemeğin tadına bakma, çocuğun artan mamasını ziyan olmasın diye bitirme, kabul günü ve oyun günü gibi sosyalleşmeler, kadının şişmanlamasına zemin sanırlar. Öte yandan medya kadınlara zayıf kalmayı öğütler, adeta üzerlerinde baskı kurar.  (1)

Kadınların dış görünüşü, tarih boyunca sınıflı toplumlarda erkek egemen siyasal iktidarların toplumsal denetim alanlarından biri olmuştur. Giyim kuşamları, biyolojik işlevlerinin, doğurganlıklarının estetiksel bir anlam taşıması temelinde gelişmiştir.  Örneğin bizde muhafazakâr kesim, gebe kadından karnını belli etmeyen giysiler giymesini bekler. Hele de gelenekler dinle ilişkilendirildiğinde daha kalıcı olur; aynı şekilde, ahlaki açıdan doğru bir görünüşe sahip olmak için kadınlığını gizleyenler çoktur. (Özellikle dul kadınlar üzerinde baskı vardır. ”Dulun etekleri düşman” denir.)

Kadınların doğanın verdikleriyle yetinmeyip süslenmelerini isteyenler de erkeklerdir. Ama bu hak kadınların eş, dul, hayat kadını vb. kategorilere bölünmesinden ötürü her kadın için aynı değildir. Bazen bunun cinsel niteliği bile yoktur, sırf erkeğin statüsünü güçlendirmeye yarar. Varsılın karısı istemese de bir meclise girerken bedeninde üstünlük simgesi mücevherlerini   sergilemekle mükelleftir. (Bizde kuyumculuk, özellikle doğuda altın, bu yüzden yaygın olsa gerek.) Evli kadının kendi bedeni üzerinde hakkı yoktur. Eşi onun giyimine kuşamına karışma hakkını kendinde görür.

Kadınlardan bugün de kamusal alana çıkarken giyim kuşamları için toplumsal onay almaları beklenir. “Namusun görsel olarak yansıtılması” konusunda tesettürlü ve açık kadınlar aynı cinsiyetçi baskı altındadırlar. Son günlerde kadın sporcularımızın uluslararası kazandıkları başarılara bile köktendincilerce nasıl dil uzatıldığına tanık olduk; sporcu kıyafetleri kastedilerek aile, gelenek ve toplumsal değerlere zarar vermekle suçlandılar.

Erkek koruması altındaki kadın, haliyle koşullarına uygun bir biçim almıştır ve bir dış uyaran olmadığı sürece bu biçimi kırması neredeyse olanaksızdır. Ancak tüketim toplumu, kadınların yaşamları üzerindeki erkek denetimini hafifletiyor, kadınlara göreli bir özerklik sağlıyor. Bu ilk bakışta olumlu bir gelişme olarak görülebilir ama aslında popüler kültürün, ticari olarak desteklendiğinden denetlenmesi zordur, bu yüzden tabular kırılıyor, toplumun bedene ve cinselliğe bakışı değişiyor. (Bir dönem muhafazakâr kesimden siyasiler, kapitalist sistemin din kurumlarıyla ortaklık kurduklarını hatırlamayıp   İstanbul Yeşilköy Havaalanı’ndaki mayolu kadın reklamlarını kaldırmak istemişlerdi ama sermayenin gücü üstün gelmişti.) Bu arada reklam sektörü kadın bedenini erotikleştirirken hukuksal engel tanımaz; yasak olmasına karşın reklamda çocuk kullanmaktan çekinmez.

Günümüzdeki yaygın anlayışsa, çağdaş toplumun giderek artan çelişkilerini bireysel çelişki ve çatışkıya indirgeyerek, toplumsal çelişkileri örtmeye yöneliktir.  Dünya çapındaki bu eğilim, ülkemizi de etkileyerek dinci ve milliyetçi politikaların güçlenmesine zemin hazırlıyor. Özellikle kadına yönelik cinsiyetçi baskılar, dine dayandırılarak meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Bazı ilahiyatçılar, kadın konusundaki açıklamalarıyla kutsalı öne sürerek baskıların eleştirilmesinin önünü kesiyor. Dolayısıyla kamusal alanda toplumsal cinsiyetin istikrarının bozulma olasılığından korkan çevrelerle mücadele etmek bugün her zamankinden çok önem kazanıyor.

Çünkü dün ve gelenek adı altında dayatılan dogmalar, kadının siyasi ufkunun genişlemesinde engelleyici bir rol oynar. Her tür dogmadan kurtulmanın yoluysa sömürü ve ezilmeyi meşrulaştıran kapitalist ilişkilere karşı mücadeleden geçer. Kadınların siyasal olarak güçlenmeleri ve politik özne olabilmelerinin önündeki engellerden en yaygın olanıysa modadır. Ama asıl önemlisi moda sınıf, din, etnisite vb. farklılıkları tanımaz, tüm kadınları hedef alır.

Yüksek gelir grubundan kişinin beğenileri, sermaye sınıfının o kesim için yarattığı bir avuç “moda otoritesi”nin kuşatması altındadır. Dış görünüş haliyle toplumsal eşitsizliği vurgular. Ama ne gam!  Reklamlarla modanın sıkı takipçisi olmak neoliberal kapitalizmle birlikte   tüm dünyada yaşam ilgisi haline geldi. Artık dar gelirli ve yoksul kesim de varsıl hemcinsleri gibi olmak istiyor. İşsiz, yevmiyeli, asgari ücretli kesim modaya, alışverişe gereğinden fazla zaman ayırıyor, kazançlarının büyük bir bölümünü güzelleşmeye ayırmakta tereddüt etmiyorlar. Medyadaki röportajlarda da yanıtlar aynı: Alışverişi eğlenceli bulanlar, moral düzeltmek için örneğin saç modelini ve rengini değiştirenler, yeni bir şey satın almaktan haz duyanlar…Kısacası kapitalist sistem, işçi, emekçi kadınların tüketiminden de çıkar sağlıyor. (Saç boyası, makyaj malzemesi, üstelik ucuz, sağlığa zararlı)

Günümüzde güzellik endüstrisi yaratıldı. Sonuç?  İddiaların tersine, aynı tornadan çıkmış, bireysellikten yoksun, estetikli, makyajlı, türdeş yüzler. Kadınların bağımlılığını simgeleyen dar pantolonlar, yüksek topuklar… (İyi bir haber: Son günlerde spor ayakkabı modası baskın.)

Moda kimlikleri de siliyor. Her kesimin taleplerine ayak uyduruyor. Geleneksel kültürün (örneğin İslami kesim) değerleriyle hareket edenleri dışlamıyor.   İslami giyim tarzının (tesettür) modası yaratıldı. Firmalar defile, koleksiyon, dergi, televizyon reklamlarıyla piyasaya uyum sağladılar. Markalı tesettür giyim, İslami giyim sektörü, Müslüman toplulukların yaşadığı ülkelere yayılıyor. (Ortadoğu pazarı genişliyor)

‘Modaya uymak’, ortaya sunulan ideallerin kabulüdür. Bu idealler her yıl değişir. Kitlelerin modadan etkilenmesinin bir nedeni de çevreden dışlanmamayı sağlamasıdır.

Empoze edilen güzellik anlayışı endüstriye dayalıdır; yapaydır, medya kadınları tüketime teşvik eder. Karşı çıkılması gereken budur. Yanlış anlaşılmasın, kadınların bedenleriyle ilgilenmeleri, kendileri için duydukları bir ihtiyaçtır. Cinsellikleri, kimliklerinin olağan bir parçasıdır. Bunu taşımaktan neden utansınlar? Giyim kuşamlarını seçerken neden toplumsal onay almak zorunda kalsınlar? Ancak tüketimi artırmasının yanı sıra moda, dayatılan “kadınlık değerleri”nin üretilmesinde rol oynar. (Yürüyüş, bakış, gülümseme…) Erkek egemen kapitalizme politik destek sağlar.

Güzelliğin kutsanması, kadınların güzelleşme çabasıysa enerjilerini soğuruyor. Yalnızca bu da değil. Özel alandaki tüm uğraşlarına ayırdıkları uzun saatler. Sözgelimi, sabahtan akşama kadar süren gündüz kuşağı kadın programları… (Çalışanlar, bunları mesai bitiminde izliyorlar.) Uzağa gitmeye gerek yok. Koronavirüs salgınında özel alan, kamusal alan hiç bu kadar iç içe geçmemişti. Dışarıdaki yaşam eve kayıyor, evde çalışmanın yanı sıra evde eğlenme de ağırlık kazanıyordu. Ancak salgın öncesinin alışkanlıkları değişmedi. Evde ekmek ve yoğurt yapma, spor, belki biraz daha yaygınlaştı; boş zamanlar gene sosyal medya, cep telefonuyla görüntülü konuşma, film izleme v.b. dolduruldu, kitap okumaya pek zaman ayrılmadı.

Oysa kadınlar, kendileri için hazırlanmış televizyon programlarına, popüler kültüre daha az zaman ayırıp kendilerini dönüştürmelerine katkı getirebilecek kültür- sanat alanına yönelebilirlerdi. Toplumsal cinsiyet eğitimi – ki çocukluktan başlamalıdır- kadının kendini cinsiyetçi bakış açısıyla “ikincil cins“ olarak algılamasını engeller. Kendini ve erkeği tanıması, eski düşünce alışkanlıklarının değişmesine yardımcı olur. Kılık kıyafet, davranışlar, yaşam pratiklerinde kendisini kısıtlayan alışkanlıkları terk etme fırsatı doğar.

Peki, kadınlar kamusal alana hangi ihtiyaçtan ötürü çıkarlar? Çarşı pazar, çocukların sağlığı, okulu, aile bireylerinin ihtiyaçları, eğer çalışıyorlarsa iş yerine gitmek için. Ama hak aramak için değil!

Giyim kuşam gibi tüketim maddeleriyse işgücünün yoğun olduğu gecekondularda, kent yoksullarının çok zor koşullarda çalıştırılıp kadın emeğinin sömürülmesiyle üretiliyor. Çalışanı “ne iş olsa yaparım “noktasına getiren sömürüyse, kadın emeğini değersizleştirdi.  Üç tişört alana biri bedava, türü reklamlar tüketiciyi sevindiriyor. Ama bu “bolluk”, kadın emeğine yapılan ödemenin “darlığından” kaynaklanıyor. Demek ki moda, bir üretimdir ama yanı sıra kadınlar için siyasal bir mücadele alanı olarak görülmelidir.

Özetle, kadınların toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi, dünya genelinde kapitalizme karşı tek başına bir tehdit oluşturamıyor.  “Kimlikçi ve dinci politikalar”, sömürü ve baskıya karşı verilen mücadeleyi zorlaştırıyor. (2018 Meksika yapımı “Roma” filmi bu açıdan öğretici nitelikte.) (2) Kuşkusuz kapitalizm her ülkede aynı değil. Ama Müslüman ülkelerde Siyasal İslam’a karşı politik açıdan etkili olabilecek “ortak cephe” oluşturulamıyor. Afganistan’daki son olaylar bir kez daha gösterdi ki çağımızda bir ülke din, mezhep, etnik grup, bunların hiçbirinin tekelinde olamaz. Ulus devletse tarihi bir zorunluluktur, insanlık bunu da aşacaktır. Bugün için çözüm bekleyen acil sorun, çoğunluğu ev kadınlarının, kayıt dışı çalışanların oluşturduğu   geniş kadın kitlelerinin kapitalizme karşı verilecek mücadelede siyasal olarak güçlendirilmesidir. (İkinci yazının konusu)

DİPNOT: (1) Medyanın dili saygısızdır. Kadın bedenini parselleyip her birini düzeltilmesi gereken sorunlu bölgeler haline getirir. “Kurtulun şu yağlardan”, “yok edin selülitleri”, “gerdanınızı çimdikleyin” vb. Bazısı bundan etkilenmez. Ne de olsa “iyi adamın karısı kurna başında olur” kültüründen gelmekteyiz. Ama bazısı parçalanmış bedeninin her bir parçasından nefret eder ve bedenine savaş açar: Diyetten, spora, bıçak altına yatmaya kadar… Koskoca bir güzellik sanayisi da zaten onu beklemektedir. (Bu arada bilinçli kadın beslenmesine dikkat eder, sporunu belediye tesislerinde yapar, yoksa da talep eder.)

2)Alfonso Cuaronon’un sinema dünyasında baş yapıt olarak anılan “Roma” filmi, için beyaz ev sahibi kadınla, Meksika yerlisi çocuk bakıcısının kız kardeşliğini vurguluyor yorumu yapılmıştı. Ancak dikkatlerden kaçmaması gereken sahne, bakıcı kızın sınıfına olan yabancılaşmasıydı. Film 1970’lerde Meksika’da geçer. Sokaklarda, caddelerde sistem karşıtı hareketler, yollara dökülmüş eylemciler, faşizmin ayak sesleri, ortalık toz duman…Ama bakıcı kız, pencereden dışarı bile bakmıyor, dışarıdaki sesi “duymuyor”, sevgilisi tarafından terk edilmiş, karnındaki çocuğa odaklanmış… Tek derdi o.  Zaten hayatı “seyrediyor” her zaman. Hamburgerini yiyor, kolasını içiyor, ev sahiplerine yürekten bağlı… Ama filmde bu onun bireysel suçu değil, potansiyelini kullanacak fırsattan yoksun bırakılmış iletisi veriliyor. (Toplu spor yapılan sahnede, kimsenin beceremediği zor jimnastik hareketini o yapar.)    Ayrıca bebeği ölü doğunca üzülmediğini itiraf ediyor, sanki bu düzende çocuk doğurulmaz, demek istermişcesine.

Derken ev sahibi doktor karısını ve çocuklarını   terk ediyor. Kadın sınıf düşüyor. Burjuva olan kadının kocası, kendisi “mülksüz”, tıpkı bakıcı kız gibi. Sonuç: kapitalist sistemde her iki kadın da cinsiyetlerinden ötürü ezilirler, Bakıcı kızın emeği sömürülür, ama beyaz kadın onun sınıf düşmanı olup olmadığı tartışılır; çünkü o da sömürüden payını alır; kocası yokken evin idaresi, çocuklar – ev içi emeği- ondan sorulur.