Bir anne çocuğundan kolaylıkla vazgeçmez

Annelik yalnızca içgüdüyle, hormonlarla açıklanamayacak kadar karmaşık bir olgudur. Tarihselliğiyle biyolojik, psikolojik ve kültürel bir bütün olarak ele alınmayı gerektirir.

Tülin Tankut

Tüm dünyada annelik hakkındaki genel anlayış, kadınların paylaştıkları ortak temel kaygıların başında çocuklarının geldiğine işaret eder. Anne kimliği, kadınların ortak tarihçesine göre biçimlenir. Birçok kadın bu kimliğe, annelik etmeye başladıktan sonra sahip çıkar. O süreçte bile kimliğin hakkını vermeyenlere rastlanabilir. Kadınların anne olma ya da olmama tercihinin gerisindeki nedenler çok çeşitlidir. Demek ki annelik yalnızca içgüdüyle, hormonlarla açıklanamayacak kadar karmaşık bir olgudur. Tarihselliğiyle biyolojik, psikolojik ve kültürel bir bütün olarak ele alınmayı gerektirir.

Bu olgu, olumlu ve olumsuz örnekleriyle edebiyatın ve sanatın da konusu olmuştur. Hristiyan dünyasında kilisede, müzede hemen her tarihsel mekânda, “Mater Dolorosa- kederli anne” (Meryem’in oğlu İsa’nın çarmıha gerilişi sırasındaki kederi) figürü zihinlere çakılır. Mitolojideyse, Euripides M.Ö. 431’de savaşların, vahşetin, insan öldürmenin neredeyse doğallaştığı bir çağda “Medea” (1) tragedyasını yazmıştır.

Günümüze dönersek, gerçek yaşamda alışılageldik anne imgesi yine gözdedir ama annelerin adı yalnızca Anneler Günü’nde anılır. Pandemiyse dünyayı eve sığdırmaya çabalayan kadınları, geçim derdinden çocukların okul sorununa kadar çok çeşitli sorunlarla canından bezdirdi, isyan noktasına getirdi. Bir yandan da haberlere, gündüz kuşağı televizyon programlarına konu ve konuk olan, sorumsuzluğuyla Medea’yı aratmayacak anne figürleri çoğalmaya başladı.  Ancak buradaki sorun, küresel boyutlarıyla daha karmaşık bir yapıda.

Malûm, küresel ekonominin olmazsa olmazı küresel kültürdür. Sosyal medya, bunun tüketime odaklı yaygınlaştırma araçlarından biridir ve yapısı gereği kullanıcıyı kandırmaya uygundur. Sosyal medyada yaşanan “değerler krizi”nin nedeni sanal ortamda içgüdülerin daha kolay harekete geçirilmesidir. “Sanal kimlik”, dış dünyadan bir ölçüde kaçma hali yaratırken doğal olarak samimiyeti de ortadan kaldırıyor. Karşı cinsle tanışmaların neredeyse tümü sosyal medya üzerinden oluyor. Popüler kültürün reklamı, dizisi, filmiyle körüklediği aşk ideolojisi, özellikle köyden kente göç eden, sıkıcı yaşamından bunalıp başka arayışları olan kadınlara çekici geliyor. Aşk, bağlılık ve sadakatle beslenir. Küreselleşme koşullarındaysa çiftler bu değerleri korumakta zorlanıyorlar. Çağın hastalığı olan tüketicilik; aşk ilişkilerinde de hemen yakınlaşma, ilişkiye aşırı değer yüklemeyle, bıkma, aniden uzaklaşma gibi değişikliklere bağlı, uzun birlikteliklere cevaz vermiyor.

Ayrılıktan sonra anlaşılıyor ki aşk sanılan şey, kişideki bir eksikliğin giderilmesi arayışıyla ortaya çıkmış, dolayısıyla hüsranla sonuçlanmıştır. (Özellikle ergenlik çağının ilk aşk deneyimleri iyi gitmiyor.) Uzmanların da belirttiği gibi, aşk bilinçli bir seçim değildir; evlilikse bilinçli, rasyonel bir karar almayı gerektirir. Ancak söz konusu kadınlar ne evliliği ne de çocuk yetiştirmeyi umursuyorlar. Kimisi resmi nikahlıyken bir başkasıyla imam nikahı kıydırarak çocuk yapabiliyor. Önceki eşinden olan çocukları terk edebiliyor. Sevgilisinden olanları resmi nikahlı eşinin üzerine yazdırıyor ya da çocuk kimliksiz büyüyor.  Cinsel başıboşluksa, babalık davalarını, DNA testlerini artırıyor. Çocuklar büyükannelere, akrabalara ya da ortada bırakılıyor. Şansları varsa devlet koruması altına alınıyor.

Bu kadınlar arasında genç- orta yaşlı, kente göç etmesine karşın okula gitmemiş, toy, gözü açılmamış, kısacası cehaletinden sorumlu tutulamayacak bir kesim bulunuyor. Katıldıkları televizyon programlarında, ekran karşısında olduklarını unutup bireysel onur kavramından uzak; eşleri, sevgilileri, ebeveyn ve yakınlarıyla kavgaya tutuşuyorlar. Sık sık dindar söylemler kullanarak haklı olduklarını kanıtlamaya çalışmalarına karşın zoru görünce dinle bağdaşmayan, yalan yere yemin etmek gibi yollara tevessül ediyorlar. Alkol ve madde bağımlılığı olan babalardaysa suça eğilim ve alenileşen bir kötülük göze çarpıyor. Boşanma, çocukların velayeti, nafaka gibi konularda ana-babalar intikam, hınç alma, nefret duygularıyla saldırıyorlar birbirlerine. Karşılıklı suçlamaların bini bir para. Olan çocuklara oluyor: Ebeveynlerin özdenetimi kaybetmelerinden ötürü, travmaya yol açacak, yaşlarına uygun olmayan olayları yaşamak zorunda kalıyorlar.

Toplumumuz çocuk annelere yabancı değildir. Anneler arasında, çocuk yaşta evlendirilmiş, on beş- on altı yaşında anne olmuş çok sayıda kadın bulunuyor. Her birinin ayrı bir hikayesi var ama ortak bir yazgıyı paylaşıyorlar. Gençlerin, özellikle kızların ailede söz hakkı yoktur. (Başlık parası yüzünden kaçırılanlar, kaçanlar, babaları tarafından zorla evlendirilenler, saymakla bitmez.) Kente göç edenlerin yaşadığı, kent dışında kalan yerleşim bölgelerindeki mahalle baskısı, kırsaldakini aratmaz. Ancak artık köylerde bile, kitlelerin din ve geleneğin etkisiyle kısıtlanmış olan yaşamları, cep telefonu ve sosyal medyayla tanıştıklarında değişime uğruyor. İleri teknoloji, kişinin iletişime geçmesi için zaman ve yer sınırlamasını ortadan kaldırdı. Her zaman yüz yüze görüşme olanağı bulamayan kişiler, oturdukları yerden arkadaşlık kuruyor, stres atıyor, yeni şeyler gördükçe yaşama karşı meraklar artıyor. (SMS-kısa mesaj göndermeler, gizlilik için çifte cep telefonları…) Ergenlik çağındaki aşk ilişkisi de çok farklı bir biçimde yaşanıyor. Bunda çağa özgü başka etmenler de sayılabilir. Toplumsal ilişkilere ticaretin gölgesinin düşmesi, bencillik, kıskançlık, rekabet gibi duyguları körüklemesi… Yasalar değişmiş olsa da ‘ekonomik açıdan ailenin reisi erkektir, dolayısıyla aileyi temsil eden odur’, anlayışı toplumumuzda hâlâ yaygındır. Aynı anlayış kadını da geçimini tek başına sağlaması gerekmediği koşullandırması içine sokmuştur. Bu yüzden kadının, arzularının yönettiği bir yaşamda hayal ettiği mutluluğu yakalamak için parası olan erkek arayışını suçlamadan önce neden ailelerini dağıtıp çocuklarını kolaylıkla terk etmekten çekinmediklerini sorgulamak gerekir.

Sıkıcı yaşamın kadında da erkekte de kurtuluş arzusu yaratması doğaldır. Kişinin yaşamdan zevk alması bir kez kısıtlanmaya görsün… Sözgelimi cinsellik konusunda genel geçer bir bakış açısı sorunu vardır. Cinsiyeti, biyolojik farklılığı temel alan bir toplum yapısında erkeğin cinsel, duygusal ihtiyaçlarının karşılanması meşru görülürken, kadın cinselliği göz ardı edilir. Araştırmalar, evliliği boyunca, eşinin gönlünü hoş etme koşullandırmasıyla cinsel hazzı tatmayan, üstüne üstlük eşini gücendirmemek için haz alıyormuş taklidi yapan kadınların sayısının hiç de az olmadığını gösteriyor. Çiftler için üreme ön planda tutulduğundan gebe kalma-kalmama korkuları da kadınları cinsel birliktelik sırasında engelleyen bir etmen olabiliyor.

Ancak toplumsal yasaklamalar, dayatmalar bir süre işe yarar; isyana, meydan okumaya gebedir. Sadakatin, daha çok da kadının sadakatinin, aile bağlarını sağlam tutmak gibi bir yaptırımı vardı. Ama görünen o ki aile ocağının sağlam duvarlarında gedikler açılıyor. İlgi ve sevgi açlığı çeken kadın, eşiyle ilişkisinde, erkek arzusunun nesnesi olduğunu kavrayınca hiç düşünmeden kendi arzularının tutsağı olabiliyor. Bu kadınlar arasında mazbut bir yaşamı benimsemiş, uzun yıllar evliliğini sürdürmüş olanları da görüyoruz. Yılların birikimiyle gözünü kırpmadan evi barkı terk ederlerken isyanlarında, birbiriyle çekişen duygu ve düşüncelerinin izleri ekranlardaki konuşmalarına yansıyor.

Son çare şiddet gören kadınlara kapısını açan sığınma evine çocuklarını da alarak gitse bile sonrasında başına ne geleceğini bilemediği için korkuyor. Çünkü erkeğin değerleriyle yaşamayı içselleştirmiş. Gözü kapalı başka bir erkeğe sığınıyor. Kediye ciğer emanet etmek gibi bir şey! Yaşı küçükse, toyluğunu istismar edecekler pusuda bekler. Din adamı kisvesi altında, bir erkek olarak erkeklerin ayrıcalıklarından yararlanma sevdasına düşenler. (Torunu yaşında kızlara muska yazarak, telkinle yaklaşarak hem parasını hem de cinselliğini kullananlar) evlilik mağduru erkekleri bile kadın üzerinden mağdur edenler erkek. (Evlilik çeteleri- sahte gelinler)

Babaların da onlardan farkı yok. Mesleksiz, işsiz, günü birlik işlerde çalışıyor. Gelir gideri karşılamıyor. Alkol ve madde bağımlılığının yozlaştırıcı etkisi, ayrılıkları kolaylaştırıyor. Özetle; kendi yaşamına sahip çıkamayan ebeveyn, çocuğununkine nasıl sahip çıkabilir? Velayetin anne-babadan hangisi uygunsa ona bırakılması, çocuk ortada kaldıysa devlet koruması altına alınması, evlatlık verilmesi gibi önlemler artık çocuğu koruyamıyor. Evlilik dışı ilişkiden dünyaya gelen, cami avlusuna terk edilen, para karşılığı el altından evlatlık verilen, sokak ortasında terk edilen çocuklar hep olmuştur ve atasözlerimize bile geçmiştir: “Anaların, babaların günahını çocuklar çeker.” diye. Üstelik toplum tarafından çözülemez sorunlar olarak algılanmıştır. Bunların kökten çözülebilmesi için ekonomik, sosyal ve kültürel koşulların değişmesi gerekir. (2)  Ama ana-babalar gerçeklerden, sorumluluklardan kaçıyorlar; koşulları değiştirmek yönünde bir çaba göstermeyi değil değişimi, akıllarına estiği gibi zaman ve mekân değişiminde aramayı tercih ediyorlar. Bu tam da zamanın ruhuna uygun bir tercihtir!

Ancak suçu bütünüyle ana-babanın üstüne atmak da yanıltıcıdır. (3) Koşullar uygun olsa kuşkusuz onlar da anneliğin, babalığın hazzını yaşamak isteyeceklerdir. Ama günümüzde insanın değeri kalmamıştır, desek yeridir. Özdenetimi kaybetmiş analar, babalar pandemiyi çocuklarının okula gidip gitmediğini umursamıyorlarsa devletin varlığını üzerlerinde hissetmediklerindendir.

Aile, bakıp büyüttüğü çocuklarını sermayeye iş gücü olarak verir. Ailenin yükünü çeken kadındır. Küreselleşme, en çok kadın ve çocuk haklarına darbe vurdu. Çocukları bekleyen tehlikeyse çocuk işçiliği ve işsizliktir. Yirminci yüzyıl kapitalizminden farklı olarak üretimde ileri teknolojiye geçileceği   dolayısıyla yedek işçi ordusuna eskisi kadar ihtiyaç kalmadığı düşüncesiyle dünya genelinde yönetimler, çocukların yetiştirilmesinde göstermeleri gereken asgari ilgiyi bile esirgiyorlar.

Sonuç olarak, kadın ve erkeğin aşırılıkları, annelik ve babalık rolleriyle bağdaşmaz. Mağdur durumdaki çocukların sayısıysa çığ gibi büyürken ileride yaşanabilecek yıkımlar konusunda dünyayı uyarıyor. Çocuklara sahip çıkmamak, onların geleceğini öldürmektir ki cinayet işlemekten farkı yoktur. Tüm totaliter rejimlerin de varlıklarını sürdürebilmeleri için arayıp da bulamadıkları insani malzeme, çocukluğu travmalarla geçmiş bireylerdir. (6 ocakta, ABD, Washington DC’deki kongre salonunu (Capitol) baskınını yapanlar arasında beyaz ırkçı, evangelist, Başkan Trump’ın komplolarla yenildiğine inanan bağnaz grupların olduğu söyleniyor.) Milliyetçi, dinci, mezhepçi, bağnaz grupların oluşumları denetlemeyince de ortada toplum diye bir şey kalmayacaktır.

Dipnot:

  1. Gelmiş geçmiş hanedanların, iktidar uğruna oğullarını öldürttüklerini biliriz de annelere bunu yakıştıramayız. Medea, Yunan mitolojisinde, sevgilisi Jason’dan intikam almak için (ondan olma) “çocuklarını öldüren anne” figürüdür. Yunan Mitolojisindeki karşılığı, yerine geçmesinden korktuğu çocuklarını yiyen baba, Kronos’tur. Bazı feminist yorumlara göre Medea, erkek egemen iktidarın sürmesinin simgesi olan çocuklarını öldürmüştür. Ancak, nasıl ki “haklı dayak yoktur”, çocukların -bir canlının- canına kıymanın da haklı bir gerekçesi olamaz.
  2. Hükümet, kadına yönelik şiddetle mücadelede yol kat etti mi? Boşanmalarda anneler, çocuklarının gözleri önünde eşleri tarafından öldürülüyorlar. Emine Bulut’un, “Ölmek istemiyorum” diye yalvaran sesi hâlâ kulaklarımızda. Annesi öldürülen, babası tutuklanan çocukların dramı da ayrı bir sorun.
  3. Duygular da tarihsel- toplumsal kökenlidir. Kötülüğün, toplumsal bağlamından koparılıp sanki doğuştanmış gibi algılanışı, bizi yanlışlar götürür; değişim ve dönüşümün yadsınması anlamına gelir.