Kadına yönelik ayrımcılıkta siyasi bir mücadele alanı olarak dincilik

Kadınlar olarak, laiklik karşısındaki sürekli ve kararlı mücadelemizi sürdürmek zorundayız. Emperyalizme karşı tam bağımsızlık, sınıf mücadelesi, kadınların kazanımlarımın korunması için laiklik, yaşamsal bir önemde çünkü.

Tülin Tankut

Dinin toplumsal kökeni üzerine yapılan araştırmalar, sosyo-ekonomik ilişkiler sonucu oluştuğunu ortaya koyuyor. (Çok tanrılı dinlerden, tek tanrılı semavi dinlere geçiş.) Bu niteliği de dinin, değişime açık olduğunu gösteriyor.

Tek tanrılı dinler tarihin belli dönemlerinde mağdurlardan yana tavır alarak ilerici bir rol üstlenmiştir. Bundan yararlanan siyasetçiler, dini kendi çıkarları için kullanmakta gecikmemişlerdir. Din geçmişte olduğu gibi günümüzde de kapitalizme hizmet etmeyi sürdürmektedir.

Neoliberalizm de dinin, dünyanın pek çok bölgesinde , örneğin Avrupa’da, siyasal olarak etkinleşmesine neden oldu. (Laikliğin beşiği Fransa’da Macron, “laiklik tanımı üzerine yeniden düşünme gereğini duyduğunu” ifade etti.) Dini çevreler kamusal alanda güçlenirken bizim gibi ülkelerde, laiklik ilkesi ihlal edilmeye, demokratik kurumların işleyişinde gerileme belirtileri artmaya başladı. Devlet yönetim biçimlerinde demokrasiden otoriterleşmeye doğru bir eğilim gözleniyor. Demokratik hak mücadelelerine göz açtırmayan siyasi ortam yerleşiklik kazanıyor.

Ülkemizde, artık ayan beyan ortadadır ki hükümet ülkeyi, kendi siyasal anlayışına göre dönüştürmek niyetindedir. İşe eğitimden başlamıştır. Eğitimde toplumsal cinsiyet eşitsizliğini kaldırmaya yönelik tek bir adım atmamıştır. Din eğitimiyse ehil ellerde olması gerekirken, dini politikaya alet eden, inancının gerektirdiği ahlakı taşımayan ellere bırakılmıştır. Din eğitimi, dini inançlar insan bilincinin gelişmesine engel oluşturmaması ilkesi çiğnenerek dinsel dogmalarla doldurulmuştur. Öğretilenlere sorgusuz sualsiz (din zaten sorgulanmaz, inanç alanıdır) zihinsel bağlanmaysa kadınlar üzerinde etkili olmaktadır.

Bu duruma gelinmesinde yine neoliberalizmin payı büyüktür.

1980 sonrası kırsaldan kente göçün artması , kültürel alanda bir dolu değişikliği de beraberinde getirmişti. Laik / İslamcı, kentli / kentli olmayan gerilimi başlamıştı. Kırsalda egemen olan muhafazakâr yaşam tarzı, kente de taşınmıştı. Yoksul kent mahallelerinde, sosyal sınıfları ve kadın oluşları nedeniyle kadınların yaşamları kırsala göre daha da kısıtlanıyordu. Genel kanı, kadın para kazanmak için çalışmak zorunda değildi, evi geçindirmek erkeğin göreviydi. Ancak hayat pahalılığı karşısında erkeğin kazancı yetersiz kalıyordu. Ailelerin, kadınların dışarıda çalışıp para kazanmalarına ihtiyacı vardı. Sonunda bazı siyasi parti yetkililerinin desteğiyle, dini çevreler, İslami değerlere sadık kalınması koşuluyla kadınların çalışmasına izin verdiler.

Geleneksel baş örtüsü kullanan kadınların tesettürü benimsemesi zor olmadı. İşçi, emekçi, göçmen kadınlar ve ev kadınları , 80 askeri darbesinden önce solun örgütlemek için erişemediği işçi sınıfından kadınlar, üniversiteye girmek isteyen kızlar gibi toplumun çeşitli katmanlarından kabul gördü. Tesettürün yaygınlaşmasında İslami televizyon kanalları da etkili oldu. (Örneğin tesettürlü öğrencilerin üniversiteye girmek için kamusal alanda sergiledikleri eylemleri, onlara sahip çıkan İslami ve liberallerin, ağzı laf yapan medya mensuplarının, akademisyenlerin söylemleri ekranlardan hiç eksik olmuyordu.)

Tesettür, kadınlara kamusal alanda var olma gibi somut fırsatlar getirmişti. Örtünerek üniversiteye girebiliyor, iş yaşamına atılıyor, laikliğin sağladığı olanaklardan yararlanıyordu. Ayrıca farklı amaçlarla örtünenler vardı; sözgelimi oturdukları bölgede herkes örtündüğünden göze batmamak için.

İslamcı kapitalistler de laikler gibi serbest piyasacı anlayışı benimsemişlerdi. Holdingler kurdular. Ülke sınırlarını aşan bir tesettür giyim pazarı yarattılar. Müslüman ülkelerin yanı sıra Almanya gibi Müslüman nüfusun yoğun olduğu ülkelere kadar uzandılar. Üst gelir grubu mağazalardan, butiklerden, geri kalan küçük dükkanlardan, semt pazarlarından giyiniyordu. 1990’larda İslami markalar oluştu, defileler ve moda dergileriyle tesettür modası oluşturuldu. Bazı kesimlerde kadınlar kendilerini bu modaya kaptırmışlar, dindarlıklarının göstergesi olan tesettür giyim bundan bağımsız bir anlam kazanmıştı. Artık kamusal alanda diledikleri gibi dolaşıyorlardı. (Kafe, restoran, AVM, sinema, tiyatro, yazlık, televizyon yarışma programları vb.) Düğünlerde tesettürlü gelinle damadın dans etmesi ve doğum, evlenme yıldönümü kutlama gibi ritüeller de ihmal edilmiyordu. İslami kimliğin giderek tüketim ürünleri aracılığıyla dışa vurulmasından, radikal İslamcıların dışında kimse rahatsız değildi.

Müslümanlar arasındaki sınıf farklılığından doğan gerilimse “İslami kimliğin birleştirici” özelliğine güvenilerek “Hepimiz Müslümanız” söylemiyle gizlenmeye çalışılıyordu.

Özetle, tesettür, günlük yaşamda geniş kitlelerce benimsenmişti. Tüketim alışkanlığı konusunda tesettürlü kadınların laiklerden farkı kalmamıştı. Popüler kültürden de etkileniyorlar, laiklerin tercihi olan televizyon programlarını, dizileri izliyorlardı. (Bu günlerde İslami kesimden modacılar, dizilere sponsor bile oluyorlar.) İslami ve laik kesimlerin ortak yanları, kadının yaşamında eş ve anneliğin önceliğinin değişmemiş olmasıydı.

Ancak sonuçta, İslami kimlik de Batı taklidi diye eleştirdikleri laik kimlik gibi inşa edilmiştir. Dolayısıyla dönüşüme açıktır. Nitekim aralarında “Müslüman feministler” olarak tanımlanan da dahil olmak üzere farklı düşüncelere sahip olan kadın grupları, dinin ataerkil yorumlarını sorgulamaya başladılar ki bu, ancak laik düzende yapılabilir.

Sorgulama, 1400 yıllık İslam medeniyetinin temsilcisi olduklarını iddia eden çevreleri haliyle kızdırıyordu. Ama onların gözden kaçırdıkları nokta şudur: Artık başörtülü kadınlar, kamusal alanda inançlarından ötürü sorun yaşamıyorlar. Eğitim, sağlık, hukuk v.b. alanlarda çalışabiliyorlar. Asker, polis, avukat v,b. olabiliyorlar. Özel alandaysa başta aile içi şiddet olmak üzere, tüm kadınları bekleyen tehlikelere karşı tavır alıyor, tepkilerini dillendirmekten çekinmiyorlar.

Özetle, dini hukukun egemen olduğu toplumlarda kadın haklarının ne denli sınırlı olduğunu, kadınların hak arayışlarının nasıl engellendiğini çeşitli ülkelerde gözlemliyoruz. Bizdeyse başörtülü Müslüman, başörtüsüz Müslüman, seküler yaşam tarzını engellemeyecek bir İslam anlayışına sahip kadınlar, kadının yurttaş olarak kazanımlarına sahip çıkıyorlar. Kaldı ki, araştırmalar, ülke genelinde laiklik ilkesinin benimsenme oranının yüzde 82 olduğunu gösteriyor. Ancak, laikliği aşındırma ve anayasaya aykırı faaliyetleri sürdürme çabaları hız kesmiyor. (Diyanet İşleri Başkanının son demeçlerini dikkatle izlemek lazım) Dolayısıyla kadınlar olarak, laiklik karşısındaki sürekli ve kararlı mücadelemizi sürdürmek zorundayız. Emperyalizme karşı tam bağımsızlık, sınıf mücadelesi, kadınların kazanımlarımın korunması için laiklik, yaşamsal bir önemde çünkü.