Olmaz olmaz deme...

Trump’ın izinden gidenlere bel bağlanabilir mi? Kapitalist düzen olduğu yerde duruyor.  Sömürü ve baskı sürüyor.

Tülin Tankut

2020 yılı;  iklim değişikliği, sel, heyelan, orman yangını, deprem gibi doğal afetler ve Kovid-19 virüsünün, küresel ölçekte açtığı yaralar sürmekteyken sona erdi. Yeni yıl tüm dünyada büyük umutlarla kutlandı. 2021’den herkesin beklentisi farklıydı kuşkusuz.

Pandemi krizi, neoliberalizmin içyüzünü gözler önüne serdi. Uygar Batı’nın virüse yakalanmış yaşlı nüfusu nasıl gözden çıkardığına tanık olduk. Bekası için ayrımcılığın her türlüsünü üreten kapitalist sistemde tersi beklenemezdi zaten; ayrımcılık insan yaşamını hiçe sayar .

Son otuz yılda yaşananlara bakılırsa, üstüne üstlük  pandemiyle birlikte dünya, kapitalizmin revize edilmesinin çok güç olduğu gerçeğiyle yüz yüze geldi. Gelir eşitsizliği akıl almaz boyutlara vardı. Bundan tüm ülkelerin halkları etkilendi. Yönetimlerce din ve  milliyetçilik etmenleri kullanılarak emeğin siyasal alanda güçlenmesi engellenmeye çalışıldı. İşçileri, emekçileri karşı karşıya getirecek yöntemler fütursuzca  kullanıldı. Geniş halk kitleleri, sorunlarının altında ezildikçe, yönetimlere, hukuk sistemine güvenini yitirdikçe, meydanı boş bulan popülist liderlere gün doğdu. Bunlar halkın somut ihtiyaçlarının, özlemlerinin karşısına, sevgi, saygı, soy bağı gibi ülküselleştirilmiş kavramları koyarak gerçekleri maskelemeye çalışıyorlardı.

Bunların, nüfusun yarısını oluşturan kadınlardan beklentisi de hem evde hem işte, kendisinden bekleneni uysalca yerine getirmeleriydi. Yoksulluğu dayanılır kılmak için mikro- kredi gibi uygulamalar icat ediyorlardı. Bir yandan da kadınları baskı altında tutmak için popüler kültürü de kullanarak, cinsiyetçi söylemleri, uygulamaları ara vermeden sürdürüyorlardı. Ayrımcılığın en yaygın biçimi olan cinsiyet ayrımcılığı, dini görüşlerin referans alınmasıyla meşrulaştırılmaya çalışıldı. Dolayısıyla kadına yönelik şiddet  dünya genelinde durup dururken artış göstermedi.

Öte yandan kavramlar da küreselleşti; sistemin çıkarlarına uyarlandı. Her tür kaypak anlama açık hale geldi. “Post –  truth” (gerçeklik – ötesi deniyor)  kavramının  siyasette kendine yer bulması, kitleleri algı yönetimiyle kendilerine bağlama peşindeki  siyasileri harekete geçirmekte gecikmedi. Üstelik kendileri medyaya da egemenler, denetim de yok… Yalanların gerçekmiş gibi sunulduğunda artık gerçek de eskisi kadar önem taşımıyor.  Siyasetçi samimiymiş gibi davranıyor , kitleler inanıyormuş  gibi yapıyor…

Post-truth çağının şahı, ABD başkanı Trump ise seçimlerden sonra sermaye sınıfından aldığı destekle ekonomik, sosyal, siyasal, ahlâki sorumluluklarını hiçe sayarak ülkeyi yönetmeye soyundu. İktidarını kabul ettirebilmek için kendisinin başkalarından üstün olduğunu göstermesi gerektiğine inanıyordu. Kimdi başkaları? Kendisini desteklemeyen herkes! Siyasetin kutuplaştırıcı şiddet dilini kullanması topluma da yansıyordu. Halk istim üstündeydi. Bu temelsiz bir kaygı değildi.  (“Siyahların yaşamı değerlidir“ eylemleri bile tek başına yeterli bunu kanıtlamak için. )

“Sağlıklı yaşam” endüstrisi , pandemiyle birlikte halkın gözünü boyayamaz oldu. Sağlıksız koşullarda nasıl sürdürülecekti sağlıklı yaşam?

Trump pandemiyle baş etmede de sınıfta kaldı. Sağlık sömürüsü, devlet katında hazırlanmış raporlarla ortaya döküldü. Amerikan sağlık sistemi, düşük gelirli , çocuklu , yoksulluk sınırının altında yaşayan aileleri, engellileri görmüyordu.  İnsanlar kısa çalışma ödeneğiyle ayakta durma mücadelesi verirken… Kayıt dışı koşullarında çalışanların oranı, küresel düzeyde iş gücünün yüzde yetmiş altısını bulmuş… Yoksullukla baş edebilme umuduyla  “her koyun kendi bacağından asılır” düsturunu benimseyip  gasp ve soygundan;  uyuşturucu,  insan ve kadın ticaretine –  geliştirilen bireysel stratejiler giderek yaygınlaşmış… Trump ise sırtını dayadığı sermaye sınıfına güvenerek bildiğini okumakta direniyordu. Kendisini desteklemeyenleri;  yoksulları, tacize, tecavüze uğramış ve şiddet gören kadınları, yasadışı göçmenleri, yabancıları, ilerici güçleri, dahası ABD‘deki bir haber muhabirimizin dikkat çektiği gibi, savaşta yaşamını kaybetmiş askerleri bile, “looser” (kaybeden) yaftası altında aşağılıyordu. Ama Kovid -19‘a yakalanınca, halkın vergileriyle kurulmuş askeri hastanede, kimseye tanınmayan ayrıcalıklı bir tedavi ve bakım gördü. (ABD’li kaynaklara bakılırsa  beş günlük tedavi masrafları 1.5 milyon dolarmış.) Seçimleri kaybedince ne oldu? Kendisi looser oldu!  Ne demişler? “Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz”.  Tüm engellemelere karşın Amerikan halkının tokadından kurtulamadı. Asık suratı, süklüm püklüm haliyle ekranlarda boy göstereceği hiç aklına gelmiş miydi acaba? Hâlâ seçim sonuçlarının iptali için uğraşıyor. İşin düşündürücü yanı arkasındaki halk desteği hiç de azımsanacak gibi değil.

Trump bu yenilgiden sonra köşesine çekilir mi?

Her şey göz önünde olup bitiyor. Artık kapitalizm eskisi gibi sinsi değil. Dünya liderlerinin kapalı kapılar ardında gezegeni ilgilendiren, savaş dahil kim bilir neleri konuşup tartıştıklarını, hangi  ittifaklar içine girdiklerini, ne kararlar  aldıklarını tam olarak bilemesek de  görebildiklerimize kayıtsız kalmamız olanaksız. İş ki  durumun vahametinden ders çıkartabilelim. Kitleler gelecek arayışı içinde. Bundan sonraki  dönemde ülkenin kaynakları yoksulluğun ortadan kaldırılması , sağlık hizmetlerinde köklü bir değişikliğin yapılması, sağlık alanındaki olası yeniliklerden herkesin eşit oranda yararlanması, eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması ya da kadına yönelik şiddeti önlemek için kullanılacak mı? Değil uzun vade gerektiren düzenlemeler, sağlık çalışanları haklarına kavuşabildiler mi? Trump’ın izinden gidenlere bel bağlanabilir mi? Kapitalist düzen olduğu yerde duruyor.  Sömürü ve baskı sürüyor. Umulmadık bir zamanda kimi vuracağı belirsiz Kovid-19’ların ya da başkaca küresel felaketlerin gelmeyeceğinin garantisi ne? Pandemide ne çok insan yaşamını kaybetti, unutacak mıyız?

Kapitalist sistem alarm veriyor.

Ancak insanlık bu noktaya susarak gelmedi. Rüzgar, sınıf temelli parti, platform. v.b. demokratik örgütlenmelerden yana esiyor, hem de güçlü bir biçimde. Gerçekleri açıklamayı  misyon edinmiş çevreler, davalarını halka ikna edici bir biçimde anlatıyorlar. (“Anlatılan senin hikayendir.”) Kapitalizme karşı alternatif sunuyorlar.  Kadınların muhalif siyasetteki iradesi güçleniyor. Korkmadan tepkilerini dile getiriyorlar.

“Marks’a dönüş” sesleri yükseliyor bir yandan da.

Türkiye gerçeğine de bu açıdan bakmak gerekmez mi? Tabii, bize özgü koşulları göz ardı etmeden. Toplumsal belirlenmişlikten kurtulmanın ilk adımıysa laik değerlere sahip çıkmaktır.