'Anneler Günü' armağan verme gününe dönüştü!

O kapitalizm ki, “insanlığın tüm değerlerini” içini boşaltarak metaya dönüştürmekten çekinmiyor, “Anneler Günü”nü de  ‘Armağan Günü’ne çevirdi. Pandeminin eşitsizliği  alabildiğine körüklediği günümüzde reklamlar yine devrede, küresel pazarda yok yok… İnsanlar  belki de boğazlarından keserek bu tuzağa düşecekler. Annelerse bekleyedursunlar, sorunları çözülecek diye.

Tülin Tankut

2021 Dünya Nüfus Raporu’nda (UNFPA) araştırma sonuçları, milyonlarca kız çocuğunun ve kadının kendi bedenleri üzerinde söz haklarının bulunmadığını gösterdi. Kuruluşun İcra Direktörü Natalia Kanem bir cinsin, “yaşamlarının başkaları tarafından yönetilmesi” sona ermeli, diyerek isyanını dile getiriyor.

21. yüzyılda insanlığın bu sorunla uğraşmaması gerekirdi. Kadın babanın ya da kocanın mülkü değildir, özerk bir bireydir. Hukuksal kimliğe sahiptir. Eş ve anne olmanın fazlasıdır. Ama bu gün hâlâ kadının özgürleşmesinden ne anlıyoruz? Sorusuyla cebelleşiyoruz. Eşitlik talebinden vazgeçtik, şiddete karşı can güvenliği bile sağlanamıyor. Tüm dünyada hükümetler, söz birliği etmişçesine kadınların, kadın olmaktan doğan sorunlarıyla ilgilenmiyorlar. Kadınlara birey olma yolunun açılması için zorunlu olan eğitim, sağlık, iş, iş güvenliği, şiddetten korunma gibi haklarından geniş kitleler yararlanamıyor.

Kadın çalışma hakkını kullanamayınca geriye evlenme seçeneği  kalıyor. Dolayısıyla ‘ev kadınlığı’ gerilemiyor. Dünya genelinde çoğunluğu ev kadınlarının  oluşturmasında yüzyıllardır süregelen bir gelenek rol oynuyor: Kız çocukları evlenmek  üzere yetiştirilirler. Günümüz koşullarında bile çağdışı değerlerin savunucuları olan dini ve siyasi çevrelere göre, sözüm ona Yaradan/ doğa,  ev ekonomisini cinsel rollere göre önceden programlamıştır. Aile, kadın için iç mekanı, erkek içinse bir dış mekanı belirler. Erkek kazanır aileye bakar. Kadın evi düzenler, yönetir. Birinin yokluğu diğerini gereksiz kılar. Böylece cinsel roller birbirinden kesinkes ayrılmıştır.

Erkek, konumu gereği, kendisiyle “öteki”/ karısı, çocukları arasındaki sınırı / hiyerarşiyi korumak için sertleşebilir, şiddete bile baş vurabilir. Erkeğin üstünlüğü miti de benzer şekilde oluşmuştur.

Kadının eve kapatılması, başka alanlarda doyum sağlama olanağını ortadan kaldırır. Hele annelerin konumu… Tek bir alana bağlanmaya, toplumsal ilişkilerini en aza indirip tüm doyumunu ailesinden sağlamaya yöneldiğinde, aile ilişkisi  bağımlılık haline gelebilir. Kadın eve kapatıldığı için yaşamdan ürker. Oynadığı  “Dişi kuş” rolünden ötürü mal mülk kaygısı onda daha çoktur. Ailesinin geleceği açısından temkinli olmak zorundadır. Erkekse kendini her tür tehlikeye karşı savunacak özgüvene sahip olacak biçimde yetiştirilmiştir.  (Yatırım yapmak, ticaret, iş değiştirmek v.b. onun gözünü korkutmaz.) İyi ev erkeği, eşine sadakatinden çok, evine iyi bakmasıyla tanımlanır. (“İyi adamın karısı, kurna başında belli olur” atasözümüz bile var.)

“Ev kadını”, toplumdaki egemen ideolojinin yarattığı bir kadın tipidir.

Aile, kapitalizm tarafından sömürülmek üzere, emek gücünün sağlanması açısından kapitalizmin vazgeçilmezi bir kurumdur.  Sermayenin genişlemesine bağlı olarak her zaman emeğe ihtiyaç duyulacaktır. Annenin çocukları için sağladığı manevi doyum, sevgi ( saçını süpürge etmesi) kapitalizmi ayakta tutan önemli etkenlerden biridir. Kapitalistler, annelik iç güdüsüne güvenirler, bu yüzden de annelerin sabrını taşıran kararları alırken rahattırlar.  ( Dünyadaki anne- çocuk ölümleri artık istatistiklere sığmıyor.)

O kapitalizm ki, “insanlığın tüm değerlerini” içini boşaltarak metaya dönüştürmekten çekinmiyor, “Anneler Günü”nü de  ‘Armağan Günü’ne çevirdi. Pandeminin eşitsizliği  alabildiğine körüklediği günümüzde reklamlar yine devrede, küresel pazarda yok yok… İnsanlar  belki de boğazlarından keserek bu tuzağa düşecekler. Annelerse bekleyedursunlar, sorunları çözülecek diye.

Ancak, “dişi kuş” artık yuvayı korumakta zorlanıyor. Dünyada ve ülkemizde boşanmaların arttığı resmi raporlarca da doğrulanıyor. Kuşkusuz her kadın kendi yaşadığı koşullar içerisinden taleplerini belirler. Alt gelir grubu barınma, beslenme, sağlık, eğitim , iş gibi yaşamsal ihtiyaçlarını ön plana alır. Başkalarının talepleri daha farklıdır. Ama genelde evlilik, kadın için bir “sigorta poliçesi”dir; erkek içinse soyunu sürdürmeye yarayan bir yaşam biçimi… Denilebilir ki, evlilik kurumu, toplumsal cinsiyet rollerinin eşitsizliği üzerine kurulu olduğu için anlaşmazlıklarda suçu tümüyle eşlere atmak da haksızlık olur. Bunda doğruluk payı vardır ama evlilikte  erkek, tabi konumda olan kadına, kendisinin sahip olduğu hak ilkelerini  uygulayabileceği – şiddete varan-  bir konumda bulunmaktadır. Bunun da kadını isyana sürükleyeceği açıktır.

Günümüzde bizdeki boşanmaların önemli nedenlerinden biri  geçim sıkıntısıdır. Televizyon  ekranlarında gördüğümüz dar gelirli aileler, sokak röportajlarında borcu borçla kapattıklarından – banka kredileri, hısım akrabaya borçlanma v.b-  yakınıyorlar. Bunun bedelini de haliyle çocuklar  ödüyor .

Pandemiyse gündelik yaşamı değiştirdi. Geçim sıkıntısı geçmişin,  “ayağını yorganına göre uzat” denilen günlerini geri getirdi.  Ama alışkanlıklardan kolay kolay kurtulunamıyor. Küresel kültürün dünyaya yaydığı, ortalama insanın bilincine dayattığı yaşam biçiminden  etkilenmeyen yok gibi. (Dışarıdan yemek getirtme, internette uzun zaman geçirme, oyunların başından kalkmama , abur cubur atıştırma v.d) Mahalle kültürünün süregeldiği yerlerde bile yerleşik algılar kırılıyor.

Bazı çevrelerce “ahlaki çürüme”ye indirgenen boşanmalar da olabiliyor ve  sorumsuz ebeveynlerin  bencil güdülerinin doyumu uğruna çocuklar feda ediliyor. Günümüzde sanal alemde kurulan  “cinsel iletişim”ler pek revaçta. Ama tarafların internette tanışıp birbirlerini iyice tanımadan yaptıkları evlilikler uzun ömürlü olamıyor.

Öte yandan kadınlar artık cinselliklerini sorgulamaya başladılar.  Sorulara yanıt aramak için arama motorlarına ulaşmaksa an meselesi. Evlilikte kadın cinsel partner mi, yoksa haz nesnesi mi? “Sadakatsizlik” doğa yasası mı toplum yasası mı? Sorunlarının benzerliklerini keşfediyorlar. Gündelik yaşama ilişkin kalıp düşüncelerden sıyrıldıkça sorunlar karşısında  dayanışma için neden bir araya gelemediklerini araştırıyorlar. Yüzyıllardır birbirlerinin rakibi olma dürtüsüyle yetiştirilmiş olmalarına isyan ediyorlar.

Ailenin devamı için eşlere “nefse hakimiyet”; hem yasal olarak hem de gelenek, görenek etkisiyle  “nefse “hakimiyet” (cinsel kısıtlama) yaptırımı  getirilmiştir. Ancak kadının yükümlülüğü, erkeğin iktidarı altında bulunduğundan kısıtlamaya harfiyen uyması, kadından beklenir. Erkeğe yasal olarak değilse de bu konuda esneklik getirilmiştir. (Artık evlilik dışı çocuğunu da nüfusuna geçirebilmektedir.) Genç kuşaksa, kadınıyla erkeğiyle sabırsız, müdanasız; en küçük anlaşmazlık karşısında kavga, kıyamet, evlilik bağını koparıp atabiliyor. Yasalar çiğnendiğinden boşanma, velayet, nafaka v.b. sorunlar karmaşıklaşıyor. Kurumların yetersizliğiyse bir başka sorun.  Çocuklar bu ortamda büyüyor. Bazıları ailelerinden koparılıp kötü niyetli kişilerin, çetelerin tuzağına düşürülüyor. Küçük çocukları en çok etkileyense velayet  konusu.  Velayet genelde anneye veriliyor. Devlet bu konuda adaletli davranıyor, seks işçisi olması, annenin çocuğunun velayetini almasına engel teşkil etmiyor. (Çocuk başına kalmasın diye mi acaba?) Anne- baba ilgilenmediğinde çocuğa aile büyükleri ya da sosyal hizmetler sahip çıkıyor.

Peki, aile kurumundaki sarsıntının izleri , toplumu da sarsmayacak mıdır? Batı sosyal yardımlarla durumu idare ediyor; bekar anneyi kolluyor.  Bizde boşanmalar yaygınlaştı; muhafazakâr çevrelerde de artıyor. Erkek şiddeti, namus baskısı, taciz, emeğin sömürülmesi, işsizlik tüm kadınların ortak sorunu. Muhafazakâr kadınlar değişime kapalı değiller; özellikle dar gelirli kesimde bu tutum dikkatlerden kaçmıyor. İşsizlik, onların da babalarına, eşlerine olan bağımlılığını artırıyor. Onlar da farkındalar ki, kadının bağımsız olabilmesi için öncelikle düzenli bir gelirinin olması gerekir.

Kadınların kendi bedenlerini tanımaları, toplumda ikincil cins olmadıklarını , çocuk doğurmak için yaratılmadıklarını kavramaları, onların gizli kalmış değişim dönüşüp potansiyellerini açığa çıkarmaları açısından önemlidir. Bedenine yabancılaşmış , boyun eğmeye zorlanmış kadından, bu koşullanmalardan kurtulup dünyaya açılması beklenemez. (Bu bağlamda yapay ayrımlarla – “açık”, “kapalı” – birbirlerinden ayrılmış geniş kadın kitleleri arasındaki duvarı kaldırmak mümkün görünüyor.) Bilinçlenme meyvelerini vermeye başladı bile. Çocuk sahibi olmak , eski kültürel, evrensel ve mutlak zorunluluğunu yitirmiş görünüyor. Doğum oranının   bizde ve dünyada düşmesinden de belli oluyor zaten.

Kazanımların tek tek yitirildiği bu duruma gelinmesinde baş sorumluysa siyasetçilerdir. Yetkililerin geçmişi diriltme çabaları , sömürü ve  ayrımcılığın her çeşidini meşrulaştıran   kapitalizm olmadan yaygınlaşamazdı.İçinde bulunduğumuz durumu, AKP’li, eski bir TBMM (Türkiye Büyük Millet Meclisi ) Başkanı (1) şöyle formüle ediyor: “Ekonominin 1/3ü kayıt dışıdır. Kayıt dışı siyaset ve kayıt dışı din, bu üçü kayıt altına alınmalıdır.”

Gerçekten de üç alanın kayıt dışı olmasından en çok kadınlar zarar görmektedir. Ancak dünyada ve bizde cinsiyetçilikle kalıcı bir biçimde mücadele etmek için hangi adımlar atılmıştır? Örneğin bizde,  kadına yönelik önyargıların kırılması için kamusal alanda – okul, hastane, adliye, cami, esnaf, pazarcıdan , güvenlik güçlerine , mahkemelere kadar – toplumsal cinsiyet eğitiminden geçmiş kamu personeli yetiştirmenin önünde engel mi vardı?   Aile içindeki ilişkilerin demokratikleşmesi, kadına ve çocuğa söz hakkı verilmesi için okul eğitiminin cinsiyetçilikten arındırılması, televizyon ekranlarında öğretmen, psikolog, sosyolog, din adamı, sanatçı, siyasetçi  v.b. kişilerle kadın erkek eşitliğinin topluma anlatılması için ne gibi girişimlerde bulunulmuştur? (Sonuç: Dünya Ekonomik Forumu Küresel Cinsiyet Eşitsizliği  2021 Raporu’na göre Türkiye, 156 ülke içinde 133. sırada.)

Bu umursamazlığın kimin işine yaradığı bellidir. ABD’deki siyahlara yönelik ırkçı söylemler neden son bulmuyor? Kadınların da baskı altında tutulmaları için cinsiyetçi söylemlere ihtiyaç vardır. Ayrımcılık söylemlerinin tümü, onların sahiplerini güçlendirir çünkü.

Sözde ileri teknoloji, kadın işi- erkek işi ayrımını önemsizleştirdi ve tam eşitliğe doğru bir adım atıldı. Ama  kapitalist sistem kadını ucuz emek görmekten vazgeçemez. Cinsiyete dayalı iş bölümüyse kadınların, cinsel rollerine uygun işlerde istihdam edilmelerine yol açıyor.

Kadınlar, emek yoğun işlerde çalışıyorlar. Geçici işlerde çalıştıklarında sendikalara giremiyorlar. Oysa sendikalar çalışanı güçlü kılar. Sendikaları güçlendirecek olan da üyeleridir.  Bu arada  ev- eksenli iş yapan – dikiş, nakış, mantı v.b. yiyecekler-  kadınların,  10 yıl önce kurdukları “Ev- Eksenli Çalışanlar Sendikası”’nın ( Ev- Sen) Danıştay tarafından sendika olarak tanındığını hoşnutlukla öğrendik. (2)

Evde çalışma, Sanayi Devrimi’nde ortaya çıkmıştı. (Eve iş verme) Pandemi, vasıflı çalışanı da bu iş tanımına dahil etti. Özellikle kadın çalışanın iş – özel yaşam sınırları bulanıklaştı. Eşler arasında anlaşmazlıklar bu kesimde de başladı. Gerek pahalı oluşu gerekse bakım kalitesine güvenemedikleri için çocuklarını rastgele yuva ve kreşlere bırakmaktan kaçınırlarken pandemi, yaşamlarını alt üst etti.

Özetle; kadının üstünde doğanın yüklediği gebelik, doğum, emzirme, loğusalık yükümlülükleri , cinsel rolü nedeniyle hafiflememiştir. Ama ezilmesi, dişilik özelliklerinden kaynaklanmaz. Kadın ezilmişliği sınıfsal, dinsel- mezhepsel, etnik, ırksal ezilmişlikten farklıdır; çünkü kapitalist sistemden çok önceden başlamış; kapitalizm ve emperyalizm geçmişten aldığı bu olguyu tepe tepe kullanmaktadır.

Ancak, toplumsal koşulların çocuk bakımına uygun duruma getirilmesi kadının çocuğuyla ve işi/ mesleği arasında bir seçim yapma zorluğunu ortadan kaldıracaktır. (3) Kaldı ki, tüm dünyada kadın hareketlerinin  zorlamasıyla durdurulamayan toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi,  sendikaları da harekete geçirmiş, “çocuk bakımının kadınların görevi olduğu “düşüncesine karşı , çalışan annelerin çocuk bakımı izninin, babanın da sorumluluk aldığı “ebeveyn izni” olarak tanımlanması yetkililere kabul ettirilmiştir. Var olan uygulama,  kadını iş yaşamından uzaklaşmak zorunda bırakmamaktadır. (4)

DİPNOT:

1) 8. 8. 2016, CNN, saat: 11.45

2) Cumhuriyet Gazetesi, 30.7. 2020, Emek Dünyası, Olcay Büyüktaş,        “Bütün ev eksenli iş yapanlar birleşiyor”

3) Kadınlara yönelik uygulamalarda, bir geçiş dönemi olmasına karşın, haklı-  haksız eleştirilere hedef olan SSCB yönetiminin bu konuda kat ettiği yol yadsınamaz.  Gorbaçov’sa , “kadınlarımız çok yoruldu, dinlenmeleri gerek” diyerek onlara yuvaya dön çağrısı yaptı. (“Home sweet home!”)

4)  22.4.2021 tarihli bir haber: Hükümetin Covid 19 nedeniyle,  10 yaş ve altında çocuğu olan kamu personeli kadınların idari izinli sayılarak  evden çalışması kararına , Eğitim Sen, KESK ve İLO (Uluslar arası Çalışma Örgütü tarafından karşı çıkıldı.